Bırakın Delirsin Ophelia’lar // Fatma Leylâ Ak

“Yeniden merhaba diyeceğim güneşe
Gövdemde akan nehirlere
Bulutlar gibi uzayıp giden düşünceme
Benimle birlikte kuru mevsimlerden gecen
Bahçemdeki ağaçların hüzünlü büyümesine
Gecenin kokusunu hediye eden kargalara
Yaşlılık biçimim olan ve aynada yaşayan anneme
Tekrarlanan şehvetimle döllenen yeryüzüne
Yeniden merhaba diyeceğim
Geliyorum, geliyorum, geliyorum,
Saçlarımla: Yeraltı kokularının devamı
Gözlerimle: Karanlık tecrübesiyle
Duvarların ötesinden kopardım dallarımla,
Geliyorum, geliyorum, geliyorum,
Ve aşkla dolu avluda bekleyen kıza
Yeniden merhaba diyeceğim.”

Yaşadığı çağın ve toplumunun cesur kadını olarak bilinir Füruğ. Aşkları da dizeleri gibi yücedir ki okuyunca yüreklenir insan. Hareket etmek istersiniz, sahiden merhaba demek istersiniz; belki bir sevgiliye, belki güneşi koynunuza alıp uyuduğunuz bir sabaha, şehvetinizle döllenen yeryüzüne… Her harfi belirgin ve biraz yumuşakça söyleyince bir müziğin içinde hissettiren ‘Merhaba’ kelimesinin ardından yayılsın istersiniz; o dizedeki cesaret. Ruhunuzu tutsak bedeninizden sıyırmak istersiniz. Füruğ tutkusunu şiiriyle haykıran kadın… Kim bilir kaç yüreğe kendi mısralarıyla “Ateşin de var öyle ise ne duruyorsun, at kendini denize” sözlerini yaşattı. Ah! Her zaman ateşlendirir insanı, bir başkasında gördüğü tutkularını yüreklice yaşama şöleni; gülme, koşma, dans etme, okuma, anlatma, sevişme, mutlu olma, yaşama tutkusu, yaşama…

Sir John Everett Millais, Bt 1829–1896 Oil paint on canvas
Sir John Everett Millais, Bt 1829–1896 Oil paint on canvas

Tıpkı François Ozon’un Jeune et Jolie filmindeki Isabelle gibi… Lars Von Trier’in Breaking the Waves filmindeki kadın karakteri Bess gibi… Her iki filmde de beni derinden etkileyen bir kadının kendi tutkularının peşinden yüreklice gidebilmesiydi. Belki etkilenişimin sebebi; içinde bulunduğumuz Orta Doğu toplumunda yetişmiş ve kabuğumu bir taraftan severken bir taraftan da o kabuğu erken yaşlarda kırabilme yolculuğumu bildiğimdendir. Genç ve Güzel filminde Isabelle’i hep başkalarının gözünden izleriz. Ozon bize kadının iç dünyasına dair hiçbir şey söylemez. Yine de biz tahmin yürütmekten vazgeçmeyiz. Bir kadına ne çok yapılır bu tahmin yürütmeler ve ne çok tanıdık geliyor değil mi? Isabelle ilk cinsel deneyimi esnasında kendisini dışarıdan izlediğini görür. Bu sahnede iki izleyene rastladığımızı düşünüyorum; birincisi toplumun ahlak normları, ikincisi ise Isabelle’in kendini başkada keşfediyor olma bilincinde özgürleşen kendisi. Zamanla bu kadın kendi keşfinde cinselliğiyle bir güç elde eder ve Ozon bu gücü gösterirken; varsa katı ahlak normlarınız onları bir kenara bırakıp, o tutkulu yolda kadına hayran kalıp öyle izlemenizi sağlıyor. Lars Von Trier’in Bess’i ise tıpkı Isabelle gibi ilk cinsel deneyimini yaşadığında yüzündeki ve ruhundaki ifade değişiyor. Coşku ile karşılıyor kendisini. Fakat Bess, Isabelle gibi kimlikte belirlenen özgür yaşı alırken değil de evlendiği gece kendi bedenini keşfedebiliyor. Nedeni ise Bess’in oldukça dindar bir kasabada yaşıyor olması. Onun neşesi bile bir kadında olması gerekenin çok ötesinde bulunuyor. Bess bu yargılamalar yüzünden sık sık kiliseye gidip tanrısı ile konuşuyor. Ona yalvarıyor hatta sevişirken aldığı haz için bile tanrısına defalarca minnet duyduğunu dile getiriyor. Tek yargılanmadığı kişi biricik aşkı Jan, onun üzülme biçimine bile eşlik ediyor. Bir şeye beraber üzülmenin ötesinde bir şey bu; aynı ruhta üzülmek… Ben seni yargılamıyorum demekten daha anlamlı. Böyle kuvvetli anlaşılma hissini kaybetmek istemeyen kadın, eşini çalışmak üzere kendinden uzağa göndermek istemiyor. Hatta ardından sahiden mahvoluyor. Üzüntüsü bile fazla bulunuyor. Toplum aşkı yaşayışımıza da ne çok karışıyor değil mi? Bess’in ailesi ve etrafındaki insanlar, onu zihninin ve ruhunun hasta olduğuna inandırmaya çalışıyor. Hastaneye gittiği bir gün doktor, Bess’ e şu sözleri söylüyor:

