Sevgili Eeva,
Halen aynı yerdeyim; en kuzeyde… Ama sana en son yazdığım yerde değilim; yani hastanede… O zamandan bu zamana değin sana anlatacak çok şey birikti yine… Sevgili Veera’n her zamanki gibi maceradan maceraya koştu elbette… Yazmak için geciktiğimin, seni de kendim gibi cevapsız sorularla bıraktığımın farkındayım, işte bu yüzden gidemedim buradan; cevapları bulmak için kaldım. Bilhassa buranın –ve tabii aşkın– büyüsüyle altıncı hislerim, yeni bilenmiş bir bıçak kadar keskinleşmişti; dolayısıyla beni kuzeye bağlayan, buradan gitmeme engel olan bir gizemin varlığının içten içe farkındaydım ve bunun ne olduğunu öğrenmeden kuzey sınırlarından çıkmayacak kadar inatçıydım. Neticeye bakılırsa, iyi ki de inatçıydım. Hani, önceki mektubumda anlatmıştım ya, Mirja ile dokuz gün süren yolculuğumuzun son noktası kasabaya hayli uzak bir yerdi, oysa sonradan öğrendiğim ve anlatamadığım başka bir soru daha beliriverdi. Doktorun dediğine göre, acile bırakıldığımda yaralarım sanki kazayı bir saatlik mesafede geçirmişim gibi yeniydi. Peki, ama o kadar kısa sürede hastaneye nasıl getirilmiştim? Nasıl yani, kadim kahramanlarım olan gizemli iki kadın, beni yaka paça kucaklayıp ışınlanmışlar mıydı? Aklımdan geçen uçuk düşünceleri o an kime anlatsam, hiç kuşkusuz gülerdi bana. Sen de görüyorsun ki, kurgusal algoritmalara ve metaforlara kafa patlatan bir yazar olduğum düşünülürse, senden sonra yaşadığım hayatın fantastik filmlerden pek farkı yok; üstelik her şeyin havada kaldığı klişe bir film… Neyse ki klişeler çekicidir; hem merak ettirir hem de sonuna kadar izlettirir. Başıma gelen klişe halkalarını birbirine bağlayıp zincirleyerek bir başyapıt çıkarmayı başarabilecek miyim acaba? Gerçi son yaşadığım ve bu mektubumda anlatacağım olağanüstü, hatta –doğru tabirle– tüyler ürpertici olayı düşündükçe her şeyin üstesinden gelebileceğime gerçekten inanmaya başladım galiba.
Hastaneden taburcu olmamın üzerinden tam iki hafta geçti. Sırtımdaki yaralar için yepyeni bir tedavi denediler; anlayacağın bir şifa kapsülünde hızlandırılmış estetik operasyonuna alındım. Hayret edilesiyim; sanki sırtımda derin yaralar açılmamış, sanki kaza geçirmemişçesine iyiyim, içimdeki görünmez yaralarım hariç tabii. O süreçten beridir, yüzünde bana karşı mahcubiyet birikmiş olan Veteriner Sónata Paavola’nın, “mütevazı evim” dediği –ki bana göre muazzam bir dost yuvası olan, hatta içinde iki kedinin de yaşadığı– buzul denize nazır evinde misafir olmaktayım. Pansiyonda tek başıma kalacak olmama gönlü razı gelmediğinden ve ilk tanışmamızdaki önyargılı tavırları dolayısıyla kendini suçlu hissettiğinden olacak, çok ısrar edince kıramadım Sónata’yı. Issız beyazlığın ortasındaki kiremit rengi, iki katlı ve üç odalı evinde alt kattaki misafir odasını verdi bana. Arkamda bıraktığım diğer yerlere nazaran burada daha iyi hissediyorum galiba. Kaldığım odada, yastığımı paylaştığım siyah-beyaz iki kediyle yeni günlere uyandığım her sabah heyecanlı bir çocuk oluyorum âdeta. Yatağımın yanındaki pencereden bakınca, smokinli bir caz korosu gibi aynı ahenkte dikilen, aslında daha çok kıyıları koruyan muhafızlar gibi görünen penguenleri bile görebiliyorum yan yana. Geceleri ise ayrı bir büyü; kuzey ışıkları dalıyor odama, sanki evren kendi dilinde bir şey anlatmak istercesine dans eden ışıklarla oynaşıyor tavanda. İlaveten gün içinde yardım ediyorum Sónata’ya; ona getirilen tüm yaralı hayvanlara da. Bazen de robot-denizaltına binerek sulara dalıyorum onunla; hasta balinalar ya da foklar varsa bakmaya.
Sónata’yı tanıdıkça şaşırıyorum, bana öyle laflar ediyor ki, sandığımdan bilgin bir ruha sahip olduğunu her fark edişimde, kalbimi okuyabildiğine tebessüm edip ona daha yakın hissediyorum kendimi. Ayrıca söyleme gereği duyuyorum, onunla aramdaki iletişimi kıskanmanı gerektirecek bir durum yaşanmadığına yemin edebilirim. Beni iyi tanırsın ki, sana her zaman dürüsttüm ve hâlâ dürüst olmaya devam ediyorum. Nihayetinde gönül rahatlığıyla söyleyebilirim, bugüne kadar seni ne ayakta uyuttum ne de aşkımızı yalanla kuruttum; ne ölümü yuttum ne de seni aşkımla yaşatma becerimi unuttum. Hislerimi doğru ifade etmek adına şimdi buraya yazacağım satırlar, adım kadar eminim ki, seni bize dair gururlandırdığı kadar bana dair üzecektir de; ama yazmam gerekiyor. Ah Eeva, hayattaki tek ortağım, zırhım! Hiçbir kadının yanında senin yanında olduğum kadar güvende ve huzurlu hissetmiyor, hiçbirine sana gösterdiğim asıl ben’i göstermiyorum; her birinden koşarak kaçmak, yalnız kalmak, aslında o yalnızlığı bile sadece seninle paylaşmak istiyorum. Bana bunun için kızma ne olur; bana herkesten farklı hissedebildiğim, kalbimi aşkla zangır zangır titretebilenin yalnızca sen olduğunu hissedebildiğim, gerçekten sevebildiğim için kızma. Hiç kızma bana; evrenden sakladığım gözyaşımın da, evrene haykırdığım gülüşümün de yıkılmaz, sarsılmaz tahtına seni oturttuğum için…
Sónata ile ev arkadaşlığımızın ilk akşamına dönersem, dışarıda kar hafifçe yağıyor, pencerelere değerek aşağı süzülüyordu; içerideyse şömine çatırdıyor, arkada çalan romantik şarkılara eşlik ediyordu. Mutfağı ve salonu birleşik; benim için mutfakta özel bir akşam yemeği hazırladığından, ara sıra arkasına dönüp hemen berisindeki salon kanepesinde oturan beni süzebiliyor, gözlerime odaklanabiliyordu. Beyaz şarap içiyor, laflıyorduk. İtiraf etmeliyim ki, bu ortamın flört havasına evrilmesinden ve yanlış anlaşılmaktan korkarak seni anlatmaya başladım ona; yaptığım tek şey seni hâlâ sevdiğimi kelimelere dökmekti. Kendimi kaptırmış hâlde yalnızca senden bahsediyordum ki, aniden arkasına dönüp lafımı kesti. “Eeva ile ne kadar süre birlikteydiniz?” diye sordu, ama birkaç saniye ya geçti ya geçmedi, “Uzun süreydi; çünkü biz her günü, bir ömür gibi geçirirdik,” cevabımı vermeme fırsat vermeden kendince bir cevap verdi. “Dur, saçma bir soruydu,” diye başlayıp devam etti: “Aşk denen şeyin yoğunluğu süresiyle ölçülmez ki… Sonuç olarak aşka anlam katan, onu güçlü yapan, birlikte geçirilen zaman değildir, hele hele mevzubahis senin gibi bir sanatçının hissettiği aşk ise durum değişir; çünkü sanatçının aşkı sanatıyla gelişir; hem duygular hem de yaralar derinleşir. Eeva çok şanslı bir kadınmış… Böyle sevilmeyi isteyecek bir kadın biliyorum,” diye eklerken yine ilk günkü flörtvari tebessümüyle beni süzdü. Utandığını fark edişim, bakır kızılı saçlarını kulağının arkasına atıp yeşil gözlerini yere kaydırmasıyla oldu.
