Döngü Sergisi Üzerine Ayşegül Sarıgül ile Söyleşi // Fatma Leylâ Ak




Doğa hızlı adımlar atmaz.
Stefan Zweig


Doğa üzerinde ne zaman kendi hükmümüzün sürdüğünü sanıp onun kendi döngüsünü yok saysak doğa bize uzun sabrının ardından yanlış dairenin içinde dolaştığımızı hatırlatıyor. İnsan ne denli vahşi bir varlık olduğunu, tüketme ediminin sonu gelmediğini, yaşadığı evine verdiği zararı kendisi doğadan yara aldığı vakit anlıyor. Doğada açtığı her yara bir gün elbet onunda yarasına dönüşüyor. Kendi vahşiliğiyle yüzleşiyor fakat yine de uslanmıyor bu hayvan. 

Ayşegül Sarıgül
Ayşegül Sarıgül

Gru Sanat Galerisi, insan – doğa ilişkisi ve bu ilişkinin geldiği son noktada insanın egemenlik kurma çabasını inceleyen Döngü isimli grup sergiye 24 Eylül-20 Kasım tarihleri arasında ev sahipliği yapıyor.

Farklı disiplinlerdeki eserleriyle sekiz sanatçının yer aldığı sergi 24 Eylül-20 Kasım tarihlerinde Urla’daki mekanında izleyiciyle buluşuyor. Ahmet Duru, Berna Dolmacı, Emre Celali, Maze Sürer, Mehmet Can Özer, Mert Acar, C. Nazım Arslan ve Nursun Hafızoğlu’nun çalışmaları Ayşegül Sarıgül‘ün seçkisinde bir araya geliyor.

Döngü sergisinin küratörlüğünü üstlenen Sevgili Ayşegül Sarıgül’e bu söyleşi için teşekkürler.

Doğa ve insan üzerine kurguladığın bu seçkiyi nasıl oluşturduğundan bahsedebilir misin?

İnsan ve doğanın karşıklıklı etkileri üzerine düşünürken, insanın doğaya tahakkümüne takılıp kaldım. Döngü sergisini insanın doğayı umarsızca tahrip etmesi durumundan yola çıkarak, bir taraf bu zarardan dolayı yok olsa geriye ne kalıyor gibi sorular üzerinden kurgulamak istedim. Bu süreçte doğayı konu alan farklı disiplinlerden sanatçıların doğanın farklı unsurlarını içeren eserlerinden bir seçki yapmaya giriştim. Sergide insanın kendisinden ziyade etkilerini merkeze alarak seçkinin ortak temasını oluşturdum. Eserlerde insanın kendisini görmediğimiz halde, etkilerini görerek güçlü bir şekilde varlığını hissettiğimiz işlerden bir seçki oluşmuş oldu böylece. Bazı işlerde insana ait bir araç görüyoruz, bazısında bir davranış veya iz. Doğanın parçası olan insanın, doğada etkilerini ya da yansımasını görmek şaşırtıcı bir şey tabii ki değil. Öte yandan eserlerde görmediğimiz insan, yok oluş ve sonrası üzerine düşünmek için bir alan açıyor.

Seçkide yer alan sanatçıların eserlerindeki konuya yönelik hangi söylem seni etkiledi?

Berna Dolmacı, Kahverengi, Fotoblok üzerine kolaj_ 50x70_ 2015
Berna Dolmacı, Kahverengi, Fotoblok üzerine kolaj_ 50x70_ 2015

Berna Dolmacı ‘Kahverengi, Mavi, Yeşil’ Üçlüsü

“Ruh, maddeler dünyasından kaçmak ve öze dönmek ister.
Öz ise temelini sorgular,
Ruh doğaya teslimiyetini sunar.
Ruh, taştadır.
Ruh, topraktadır.
Ruh, gökyüzündedir.
Ruh, sudadır.
Ruh, yeşildedir.”
Berna Dolmacı’nın dağ, orman ve deniz kolajlarından oluşan üçlemesi, az önce bahsettiğimiz hükmetme ve tahrip etme durumunu bir kenara bırakarak özde olan bütünlüğü ve güzelliği simgeliyor.

Nursun Hafızoğlu ‘Kurtarıcılar’ Serisi

“Kent – doğa ilişkisi, insanın büyüme hırsının sebep olduğu, doğanın en küçük parçasına kadar hayatta kalmak için mücadele etmek zorunda olduğu bir ilişki”
Kurtarıcılar, Nursun Hafızoğlu’nun Yersiz Yurtsuz serisinden bir bakıma ayrışan, isminden de anlaşıldığı üzere umut içeren bir seri. Kurtarıcılar serisinden dört iş yer alıyor sergide. Var oluşları ya da yok oluşları pek de önemsenmeyen canlılardan yani doğanın küçük parçalarını simgeleyen böceklerden oluşuyor bu seri.

Mert Acar, Absence Series Part II, 2021-2022, Ed 3+1AP.
Mert Acar, Absence Series Part II, 2021-2022, Ed 3+1AP.

