Sıla Yalazan
Sıla Yalazan

Sıla Yalazan’ın Objektifinden Görünenler Üzerine Söyleşi

3 Ocak 2025

Fotoğraf sanatçısı Sıla Yalazan, etnik kökene, cinsel yönelime, cinsiyete, sınıfa ve siyasi inançlara dayalı her türlü ayrımcılığa karşı mücadele eden ötekileştirilmiş toplulukların direnişini belgelemeye odaklanmış işleriyle başlamış. Mevcut çalışmalarında ise odağını feminizm, kadınlık ve umut temalarına kaydırmış. Bunları kurgu, rol yapma ve görsel hikâye anlatımının bir kombinasyonu aracılığıyla keşfeden sanatçının objektifi artık daha çok kadınların katmanlı deneyimlerini ve yaşadıkları sessiz mekanları derinlemesine inceliyor. Kurgu tekniklerini kullanarak kişisel ve kolektif anlatıları yeniden hayal ediyor, gerçekliği ve hayal gücünü harmanlayarak dayanıklılığı ve varoluşun geçici güzelliğini vurguluyor.

Yaşamı yeni bakış açılarıyla yansıtmanın dönüştürücü gücüne inanan Yalazan, adaletin ve çocukların masumiyetinin önemini vurgulamaya devam ediyor. Gelişen uygulamaları kadınların gücünü, karmaşıklığını ve yaratıcılığını övüyor, iç gözlem, umut ve özgürleşme için bir alan sunuyor. Biz de kendisiyle bir araya gelip üretimleri, şimdiki ve gelecek projeleri üzerine çok keyifli bir söyleşi yaptık.

Merhaba Sıla. Önce klasik bir soruyla başlayalım istiyorum. Seni tanımayanlar için bize bu işe nasıl başladığını ve fotoğraf ilginin nereden geldiğini biraz anlatır mısın?

Aslında Floransa’dan dönüşüm öğrencisi olarak gittiğim New York’ta Moda Tasarımı eğitimi aldım. Daha sonra Güney Afrika’da Güzel Sanatlar Desen ve Grafik Tasarım okudum. Avustralya’da da Görsel Sanatlar üzerinde eğitimime devam ettim. Bir süre moda sektöründe çalışmış olsam da bana göre olmadığını fark ettim. Fotoğrafa olan ilgim ise annemin yaklaşık 15 yıldır faal olan Tarlabaşı’ndaki dükkânı sayesinde başladı. Oraya gide gele semtin sokaklarının, insanlarının ve çocuklarının fotoğraflarını da çekmeye başladım. O dönem sosyal medya hesabım bile aktif değildi, tamamen kendim için çektiğim fotoğraflardı. 2016 yılında profesyonel bir iş olacağını düşünmeden kendim keyif aldığım için çıktığım bir yolculuktu fotoğraf. Çevremin yönlendirmeleriyle profesyonel bir nitelik aldı. Çünkü aslında fotoğraf benim için meditasyon gibi bir şeydir, bazen fotoğrafı sadece çekip geriye dönüp bakmadığım bile olur benim. 

Bir yandan da bu durum çok doğal bir merak ve tutkuyla başladığını gösteriyor fotoğrafçılığa aslında. Tarlabaşı da bunun için mükemmel bir doğal stüdyo ya da plato diyebilir miyiz?

Çok sevdiğim ve kendimi çok özgür hissettiğim bir yer Tarlabaşı. Benim için özel bir yer. Bir de hem yalnız olmayı hem de çocuklarla iletişim halinde olmayı seven bir insanım. O yüzden burada kendi kendime bir eğlence olarak başladı bu fotoğraf süreci. Daha sonra Avustralya’dan bir arkadaşımın burası ile ilgili bir kitap çıkarmayı istemesiyle iş ciddiye binmiş oldu. Tarlabaşı ve Gezi fotoğrafını çıkardık birlikte. Fotoğraflarını ben çektim o projenin. O dönem analog çekiyordum ve sokak fotoğrafçılığı yapıyordum. Sonra başka bir şeye evrildi.