Evet, sanırım kendini kastetmişti. Kendi ruh eşini bulma umuduyla yanıp tutuşan, yıllardır da oldukça bekâr, hallice romantik bir aşk filozofuna denk geldiğimi o an anladım. Ayrıca komik biri de, iki kadının mor ışıklarla belirmesini tekrar anlattığımda araya giriverdi. “Bende bir işaret fişeği var,” dedi iki elini yumruk yapıp kaldırarak. “Onları ateşleyince öyle acayip morlu dumanlı ışıklar çıkarıyor ki, beni o hâlde görsen uzaydan gelmişim falan zannedersin. Kesin mor bir işaret fişeği kullanmıştır bu kadınlar. Bence en mantıklı açıklama bu.”
Günlerin rutinlikte ilerlediği, benim de aklımın tuhaflıklara takılı kaldığı ve bu yüzden giderek sessizleştiğim birkaç gün öncesiydi. Masada karşılıklı kahvaltı ettiğimiz sabahın erken saatleriydi. İç seslerimi dahi susturmuştum. Gözlerim duvarlarda asılı tablolara dalmış hâldeyken, onun sanata ne kadar düşkün olduğunu düşünüyordum ki, o an beklemediğim bir şey söyleyince şaşkın bir ifadeyle gözlerimi ona kaydırmak zorunda kaldım. “Sana yardım edecek birini tanıyorum ve yarın seni onunla görüştürmek istiyorum, yani Kâhin ile,” dedi kahve kupasını kibarca tutup arkasına yaslanarak. “Belki o sana yardım edebilir; çünkü sana değer veren bir dost olarak elimden geleni yapıyor olsam da tıkanıp kalıyorum. Eğer efsanelere, doğaüstü şeylere, mucizelere ve mitolojik hikâyelere inanıyorsan, pekâlâ kâhinlere de inanıyorsun demektir. Bence o, yaşadıklarını yorumlayabilecek tek kişi,” diye ekledi. Sonra hararetle bu kâhini anlatmaya başladı. Masaya eğilerek pürdikkat dinledim onu. Meğer tepelerdeki kutsal harabelerin dibinde bulunan iglo evinde eski yerliler gibi yaşayan yalnız biriymiş; ayrıca “Şifa Büyücüsü” diye anılan bir hermafroditmiş de. İçimi kemiren soruların cevaplarını alabilme umuduyla tereddüt etmeksizin kabul ettim bu görüşmeyi.
Ertesi gün sabahın erken saatlerinde, kapı önündeki kar motorunun başında bulduk kendimizi. Sıkıca giyinmiştik; kaba paltoları üstümüze, kaba botları ayağımıza geçirmiş, bereleri, gözlükleri, eldivenleri takıp takıştırmıştık. Sónata çadır, uyku tulumu ve bolca erzak almıştı yanına. Zira gideceğimiz yer, bahsi geçen şu harabeler bir günlük mesafedeydi ve oraya vardığımızda aynı gün geri dönemeyeceğimiz için geceleyin kamp kurmak zorundaydık. Sónata, kendine ait kar motorunu hâliyle kendi sürmek istese de, kontrole ben geçtim; âdeta homurdanarak arkama yerleşti. Biz tatlı bir didişme içindeyken, nasıl olduysa günlerdir görmediğim ve özlediğim Mirja, ta uzaklardan aklımızı okumuş da destek olmaya gelmişçesine ileride belirdi, sanki “Bekleyin, ben de geliyorum,” der gibiydi çevik hareketleri. Bu koca yürekli kutup ayısının tek derdi bize rehberlik etmekti belli ki. Ayrıca yaşadıklarımız, Mirja ile benim zihnimi birbirine bağlamış olabilirdi; muhtemelen psişik ikizler olmuştuk. Onu görür görmez Sónata ile tebessümle bakıştık; şaşırmamıştık, ortak ifademiz sanki “Ekip şimdi tamam, artık yola çıkabiliriz,” der gibiydi. Dosdoğru yanıma geldiğinde Mirja’nın yaptığı ilk şey, kedilerin yaptığının aynısı oldu; kafasını özlemle kafama sürttü, amma velakin çok özlemiş olmalıydı ki cüssesini bile unutmuştu; beni sarsarak motordan düşürünce karlar içinde buldum kendimi. Boylu boyunca yatan hâlime Sónata ile kahkahalar attıktan sonra, anca çıkabildik yola.
Bu sefer üç kişi gidiyorduk uzaklara; bir kar motoru üzerinde iki kadın ve yanımızda koşan kutup ayısı olmak üzere heyecanla ilerliyorduk önümüzdeki dağ yolunda. Oysa ben o sırada, o günün gecesinde hem karanlığa hem de aydınlığa aynı anda şahit olacağımı henüz bilmiyordum, hatta karşılaşacağım kişinin o güne değin bildiğim ne varsa hepsini altüst edeceğini ve evrene dair bakış açımı değiştireceğini de.