“Belki memleketinde hissettiklerini göstermek normal karşılanmıyor ama bu kesinlikle bir hastalık değil”

Dinlerin toplumu nasıl yozlaştırdığını, birilerini kolayca ötekileştirdiğini, saf dışı bıraktığını bu  kadın üzerinden çok iyi işliyor Lars Von Trier. Ve Trier’in Bess’i eşinin kaza geçirmesi sonucu bu topluma rağmen aşkını yaşatma tutkusunun peşinden ölene kadar gidiyor. Bunu kimi zaman kilisede tanrıya dua ederken yapıyor; kendi tanrısı kendisi oluyor, bir anda duası için tanrı dilinde kendisini ikaz ediyor. Bazı dua sahnelerinde kadın kendisiyle bir tanrı gibi konuşurken oldukça sert, biraz erkeksi, insanların dilinden konuşuyor. İnsanlar da en çok tanrının gazabını konuşur, o da gazabın diliyle cevaplıyor dualarını. Kimi zamanda aşkını yaşatma tutkusunun peşinden kendisine zarar verene dek gidiyor. Neticede fazla neşesi ile bile yargılanan, ölene dek yalnız bir tutkunun peşinden giden kadın; kıyafetiyle, gülüşüyle, korkularıyla, arzularıyla, deneyimleriyle yargılana yargılana öldüğünde din adamları tarafından cehennemlik ilan ediliyor. Neyse ki onu cehenneme gönderme hakkını kendinde görenler değil uğruna öldüğü aşkı uğurluyor. Üstelik filmin sonunda çanlar Bess için çalıyor.

Bess tıpkı Ophelia gibi aşkı ve tutkuları için en sonunda kendini düşünmeden acıya bile koşarak giden bir kadın haline dönüşmüştü. Peki ne değişti Shakespear’ın Ophelia’sından bu yana? Hala kadın olmanın zorluklarından konuşmuyor muyuz? Öyle ki artık kendi tercihimiz olmayan cinsiyetimizle başardığımız her şey için övünecek noktaya getirilmedik mi?

Freud “insanların mutluluğa yöneldiklerinin, mutlu olmak ve öyle kalmak istediklerinin” altını çizerken, Bu isteğin iki yüzü olduğunu da söyler; biri olumsuz biri olumlu amaç; Bir yandan acıdan ve neşe yoksunluğundan kaçınmak bir yandan güçlü zevklerin peşine düşmek.”1 Bırakalım tutkularının peşinden gidenlere acımayı da hala karmaşalar içinde yoz kültürün tutsaklarını düşünelim. Bırakalım kalkan başları reddedip, baş kaldırmaktan delirecekse delirsin Ophelia’lar.


1 Serge Lesourd. Özne Nasıl Susturulur? Doğu Batı Yayınları 2018

Fatma Leylâ Ak, sanat tarihçi kent, bellek ve sanat üzerine yazar.