Sonraki fotoğraf projelerinde biraz daha moda tasarımı ve diğer eğitimlerinin etkisini görüyoruz gibi.

Evet, daha çok tasarım eğitimimi ve önceki birikimlerimi kullanmış oldum. Zaten artık Tarlabaşı’nda aynı türden sokak fotoğrafları çekmenin miadı dolmuştu benim için. Sonuçta belgesel fotoğrafçısı değilim. Kağıthane’de 212 Fotoğraf Festivali için Yasak Oyunlar diye bir proje yaptım. Bauhaus okulundan ilhamla çocuklara kostümler hazırlayarak yaptığım bir sergiydi. Avangard akımına da ilgi duyuyorum. Yıllar önce SSM’deki Rus Avangardı sergisine gitmişsinizdir. Oradaki çok çeşitlilik beni çok etkilemişti. Kostüm, tiyatro, fotoğraf, resim, her şeyi bir arada yapmış olmaları. Ben de oradan yola çıkarak Tarlabaşı’nda benzer bir şey yapmak ve çocuklarla buluntu malzemelerden kostümler hazırlayıp fotoğraf çekimleri yaparak bir anlamda Tarlabaşı’nda avangard anlar yakalamak istedim. Bu projeyi daha da geliştirme planımız vardı ama araya pandemi girdi.

Pandemi sürecinde de aslında benim senin işlerinle tanışmamı sağlayan ve bayıldığım “Tek ve Tenha” serisi ortaya çıktı sanırım. İlk kez bu yıl Aralık ayında İstiklal Sanat Galerisi’nde düzenlenen Vertigo Taslakları adlı karma sergide seyirciyle buluştu o fotoğrafların, değil mi? Biraz anlatır mısın nasıl ortaya çıktıklarını?

Evet, o sergiyle buluştu o fotoğraflar seyirciyle. Pandemiyle birlikte iç mekân fotoğrafları çekmeye başladım. Kendimi çekmeye ve aileden portrelere yöneldim. Biraz da kurgu ekledim. Tarkovsky filmlerinden ilhamla ışık kullanımını dahil ettim fotoğraflara. Hazır bu kadar zaman varken ve zaten her şey bu kadar gerçek dışıyken fotoğraflar da biraz gerçeklikten çıksın istedim. “Tek ve Tenha”, tanıdık yapıların ve değerlerin çözüldüğü, bireylerin kaygı ve umutsuzlukla dolu izole dünyalarda sıkışıp kaldığı bir dönemde ortaya çıkan işlerden oluşuyor. Hepimiz destek ağlarımızdan izole olarak tek başımıza yüzleştik pek çok üzücü durumla ve ezici bir kopukluk hissi yaşadık. Bu durumun fotoğraflarımda da dramatik bir etki olarak ortaya çıktığını düşünüyorum.

Aslında “Ukrayna’dan Sevgilerle” ve “Gözetleme Deliğinden” gibi diğer fotoğraf serilerine baktığımızda da aslında yine o benzer “izolasyon” temasını görüyoruz işlerinde. Yalnız olmayı seven biri olarak pandemi dönemi sana nasıl geldi? Bazılarına iyi bile geldi mesela o dönem. Sen o süreci nasıl geçirdiğini ve nelerden beslendiğini biraz anlatır mısın?

Çok doğru. O tema tüm işlerimde var ve aslında bir anda tüm işlerim organik bir biçimde birleşti. Yalnızlık, sessizlik zaten kendi özel hayatımda da çok sevdiğim bir şey. Dikkat bozukluğu ve hiperaktivitesi olan bir insanım. O yüzden belki de bu durum benim için iç dengeyi de sağlayan bir şey. Fotoğrafçılık benim meditasyonum derken de bunu kastediyorum.