Yol boyunca Sónata’nın çokbilmiş veteriner çenesi de durmadı; kutup ayılarının aslında beyaz olmadığını, derilerinin siyah olduğunu; o bölgedeki genel rengin beyazlığından kaynaklanan yansıma dolayısıyla tüylerinin de yanılsama ile beyaz göründüğünü anlattıkça anlattı. Ki zaten, evren hakkında doğru bildiğimiz çoğu şey de, yanılsamalardan ibaret değil miydi?
Saatler süren yolculuk ardından karanlık çöktükten sonra kuzey ışıklarının aydınlattığı harabelerin yükseldiği tepe karşımızda beliriverince, aynı anda yüzümde büyülenmiş bir ifade de belirdi. Bedenimdeki her bir tüyün diken diken olduğunu hissedecek kadar ürpermiştim. Tüm odağımı vererek dikkatle bakma arzuma engel olamadım, böylece motoru durdurmak zorunda kaldım; çünkü daha önce böylesinin gerçekten var olduğunu ne görmüş ne de duymuştum; çünkü ayaktaki bu şekilli sütunlar, eski çağlarda dilden dile gezen hikâyelerde bahsi geçen ve başka dünyalara açıldıklarına inanılan o kapıları anımsatmıştı bana. Binlerce, belki milyonlarca yıl önce dikilmişlerdi oraya. Yüksek bir taş platform üzerindeydiler; irili ufaklı üçgen biçimli taş sütunlar; hem de çok sayıda ve yan yana…
Dakikalar boyu içine çekildiğim ve ağzım açık vaziyette bakakaldığım o şapşal hâlimden çıkabilmemi sağlayan elbette ki Sónata’nın sözleriydi. “Sen de büyülendin değil mi?” diye başlayıp devam etti: “Ne de olsa “Kâhinlerin Kehaneti,” deniyor buraya. Hadi, evi az ileride,” diyerek beni harekete geçirdi.
Çok geçmeden varmıştık. Motoru park eder etmez tipi başlamıştı; buzdan dev bir kubbeyi andıran iglo ev karlar içinde giderek görünmez oluyor gibiydi. Ağır adımlar atarak kapısına ilerledik. Suskundum; ilk defa bir kâhinin huzuruna çıkacak olmam, aşırı merakla kıvranırken adrenalin seviyemin katbekat artmasına, yüksek ateşle yanmama sebep oluyordu. Sónata’ya bakınca anladım ki, benim kadar heyecanlıydı; abartısız tam üç dakika boyunca kapı önünde bekleyeceğimizi beklememiş olacak ki, sabırsızca çaldı kapıyı. Ardından o göründü; şefkat dolu yaşlı yüzü, çekik kara gözleri, upuzun beyaz saçları, feminen ifadesi ve entarisiyle. Hayal ettiğim gibi soğuk yahut esrarengiz bir tip değildi; sempatikti ve bana bakarak gülümsüyordu. “Hadi, üçünüz de içeri gelin,” diyerek bizi buyur etti; ayrıca misafirperverdi de. “Sizin için sıcak şarabım, ayı için de uzaklardan hediye getirilmiş balım var,” diye ekledi. İçeriye girince şaşırıp kaldım; zira dışarıdan göründüğünden çok daha büyük bir evin salonundaydım, evren genişleyip büyümüştü sanki. Kâhin ortadaki sobanın dibine bağdaş kurup oturunca, biz de aynısını yapıp karşısına dizildik, hatta Mirja bile uslu çocuklardan farksız kıçüstü yerleşiverdi.
Asıl adını kimse bilmediğinden ve bana da söylemediğinden sadece “Kâhin” olarak anacağım onu. İkram ve tanışma faslından sonra, “Peki, neden buradasın Veera?” diyen büyülü bakışlarını okuyunca, direkt konuya girmem kısa sürdü. Her şeyi ama her şeyi; bizi, birbirimize verdiğimiz sözleri; seyahatimde karşılaştığım gariplikleri; sakura çiçekli geyiği ve beni kurtaran iki kahraman kadını anlattım ona. En son kuzgun tarafından takip edildiğimi söyleyince aniden ayağa kalkıverdi ve bana, “Ölmeye hazır mısın Sevgili Veera?” diye sordu. Hâliyle donup kaldığımı, cevap veremediğimi görünce beni korkuttuğunu anlayıp devam etti: “Bir süreliğine ölüp ardından yeniden doğmaya hazır mısın?” diyerek sorusunu düzeltti. Onun ne ima ettiğini şıp diye anlamıştı Sónata; beni dürtüp kulağıma eğilerek, “Sanırım sana halüsinojenik içirmekten bahsediyor. Kabul et, bir şey olmaz,” dedi.
O sırada mutfak gibi bir yere yönelmişti Kâhin; arkası bize dönükken, “Evet, dediği doğru sayılır,” diye onayladı. “Senin için özel bir karışım hazırlayacağım. Bilinçaltındaki kilitli ve karanlık odaların önce kilidini açıp, sonra ışıklarını yakacak bir karışım…”
Ürkmüştüm; insanın, zihin kontrolünü yitirmesi ziyadesiyle ürkünç bir durumdu çünkü. Oysa hem varoluş hem de gerçeği arayış yolculuğumda riskleri göze almazsam, yani hasar almazsam asla öğrenemeyeceğimi, yerimde sayacağımı biliyordum. Neticesinde ağzımdan çıkıverdi onay sözcükleri. “Tamam, hazırım,” diye seslendim Kâhin’e.
“Öyleyse başlıyorum,” dedi Kâhin karşımı hazırlarken. Aynı zamanda olduğu yerden, beni de hazırlıyordu ruhen. “Beni iyi dinle Sevgili Veera, gideceğin yerde ne ile yüzleşirsen yüzleş asla korkmamalısın. Orada kimse sana zarar veremez, kimse seni göremez ve duyamaz; çünkü göreceğin her şey sadece geçmişe veya başka boyutlara ait anılardan ibaret olacak. Ve eğer ipuçlarına iyice bakmazsan kaçırırsın, sakın unutma.”
Bunları işitince epey gerilip terlediğimi itiraf etmeliyim; zorlu ameliyatlara alınacak hastalardan farksız bekliyordum. Yanı başımdaki iki dostumun durumu daha zordu; o ameliyattan sağ çıkmamı beklemek zorundalardı. Kâhin ise en sakin olandı; bir saate elinde bir sürahiyle önüme oturdu. Malum karışım içmem ve içsel yolculuğuma çıkmam için artık hazırdı. O an hangi cesaretle yaptım bilmiyorum ama ilerisi düşünmeksizin, herkesin belerttiği gözleri önünde, sürahiyi Kâhin’in elinden kapıp direkt kafama diktim. Yüzümün şekilden şekle girmesine neden olacak kadar iğrenç bir tadı vardı elbette. Yine de, “Etkisini ne zaman gösterir?” diye sorabildim Kâhin’e. “Bekleyip göreceğiz,” diye cevap verdi sadece.