Mert Acar ‘Absence II Serisi’

“İlk üretime başladığım zamanlarda geçiş peyzajlarına (transitional landscapes) odaklanmıştım. Kent ile kırsal arasında kalan bu alanlarda terk edilmiş yapılar doğa tarafından ya tekrar ele geçiriliyor ya da kentin genişleme hızıyla orantılı olarak zamanla kente dahil oluyor. Bu seride de bu mekanlarla kurduğum ilişki aslında o an oldukları durum içerisinde kente mi doğaya mı karışacakları belli olmayan bir şimdide sanki arafta sıkışmış gibi görünüyor. Geçiş peyzajlarının geçici ve durağan doğası geçmişteki halinin ve gelecekteki halinin bilinmezliği arasında kalıyor. Doğa bu noktada dönüştürücü bir güç olsa da mekanı tamamen yok edip bünyesine katmak yerine hibrit bir çevresel fenomene dönüşüyor diyebilirim.”
Mert Acar’ın iki adet siyah beyaz fotoğraf işi sergide yer alıyor. İşlerden birinde doğanın kendisini gerçekleştirmesinin aheste sürekliliği olarak değerlendirdiğim insan müdahalesiyle oluşturulmuş mekanların kullanım dışı olmasıyla beraber, doğanın onu varlığıyla yeniden kaplamaya başlaması bu ikilinin ilişkisinin dinamikleri görülürken, diğer fotoğrafta insan yapımı plastik bir sandalyenin doğayla kurduğu tezat ilişki dikkat çekiyor.

Ahmet Duru ‘İstilacı Bitkiler’ ve ‘Bitki I’ Serisi

“Doğanın kendini yenileme “ritmiyle” hızıyla, sistemin kendini yeniden üretme hızı arasındaki uyumsuzluk”
Ahmet Duru’nun İstilacı Bitkiler ve Bitki I serisinden çizimleri, doğanın varoluşunu gerçekleştirme döngüsü ile ilişkili olarak insanın yaşam döngüsünü ve istila etme eylemini düşündürüyor. Doğayı istila eden insanın yerinde, Duru’nun işlerinde istilacı tür olarak adlandırılan yayılmacı bitkileri görüyoruz.

Emre Celali ‘Parçalama’ Serisi

“Bu manzaralar, bizlerin bir otoportresi olarak görülebilir.”
Emre Celali’nin kuşbakışı gördüğümüz manzara resimleri, insan müdahalesinin nispeten masum görünen tarafını temsil ederken, diğer yandan aslında doğaya nasıl majör bir müdahalede bulunduğumuzu düşündürüyor.

Gru Sanat Galerisi
Gru Sanat Galerisi

C. Nazım Arslan ‘Memory and Actuality’ Serisi

“Güncel salgın sürecinin yarattığı izolasyon halinde insan, doğaya ilişkin anıları ile bütünleşmeye çalışırken hafızasında oluşan kurgu dijital verilerdeki bozulmalarla paralellik gösteriyor.”
C. Nazım Arslan’ın ‘Memory and Actuality’ dijital ortamda bozulmuş fotoğrafların hafızanın gerçekle olan ilişkisini ele aldığı bir seri. Bu işleri yaklaşık 2 yıl önce görmüştüm ve Döngü sergisi üzerine düşünürken ‘hafızamın’ derinliklerinden çıktılar. 32 parçadan oluşan seri karşılıklı yerleştirildi ve serginin ikinci kısmına girerken bir koridor oluşturarak izleyiciyi dijital bir dünyaya sokuyor. Seri; piksel piksel görünen doğanın, bozulmuş anılardan ibaret olduğu izlenimini veriyor. İnsan, bu bozulmalarla doğayı hafızasında belki de düzelemeyecek bir anıya dönüştüyor.

Maze Sürer ‘Hiç Bir Yerin Ortasında/6’

“Topluluk yaşamının kaotizminde ‘kendiliğini’ yaşayamayan bir insanın ruhu, tıpkı ölmüş olmasına rağmen nesnel varlığını sürdürmeye devam eden bir ağaç gibi ıstırap içindedir”
Maze Sürer’in ıssızlığın ortasında terkedilmiş manzaralar içeren heykelleri doğanın hafızalarda bozulup yok olmasından bir adım ileriye giderek yokluğun güçlü bir temsilini yapıyor.

Mehmet Can Özer ‘Leibniz’e’

Gerçek hayatta duymaya alıştığımız sesler bağlamlarından kopartılarak tınısal olarak birbirleriyle ilişkilendirilmiştir. Bunun temel amacı, edinimlerimizle oluşan bilinçaltı kodlarını müzikal bir bütünlük içinde tetikleyerek, çok farklı uyaranlarla birlikte sunmak ve dinleyicinin daha önce yaşamadığı tınısal bir deneyim yaşatmaya çalışmaktır.”
Serginin tamamına yayılan ses yerleştirmesi, dijital olarak algılanan seslerin arasında zaman zaman duyduğumuz insan ve doğa seslerinin gerçekliğiyle şüphe yaratan tekinsiz bir atmosfer yaratıyor. Doğal olan ve olmayan arasında bir gerilime yol açıyor.