Bundan sonra anlatacaklarım için senin de hazır olman gerekiyor sevgilim; çünkü neyin içine düştüğümü az sonra yazacaklarımla öğreneceksin. Şayet olur da bir gün okursan, lütfen aklına mukayyet ol. Ama bil ki, olabildiğine kederli bir efsane nakledeceğim sana.
Gece yarısını çoktan geçmişti. Her şey normal seyrediyor, hiçbir şey hissetmiyordum, ta ki bulunduğum salonda onun varlığını fark edene dek. Sónata’ya çevirdim başımı, “Evin kapısı açık mı kaldı? İçeriye bembeyaz bir kurt girmiş,” dedim, çünkü etrafımda ayı kadar devasa bir kurdun gezindiğini görebiliyordum. Oysa Sónata gözlerini belerterek bir bana, bir etrafına, bir de Kâhin’e bakıyordu; hiçbir şey görmediği belli oluyordu. Kurdu gören sadece bendim. Ardından Kâhin’in sesini işittim. “İşte başlıyor, görmeye başlıyor. Kurt onu alacak ve buradan çok uzaklara götürecek,” diyordu gittikçe uzaklaşan sesiyle. Derken olan oldu; oturduğum zemin, birdenbire altımdan çekilen bir halı gibi kayıverdi. Düşüyordum ya da bir portaldan geçiyordum; orasını bilemeyeceğim ama çok sürmedi. Zaman ve mekân kavramımı yitirmişken, kalabalık bir meydanda, hem de tarihin başlangıç noktasından çok önce gerçekleşmiş olan bir savaşın orta yerinde, yerde yatarken buldum kendimi. Curcunalı pis bir kâbus gibi sisli ve kirliydi her yer. Aslında bu savaşın ne olduğunu anladığımdan olsa gerek, ilk an ifade edilemez bir dehşet içindeydim; çünkü uygar bir Nettalı olarak bu vahşilerin kaos çağına ait değildim. Kâhin’in dediği gibi beni göremiyorlardı; aslında gerçekten orada değildim; ancak ben, tanrıların görüş yetisiyle her şeye şahit olacak kadar oradaydım. Kızıla çalan gökyüzü boylu boyunca yanıyormuşçasına kül indiriyordu. Davullar, uğultular yükseliyor, çığlıklar ve bağırışlar ise durmuyordu. İşte o an gördüm onu; bembeyaz ve devasa bir kurdun sırtında tam üstümden uçarcasına zıplayarak geçip gitti. Heybetli kanatları olan gümüş miğferi ve işlemeli gümüş zırhı öyle parlaktı ki, göz alıyordu, keza iki eliyle kavrayıp savurduğu baltası da. O an anladığım kadarıyla yalnızca ilahi bir kadın şövalye sandım onu; henüz kim olduğunu bilmiyordum, bu sebeple ona –asıl adını öğrenene dek– “Gümüş Zırhlı Şövalye Kadın” diyordum. İçimden bir ses onu takip etmemi söyleyince, sanki hayaletmişim gibi içimden geçen balta, kılıç ve kalkanlara aldırış etmeksizin ona doğru yürümeye başladım. Sıçrayıp duran kanlara, ölüp giden insanlara ve canavarlara bakmamaya gayret ediyordum. Bindiği devasa kurt ile toplam dokuz; sağ ve sol yanında dörder tane aynı irilikte kurt ile bir köy kapısı önünde sapasağlam dikiliyordu. Hepsi bir orayı, aslında içerideki insan ve hayvanları koruyorlar, geçit vermiyorlardı. Karşılarında savaşan yaratıklar gerçek birer dev olsalar da, bu kadim kadını ve kurtları geçemiyorlardı; zira koca bir ordu gibi gelen kim varsa yere seriyorlardı. Gümüş Zırhlı Şövalye Kadın öyle cesur ve gururluydu ki; göğsüne, tam kalbine yumrukla vuruyor, “Taşıdığım bu miğfer ve zırh öyle sağlamdır ki, asla yıkmayı başaramazsınız beni!” diye haykırıyor, düşmanlarına gözdağı veriyordu. “Taşıdığım bu miğfer ve zırh öyle güçlüdür ki, aşkımdan alır büyülü gücünü, bir arada tutup korur aklımı ve kalbimi!”
Gerçek bir efsaneye şahit oluyordum galiba. Peki, ama ben bu efsanenin neresindeydim acaba? Yüzünü görebilmek için iyice yaklaştım ona, ama ne yaptıysam göremedim; miğferi hem tüm yüzünü kaplayıp örtüyor hem de yansıtıcı gibi gözlerimi kamaştırıyordu. Nitekim düşmanlarına karşı silahı buydu. Düşmanları derken, huzursuzca karıştım onların da arasına. Devlerden biri diğerine sırıtarak, “Onu böyle yıkamayız, ama başka türlü yıkabiliriz. Aşkını bulun! Kadının kafasını ve kalbini sökün! Sonra da söktüklerinizi hayırsız dağa gömün! Asla bulamasın da kahrından ve ızdırabından ölsün!” dediğinde ellerimle ağzımı kapatıp öylece donacak kadar korktum; koşup onu uyarmak istesem de yapamayacağımı biliyordum. Aşığı olan kadın kim diye tam merak ediyordum ki, zamanda atlama yaşandı; aynı meydanda ve savaşta ileriye sarılmış gibi sıçrayıverdim günler sonrasına. Zamanla birlikte akıp giden görüntüler; yani yaşanmışlıklar da kayarcasına akıp gitmişti etrafımda. Anlamıştım ki, zihnimden geçirdiklerime dikkat etmeliydim; çünkü en karanlık güne denk geleceğimi o an bilemedim. Romantik bir yazar olarak, vahşeti betimleyecek kelimeler bulmakta güçlük çekiyorum sevgilim; seni üzmemek adına bizzat gözlerimle gördüklerimin yarısını en yalın hâliyle anlatacağım.
Gözleri yaşlı –siyahlı beyazlı– iki dev kedinin hızla çektiği altından yapılma kocaman bir savaş arabası tozu dumana katarak geçip gitti tam önümden; Gümüş Zırhlı Şövalye Kadın’a doğru ilerliyordu. Kan damlatarak gidiyordu bu araba. Ve ona vardığındaysa baltası ellerinden kaydı; arabanın içinde her ne gördüyse de kıyamet kopmuşçasına avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. O yöne doğru koştum ve onları o vaziyette gördüm; görür görmez de kalbim dağlanmışçasına dizlerimin üzerine çöktüm, tıpkı onun yaptığı gibi. Kederiyle öyle içselleşmiştim ki, kollarımı uzatıp sarılmak, bağrıma basmak istedim onu; çünkü kafası ve kalbi sökülmüş altın zırhlı bir kadın cesedine sarılıyordu, aklını yitirmiş gibi ileri geri hareket edip ağıt yakıyordu –ki yitirmişti. Yoktu cesedin baş tarafı; yoktu fısıldayarak sözler vereceği bir kulağı; yoktu elini koyacağı bir yanağı. Teninde titriyordu elleri; dokunmaya bile kıyamıyor olmasından belliydi aşkının yüceliği… Velhasıl tek zayıf noktasını, sevdiği kadını bulup oraya var güçleriyle vurmuşlar, kalleşçe delmeyi başarmışlardı evren kadar sağlam zırhını. Onun acı dolu ağıtlarıyla saatlerce inledi savaş meydanı. Öldürmüşlerdi aşkını; böylece sökmüşlerdi onun da kalbini ve aklını. Artık bırakmıştı aşk için savaşmayı, aslında o an oracıkta benliğinden bütünüyle çıkarıp fırlatmıştı miğferini ve zırhını; şefkatle kucakladı sevdiği kadından artakalanı. Dimdik ayağa kalkıp yürümeye başladı, asla bırakmayacakmış gibi kollarıyla sararken kadınını. Ki o, peşinde dokuz kurt ve iki kediyle ağlayarak ilerlerken, ortadan ikiye ayrılmıştı kalabalık savaş meydanı; çünkü istisnasız tüm savaşçılar indirmişlerdi baltalarını, hem de kötüsünden iyisine herkes saygı duyarak paylaşmıştı onun haklı ızdırabını. Keza devlerin içinde bile sevenleri vardı; meydanda beliren huldralar –lanetli ama güzel dişiler– dönüştükleri yaratık biçimleriyle muazzam bir kalkan olmuşçasına hemen arkasından koruyorlardı sırtını… O ise gidiyordu ardına bakmadan; gözleri kuruyana dek dökmek için tüm gözyaşını. Gidiyordu bedeni pes edene dek arayıp bulmak için aşkının kalbini ve kafasını.
Kahrolarak yürüyordum yanlarında ve ne yaparsam yapayım yüzünü göremiyordum hâlâ; silinmişçesine belirsizdi âdeta. Kapkara bir kuzgun belirdi yürüdüğümüz yolda; belirir belirmez de dönüşüverdi bembeyaz upuzun bir varlığa; hermafrodit bir albinoya. Metalik ve gür bir sesle konuştu kadınla, ben de dinledim can kulağıyla. “Onu düşürmüş olsalar da ihtiyacım var sana, sensiz yapamam asla. O ki, çoktan gitti; o ki, terk etti seni! Öylece bırakıp gidemezsin mücadeleyi! Bırakamazsın savaşmayı ve bizleri!” dedi ona. Gümüş Zırhlı Şövalye Kadın umursamazca, “Artık savaşmak yok; kan yok!” diye karşılık verdi kuzgundan dönüşen varlığa. “Kaybetmiş olsam da düzelteceğim her şeyi; vereceğim ona en güzel hediyeyi, geri getireceğim onu ve iyiliği! Kehanet der ki, son diye bir şey yok; kehanet der ki, sadece başlangıçlar var!”
Bunu söylediği an, uğultuyla yer gök inledi aniden; yürüdüğümüz yol üzerinde yarılıverdi evren, bir kapı açıldı baş aşağı üçgen. Benim ayaklarım mıhlanmış gibi daha ileri gidemiyorken, o ve yaverleri olan kurtlar ve kedilerle birlikte geçip gitti üçgenin içinden. Ve birden, ateşten gömleğini üzerine geçirmiş gibi; zırhı alev almış ilahi bir kudret gibi yangınlara dalarak kaybolup gitmişti gözümün önünden. Kendi yansımam, en değerli parçam kopmuş ve bir girdaba kapılarak kaybolup gitmiş gibi bakakalmıştım berisinden. Sonradan Kâhin’den öğreneceğime göre; yeryüzü ve gökyüzünün ilk kadın kadına aşkının ızdırabına şahit olmuştum.
Orada o vaziyette donmuşken, kuzgundan dönüşmüş olan varlığın tam yanımda dikildiğini ve beyaz gözlerini bana diktiğini fark etmemiştim. Beni görebildiğini anladığımda korkuyla panikleyip gerisin geri yere düşüverdim; ama o, karabasan gibi üstüme yürüyerek; daha çok havada süzülerek bana yaklaştıkça yaklaşıyor, ben de geriye doğru süründükçe sürünüyordum. Kızgın mı, değil mi karar veremiyordum ki, elini yavaşça bana doğru uzatıp direkt benimle konuşmaya başladı. “İnsan denilen varlık meraklının önde gideni, unutma fazla merak delirtir seni. Neden buradasın ki sen? Uyan hemen!” diyerek parmağının ucunu alnıma değdirir değdirmez, Kâhin’in salonunda, terle sırılsıklam olan ve ateşler içinde yanan iki büklüm vücudumla bir kovaya kusarken buldum kendimi. Hem de öğüre öğüre… Şafak vakti uyanmış, geri dönmüştüm; içtiğim karışımdaki zehri kusarak içimden atmakla meşguldüm; konuşmak istesem de konuşamıyordum. Kâhin’den Sónata’ya, hatta Mirja’ya kadar hepsi yarı meraklı yarı endişeli ifadeleriyle tepemdeydi. O savaş meydanında günlerce kalmış kadar bitkin ve perişan hissediyordum; oysa dediklerine göre, sadece üç saat boyunca terleyip durduğum, gözkapaklarımın ve ellerimin titrediği bir uyku çekmişim. En çok endişelenen Mirja olmuş ve başucuma yatıp beklemiş. Sónata ise alnımdaki teri silip durmuş.
Kendimi toplayınca Kâhin’e ilk sorduğum şey, kuzgundan dönüşen varlığın beni nasıl görebildiği ve beni nasıl uyandırabildiği oldu. “Hani kimse bana dokunamazdı!” diye ekledim sitem edercesine. O an’a dek sakin bir tavır sergileyen Kâhin, ilk kez yutkunarak cevap verdi. “Eğer bunu yapabildiyse, başından beri sandığım kadim kuzgundur o; evrenin gözü, evrendeki tüm hafızanın bekçisi olandır. Onun zihinler bahçesine izinsiz girdin belli ki. Seni dışarı atmış. Hmm, durum sandığımdan vahim…”
Sonrasında her şeyi tüm detaylarıyla anlattım onlara. Ben, Gümüş Zırhlı Şövalye Kadın’ın hikâyesini ağlayarak anlatırken, Sónata da benimle birlikte ağlıyordu. Sanki Mirja da ağlıyor gibiydi; başı önündeydi; galiba kara gözlerinin titrediğini gizliyordu. Kendi dertlerimizi unutmuş, şövalye kadının derdine düşmüştük. İşin aslı, sırrı çözecek olan cevap Kâhin’in bildiklerinde gizliydi. Kaldı ki zaten dilinin ucunda bir şey varmış da söylemiyormuş gibi bir o yana, bir bu yana telaşla volta atıyordu; oysa çok geçmeden çıkarttı ağzındaki baklayı. “Hayır Veera!” deyip lafımı kesti. Heyecanlı ve hızlı konuşuyordu. “Ona, Gümüş Zırhlı Şövalye Kadın diyemezsin, onun bir adı var! Ayrıca hepinize göstermem gereken çok mühim bir şey var. Çabuk giyinin ve beni takip edin!” dediğinde birbirimize bakarak yerlerimizden fırladık.