“Metinde de yer verdiğin Val Plumwood’un “İnsanın doğa ile ilişkileri sadece etik değil aynı zamanda politiktir.” Sözünden yola çıkarak düşünüyorum bu politikleşme de bir hiyerarşi söz konusu ve insan kendisini doğadan üstün tutarak onun üzerinde hüküm sürmeye çalışıyor. İnsanın bu ilişkiyi kurma sebebi ne olabilir ve güncel sanatın bu konu karşısında duruşunu nasıl değerlendiriyorsun?

İnsanın bu ilişkiyi kurma sebebini kendi üstünlüğüne olan inancı olarak görüyorum. En doğa dostu olanımız bile -buna kendimi de dahil ediyorum- bazı konfor ve lüksleri kendinde hak görerek doğada tahribata yol açıyor ve bunu bir tahribat olarak bile değerlendirmiyor. Evimizde hiç çamaşır suyu kullanmadık veya plastik atığa yol açmıyoruz diyebilir miyiz? Ama tabii ki bunlar ‘normalleşmiş’ durumlar… Keşke yapmasak diyerek geçiştiriyor, üzerinde durmuyoruz. Günümüzdeki eleştiriler daha çok rant uğruna kesilen ağaçlar, çevreyi kirleten fabrikalar, ışık kirliğine yol açan şehirler ve aklına gelebilecek bütün olmamalı ya da değişmeli dediğimiz doğayı tehdit eden insan eylemleri ve alışkanlıkları etrafında yoğunlaşıyor. Yani büyük etkileri olan, geçiştiremediğimiz boyutta olanlar. Demek istediğim doğaya zarar anlayışı kişiden kişiye değişiyor, her topluluğun veya bireyin kendine göre bir sınırı var. Konu bir noktada bencilliğe dokunuyor illaki. Bu yüzden insanın bu ilişkiyi kurma sebebinin bireyin varoluşundan gelen bir durum olduğunu reddetmek pek de mümkün değil. Güncel sanatın konuyla ilgili tavrına gelecek olursak, insanların çoğuna dert olan bu konu güncel sanatın temel konuları arasında yerini alıyor tabii ki. Doğa dostu malzemelerle yapıtlar ortaya koyan sanatçılardan tamamen doğal malzemeler kullanarak üretim yapanlara, konuya dikkat çekmek için çalışmalar yapanlardan ekolojik farkındalıkla ilişkili kültür ve sanat projeleri ve iş birliklerine, büyük bir çaba var ortada. Farkındalığın oluştuğunu gösteren projelerin ve çözüm üretme amacıyla atılan adımları görmek çok umut verici. Ama belirttiğim gibi, bunu yaparken bireysel eylemlerimizde nerede durduğumuz konusunda kendimize sorular sormalıyız diye düşünüyorum.

İnsanın doğa üzerinde sürekli hüküm sürmeye çalışması kendini üstün görme, doğayı dilediği gibi tahrip etmesi karşısında doğa Herakles gibi bize okunu fırlatıp üzerimizden aşmaya kahramanlaşmaya çalışıyor. Sence doğanın Heraklesleşmesi ile döngü değişti mi?

Doğaya yenildiğimiz çok zaman var. Örnek olarak son dönemde içinden geçtiğimiz pandemi süreci veya yakın zamanda tecrübe ettiğimiz Marmara denizindeki müsilaj kabusu verilebilir. O zamanlarda silkelenip kendimize geliyoruz zaten. İnsan olma kibirini bir kenara bırakıp, doğanın karşısında küçülüyoruz. Yine de bu duruma doğanın Heraklesleşmesi diyemiyorum. Doğa zaten her şeye rağmen şu an da var, geçmişte de vardı. Kahramanlaşmadı ya da insana yenilmedi, yenilmiyor. Kendi döngüsüne kendisini gerçekleştirmeye devam ediyor. Bunu ısrarlı bir varoluş olarak nitelendiriyorum. Ama bana sorarsan verdiğimiz zarar doğa tarafından artık tolare edilemez noktaya geldiğinde, biz yeryüzünden silineceğiz. Bunu doğa yapmıyor ama biz bir şekilde beslendiğimiz göbek bağını kesiyoruz. İşte o zaman dolaylı yoldan Heraklesleşmesinden bahsedebiliriz. Döngüde, bir yerde bozulma başlıyor. Bizim senaryomuzda döngü tamamlanmıyor yani daire tam olarak birleşmiyor, maalesef.


Gru Art Gallery

Yenice Mah., Park Sk. No: 8/4-5 Urla, İzmir, Türkiye

Fatma Leylâ Ak, sanat tarihçi kent, bellek ve sanat üzerine yazar.