Öğlen vaktinin aydınlığında hepimiz dışarı çıkmış, önümüzde yürüyen Kâhin’i izliyorduk; evin dibindeki tepede yükselen kutsal harabelere götürüldüğümüzü anlamıştık. Geniş taş merdivenlerin basamaklarından çıktık. Harabelerin ilk sütunu önüne vardığında durdu Kâhin; bir anda arkasına dönüp bizi de durdurdu; gözlerime bakıp, “Sevgili, Değerli Veera,” diye hitap ederek konuya girdi. “Şimdi neden burada olduğunu anlayabiliyorum. Anlaşılıyor ki o, sana bir mesaj iletmek istiyor, bu yüzden onun kim olduğunu ve ne ifade ettiğini bilmeye hakkın var. Lütfen sütunun arkasına geç ve gör.”
Dediğini yaptım, hem de sabırsızca koşarak. Önden ben gittim, arkamdan ise Sónata ve Mirja. Sütunun arkasındaki şey, ta eski çağlarda oraya kazınmış epik bir yazıydı; sadece bir yazı değildi; basbayağı bir kehanetti. Hep birlikte okuduk dizeleri.
“Tüm insanlar iyi bakın bu kapılara,
Her biri gümüş zırhlı şövalye kadını anmak için dikildi buraya.
Çünkü parçalanmış kalbi hayat ağacının altında,
Anıt mezarı burada; küllerinden kalan dokuz zerre dokuzuncu taşın altında.
Aşkı ise sapasağlam ve tek parça, yalnızca cumaların altın zırhlı yüce kadınında,
O ki, bir gün geri dönecek buraya, en kadim kuzgunun yardımıyla.
O ki, hepimize merhamet edecek olan tanrıça,
O ki, gölgelerde var olacak olan, âşıkları koruyacak olan,
O ki, aşığını kaos meydanında yitirmiş olan,
O ki, bir gün geri dönene dek asla unutulmayacak olan.
O ki, her dolunayda âşıklar için açar kalbinin ışıktan kapısını; “Dokuzuncu Lofn” diye dokuz kere seslenin adını.”
Dizeler bizi dize getirmişti; dizlerimizin üzerine yığılacak kadar çökmüştük; ağlıyorduk. Kızarmış gözlerimizle etrafımıza bakınca, tamı tamına dokuz adet üçgen şekilli taş sütunla onurlandırılmış bir anıt mezarda olduğumuzu anladık. Hem de onun; Gümüş Zırhlı Şövalye Kadın deyip durduğum ve nihayetinde gerçek adını öğrenirken nedense kendi parçammış gibi kahrolduğum, Tanrıça Lofn’un dokuz zerre külünün yattığı anıt mezarında dizlerimiz üzerindeydik. Meğer Kâhin’in sonradan anlattığına göre; çektiği ızdırabı dindiremeyip hayat ağacının dibinde kalbini yerinden sökerek intihar edince, kâhinler şarkılar söyleyerek bir kayıkta yakmışlar cesedini, burayı yaparak gömmüşler küllerinden dokuz zerresini. İşte bunu öğrendiğim an şoke olarak anladım, şifacının derin ormanda iki tanrıça hakkında ne kastettiğini. Sonra köydeki kayıkta şarkılarla yapılan yeniden doğuş ritüelini…
Biz o hâldeyken, en bilgin ifadesine büründü Kâhin; etrafımızda daireler çizip başımızı döndürerek anlatmaya başladı. “Modern dünyaya göre Lofn; kuirlerin tanrıçası diye de anılır. İlk yasası şöyleydi; aşkın yasağı, sevginin cinsiyeti olmaz. Cumaların kadını diye anılan ise tek aşkıydı, fakat ne yazık ki birlikte değillerdi. Kapısını kedilerin koruduğu, içmeyi, gülmeyi, sevmeyi bilen altın zırhlı tanrıça, kaostan önce ayrılmıştı ondan. En yüce tanrıça olduğu düşünülürse, onun kim olduğunu dillendirmeye gerek yok herhalde. Lofn’un üçgen kapılarına gelince, tıpkı senin orada gördüğün gibi baş aşağı açılır; çünkü baş aşağı üçgen hem kadın hem de kalp demektir. Oysa insanlar böyle anıtlar inşa ederken fizik kuralları gereği üçgeni düz konumlamak zorunda kalıyorlar. Aynı zamanda kutsal sembollerde sık rastlayacağınız –iç içe geçmiş olan– üç üçgenin köşe sayılarının toplamı dokuz eder; dokuz evreni işaret eder; dokuz evrenin merkezinde ise hayat ağacı vardır. Unvanının geldiği dokuz evrenin gücüyle kutsanmış olan Lofn ise, aşkın kimliklerini özgürleşmesi yanında her evrene üçgen kapılar, yani hem kutsal kadını hem de kutsal kalbin kapılarını açan tanrıça olmasıdır. Bunları niye anlatıyorum diye sorarsan Veera, gelecekteki hayatının bir yerinde mutlaka karşılaşacaksın bu detaylarla…”
Akşam olmuş, hava iyice kararmıştı artık, dinlenmek için Kâhin’in evine geri dönmüştük. Halen bazı parçalar eksik gibiydi benim için; yeterince üzülüp ağladığım, aklımı zorladığım yetmezmiş gibi, sorular başka soruları doğuruyordu. Hâlbuki yanı başımdaki Sónata uyuyup dinlenmem, daha fazla düşünmemem için ısrar ediyordu. Yatmaya hazırlanıyordum ki, dışarıda kurtların uluduğunu duyar duymaz irkildim; ama sonra halen zehrin etkisi altında olduğumu düşünüp zihnimdeki oyunlara gülüp geçtim. Mutfakta yemek yapan Kâhin nedenini sorar gibi yüzüme bakınca, “Kurt sesi falan duyuyorum sandım işte canım,” dedim. O ise tüm ciddiyetiyle, “Çünkü gerçekten duyuyorsun, uluyorlar. Hem cuma hem de dolunay…” diye karşılık verince içimden, “Dolunay… Cuma… Lofn…” diye düşünüp gözlerimi belerte belerte noktaları birleştirdim. Betim benzim atmıştı; çünkü dizelerdeki bilmeceyi çözmüştüm. Başımı Sónata’ya çevirdim hemen; ne de olsa zeki bir kadındı, yapmak üzere olduğum şeyi o da anlayınca aynı anda ayağa kalktık. Buna inandığımız için ikimiz de delirmiş olmalıydık; ama nedense inanıyorduk. Aynı anda tekrarladık. “O ki, her dolunayda âşıklar için açar kalbinin ışıktan kapısını; “Dokuzuncu Lofn” diye dokuz kere seslenin adını!” Kâhin de aklımızı okumuştu; elindeki işi bırakacak kadar şaşkın ve büyülenmiş ifadesiyle bizi izliyordu.
Önden ilk ben koştum dışarıya, hemen arkamda sırasıyla Sónata, Mirja ve Kâhin. Bir yandan harabelere, öte yandan dolunaya çevirerek başımı, haykırmaya başladım semaya. “Dokuzuncu Lofn!” diye dokuz kere art arda. Hepimiz sırt sırta verip etrafı kolaçan ederek biraz tedirginlik, biraz sabırsızlık hisleriyle karlar içinde sessizce beklemeye başladık. Abartısız bir saat boyunca umutla bekledikçe bekledik, ancak ne var ki cevap gelmeyince içimizdeki o umut yerini, göğe çevirdiğimiz yüzlerimizi yere düşüren büyük bir hayal kırıklığına bırakıverdi. Hiç konuşmadan aynı hizada sırtımızı harabelere, önümüzü eve döndük. Tam gidiyorduk ki, beklediğimiz cevap kulağımızda uğultu, üzerimizde aniden parlayan mor bir ışıkla geliverdi. İşte o vakit, hemen arkamızda, sırtımızı çevirdiğimiz yerde, harabelerin tepesinde bir şey olmuştu. Hepimiz aynı anda ürpermiştik; arkamızı dönüp bakamayacak kadar ödümüz kopmuştu. Orada bir şeyin olduğunu anlamımıza ve yutkunmamıza neden olan tek şey, arkasını çoktan cesaretle dönmüş olan Mirja’nın gözlerine baktığımızda gördüğümüz yansımaydı.
Önce Kâhin arkasına döndü dili tutularak, sonra Sónata, “Oha!” diye tepki vererek. En sona ben kalmıştım ve arkama dönüp bakmayı başardım, ama çığlık atmamak için ellerimle ağzımı kapatarak. Muhtemelen hepimizin bu ortak şaşkaloz tepkisi, harabelerin baş sütunu hizasında –sütuna tezat– baş aşağı bir üçgenin, âdeta portal biçiminde açık olmasındandı. Gerçekti. Ansızın bastıran sisin gitgide kalınlaşmasından, yarı yarıya görünüyordu anca, gerçekten oradaydı ama. İçinde dalgalanan mor bir madde dolayısıyla mor ışık demetleri saçarak her yeri aydınlatıyordu. O şaşkın hâlimizi daha üzerimizden atamamışken, merdivenlerin başındaki sisin içinden çıkıverdi. Tek başına, dimdik ve tüm azametiyle basamaklardan ağır ağır inmeye başladı. Üzerinde simsiyah ve upuzun bir palto, başında dev bir kapüşon, yüzünde ise –tüm yüzünü gizleyen– gümüşten bir maske ile. Göz kamaştıran eski miğferine metaforik bir göndermeydi maskesi… Elbette kim olduğunu anlamıştım, Lofn olması yanında beni kurtaran kahramanımın ta kendisiydi.
En alt basamağa varınca durdu; daha fazla yaşlaşmayıp aramızda yaklaşık kırk-elli metre mesafe bıraktı. Ben dâhil hepimiz olduğumuz yerde tereddütle kıvranıyorduk; ona yaklaşmanın doğru olup olmayacağı konusunda bir paradoks yaşıyorduk. Kim olsa titreyip korkardı, neticede karşımızdaki bir tanrıçaydı. Beynim ayaklarıma ona doğru yürümesini emredince birkaç adım attım. Elimde değildi; ona doğru sürükleniyordum, nedense onu bağrıma basacak hislerle. Oysa o, beni olduğum yere mıhlayacak olan ilk tepkisini vermekte gecikmedi; sesini hiç kullanmadan yalnızca iki elini kaldırarak durmamı söyledi. Hemen ardından Kâhin’e çevirdi başını, sol eliyle onu yanına çağıran bir hareket yaptı. Elbette ki bu kadimin muhatabı bir kâhin olacaktı. Sónata ile buna şaşırmamıştık, ama Kâhin bunu hemen beklememiş olacak ki, ona doğru titreyerek yürürken az kalsın bayılacaktı. Kâhin varınca yanına, onun kulağına eğilip bir şeyler söylemeye başladı Lofn. Oysa Sónata ve ben sadece ikisinin fısıldayışlarını duyabiliyorduk; neler döndüğünü anlamaya çalışarak merakla beklerken, tansiyonlarımız neredeyse bir inip bir çıkıyordu. Hayvanların hislerinin gücü insanınkini aşardı, bu yüzden Mirja içgüdüsel hisleri bakımından bizden çok ötedeydi; her şeye hâkimmiş gibi rahat; yanımızda oturup olanları izliyordu.
Birkaç dakika sonra, bize doğru dönüp seslenerek konuşmaya başladı Kâhin. Aslında daha çok bana hitaben, Lofn ile aramdaki iletişimde bir köprü misali aracılıktı bu yaptığı. Çenem titrerken, gözlerimden yaşlar inerken dinleyecektim bana dediklerini. “Seninle direkt konuşamazmış, çünkü bu evrenin döngüsüne ihanet olurmuş. Sana şunları aktarmamı istiyor ve diyor ki, “Sevgili Veera! Ben de, tıpkı Netta gibi olan, kimsenin kimseye, hatta tanrıçalara bile artık diz çökmesine gerek duyulmayan, eşitlikçi bir yerden geliyorum. Ve ben de senin gibi aynı rotada seyahatteyim. Müdahil olmak zorunda kaldım, çünkü seyahatin boyunca öyle kötü vaziyetteydin ki, dolaylı yoldan intihar etmeyi bile düşünüp beni üzdün, böylelikle mecburen ben devreye girdim ve önündeki engelleri aşman için yardım etmeden duramadım. Niyetim seni delirtmek değil. Niyetim sadece, sağ salim eve, sevdiklerine geri dönmeni sağlamak. Ne yaparsan yap, seyahatini tamamladığını hissettiğin an geri dön; dönmek zorundasın. Hislerinin sana göstereceği rotadan sapma, fazla kurcalama; ne zaman yardım edersem edeyim sakın sorgulama ve yardımlarımı kimseyle paylaşma. Fazla düşünüp anlamaya çalışma, çünkü zamanı gelince her şeyi anlayacaksın ve atılman gereken yolculuklar konusunda korkmayacaksın. İkimizin seyahati nihayete erdiğinde gerçekten buluşacağız ve bu maskeyi çıkarmış olacağım.” İşte bunları söylememi istedi,” dedi Kâhin bir tercüman gibi, eksik bir şey var mı diye de ondan onay bekledi.
Eğer böyle diyorsa, beni iyi tanıyordu ve kesinlikle geleceğim hakkımda bildiği şeyler vardı. İsteklerini sorgulayamaz, her ne kadar insandan farkı olmasa da bir tanrıçaya kafa tutamazdım. Ona sormak istedim sevgilim, “Bir gün kavuşacak mıyız sevdiğim kadınla, söyle bana?” diye haykırarak sormak istedim, ama kitlendim. Lofn o an, Kâhin’e bir şeyler fısıldadı, Kâhin aynen bana aktardı. “Eeva için sana söyleyeceğim tek şey, umudunu ve aşkına inancını kaybetme olacaktır. Onu kaybetmiş olduğunu sansan bile…”
İç seslerimin ona kadar ulaştığını, beni duyduğunu düşünerek, “Tanrıçalar aşkına!” deyip kaldım; asıl umurumda olan cevabı almıştım. Oysa bambaşka bir soru vardı aklımda, sormak için içten içe yanıyordum. Sanki yansımammış gibi birbirine benzeyen ve kesişen aşk çizgimiz benim için bir emsal, bir ilham değeri taşıyordu. Onun aşk kaderindeki akıbeti merak ettiğimden, direkt sormaya cüret etmeliydim. Ne ima ettiğimi, kimden bahsettiğimi anlayacağına emindim, dolayısıyla çekinmedim. Heyecanla seslenerek, “Onu buldun mu? Seninle birlikte beni kurtaran kadının o olduğunu söyle bana ne olur? Başka biri olmadığını; o olduğunu söyle!” deyiverdim.
Başı öne düştü; inancını yitirmiş, terk edilmiş bir âşık; daha çok masum bir çocuk gibi. En azından ben o vakit öyle sanmıştım. Onun boynunun büküklüğü, o anlığına tarifsiz bir hayal kırıklığı yaşattı bana. Tam da kalbime bir çekiç iniyor, paramparça ediyordu ki, merdivenlerin başında altın maskesiyle o görünür görünmez ve onun kim olduğunu anlar anlamaz, aşklarının yüceliği, efsaneliği karşısında diz çöker vaziyette buldum kendimi. Nitekim başarmışlardı; düşmüşler ama kalkmışlar, ayrı kalsalar da birbirlerine kavuşmuşlardı. Aksi durumu beni mahvetmekle kalmaz; aşkın mucizelerine dair inandığım her şeyi yerle bir ederdi. Hiç şüphesiz Lofn’un o anki boynunun bükük vaziyeti, ızdırabına şahit olup onunla birlikte aynı hisleri yaşadığımı bilmesi ve buna üzülmesinden olsa gerekti.
Aslolan kadını anlatmak gerekirse; ortaya çıktığı an gözlerimi büyüleyip, buzulların orta yerinde yemyeşil ormanların fışkırdığına dair bana halüsinasyonlar gördüren kadını betimlemek gerekirse… Tıpkı Lofn’un üzerindekiler gibi simsiyah kıyafetler içinde, merdivenlerin başında belirivermişti altın maskeli kadın; o ki, sevdiğine geri dönmüş olan cumaların ilahi kadını; o ki, aşkına sahip çıkmış olan altın zırhlı en büyük tanrıça. Ve basamakları iniyordu yavaşça, aşkıyla gurur duyarcasına göğsünü geren güçlü, büyülü, adaletli, bereketli endamıyla. Sevdiğinin tam arkasındaki ikinci basamakta durunca, bir elini koydu onun omzuna; sanki tüm kudretiyle dururcasına âşıkların portresi için poza.
Hepimiz bakakaldık verdikleri bu mutlu ve umutlu poza; baktıkça baktık dakikalar boyunca. Kâhin onu görür görmez, sendeleyerek gerisin geri adımlar atmıştı. Sónata zaten başından beridir şahit oldukları karşısında tek kelimeyle donakalmıştı. En yürekli tabii ki Mirja idi; aklındaki kim bilir neydi bilinmez, en büyük tanrıçayı görür görmez ona doğru hareketlenmişti.
Artık gidiyor olduklarını, ikisinin el ele tutuşup arkalarını bize dönmelerinden anlamıştım. Gitmelerini istemiyor, titrek gözbebeklerimin gerisinden yalvarıyordum. İlaveten imrenerek bakıyorken onlara, kalbimin ta içinden seslendim sana. “Ah sevgilim, biz de onlar gibi kavuşmayı başarabilecek miyiz acaba?” Bu seslenişim ta Lofn’a kadar ulaşmış gibi; arkasına dönüp işaret diliyle dedi ki, “Neticede gelecek çok önceden değişti; geçmiş de değişiyor. Hem de senin aşkla yaratma gücün sayesinde.”
Ah sevgilim, geri gel bana; sana olan aşkım, gümüş bir zırh kadar sert ve ilahi… Ah sevgilim, geri gel bana; sana olan aşkım, tek bir kül zerresi kadar narin ve yalın… Ah sevgilim, geri gel bana; sana olan aşkım, merhametli bir tanrıçanın kalp kapıları kadar sonsuz ve efsanevi… Ah sevgilim, geri gel bana; Gerçeğine; Veera’na.
(Bu bölümün kaldığı yerden devamı kasım ayında 8.bölüm ile yayınlanacaktır.)
(Bu yazı dizisi, roman kahramanı Veera’nın, çıktığı uzun seyahat süresince sevgilisi Eeva’ya yazdığı mektuplardan oluşmaktadır ve Diğer Evrenin Senaristi romanı yan hikâyesidir; ayrıca bu romanın devamı olan Diğer Evrendeki Kadın ve Parçalanmış Yansımalar romanlarına göndermeler ve detaylar barındırmaktadır.)
Şeyda AYDIN, Diğer Evrenin Senaristi, İkinci Adam Yayınları, 1.Baskı, 2018 Aralık – 2.Baskı, 2021 Mart
Şeyda AYDIN, Diğer Evrendeki Kadın, İkinci Adam Yayınları, 1.Baskı, 2019 Şubat
Şeyda AYDIN, Parçalanmış Yansımalar, İkinci Adam Yayınları, 1.Baskı, 2019 Eylül – 2.Baskı, 2021 Ağustos