Pandemi başladığında Galata’daki evimde tek başıma yaşıyordum ve bana da iyi geldiğini düşünüyorum. İnsanların durmayı ve kendileriyle vakit geçirmeyi öğrenmeleri açısından çok önemliydi. Bu kadar panik yaratan bir durumun çok olumlu bir yanıydı. Bir de yalnızlık çok negatif, aciz bir şey gibi algılanıyor ve gösteriliyor günümüz dünyasında. Yalnız yemek yiyen, tek başına etkinliğe giden birine hafiften acıyarak, üzülerek bakılmasını falan insan için çok tehlikeli buluyorum. Yalnız hayvanlar, yalnız ağaçlar, yalnız canlılar var. Yalnızlık çok hayatın içinden, çok olağan bir durum. Pandemide o yüzden “bu zaten benim normal hayatım” gibi bir düşünceye bile kapıldım diyebilirim. 😉   

Sonra pandeminin başlarında üvey babamı kaybettik ve ben annemin yanına Beşiktaş’a taşınmak durumunda kaldım. O kayıp ve kaygının bir yansıması olarak “Tek ve Tenha” o evde ortaya çıktı. İç mekân fotoğrafları çekmeye başlamam da öyle oldu. O evin ışıkları ve kendisi de melankolik ve dramatik havasıyla bana katkı sağlayan bir ortam oldu. Zaman zaman ablam ve annemi de model olarak kullandım. O belirsizlik dolu günlerin sosyal, psikolojik ve ekonomik yıkım etkilerinin fotoğraf ve yazılar anlatıldığı “Korona Günlerinde Fotoğraf” adında ortaklaşa bir editoryal fotoğraf çalışması yapılmıştı o dönem. Ona katılmıştım bu seriyle.

Sıla Yalazan, Self Porait, Lone and Secluded
Sıla Yalazan, Self Porait, Lone and Secluded

Fotoğraflarındaki temaların dışında tekniğinden de söz etmek ister misin biraz? Ve fotoğraf alanında ilham aldığın isimlerden?

Tekniğe çok takılan biri değilim. Retouch seven biri değilim. Tüm fotoğraflarımda ışık var ve ışık umudu temsil ediyor benim için. Çok mutlu havası olan fotoğraflarım yok. Hatta karanlık ve melankolik fotoğraflar. David Lynch bu anlamda çok ilham aldığım isimlerden biridir. Onun fotoğraflarındaki ve filmlerindeki karanlık öğeler çok hoşuma gidiyor. Ama sanatının içindeki karanlığı dışa vurma, şiirsel ve yaratıcı bir şekilde dönüştürme yöntemi olduğunu söylüyor. Benim de çocuk fotoğraflarımda bile o karanlık hava hissedilir mesela. Ama hep bir umut da var diye düşünüyorum ve ışık o umudu temsil ediyor.

Çeşitli yaştan kadınları ve çocukları içine alarak iç ve dış mekân fotoğraflarını birleştirmek istiyorum. Evde kurgu yapmayı, role playingi seviyorum. İzleyiciye pas atan biraz belirsizlik olmasını seviyorum işlerimde. Gerard Richter’in resimlerindeki gibi. Ya da Robert Adams’ın fotoğraflarında Amerikan banliyö evlerindeki yandan görünen silüetler gibi bir belirsizliği seviyorum. Vivian Maier’in ışık kullanımı, yalnızlık temalı gizem dolu fotoğraflarını seviyorum. “Gözetleme Deliğinden” serisinde geçici ve genellikle melankolik otel odaları dünyasında feminizm, kadınlık, yalnızlık ve dönüşüm temalarına odaklanmışken Tarkovsky, Virginia Woolf ve Edward Hopper gibi sanatçılardan ilham aldığımı söyleyebiliriz mesela.

Pandemi döneminde Ukrayna’da da yaşadın bir süre sanırım. “Ukrayna’dan Sevgilerle” fotoğraf serisi de o şekilde ortaya çıktı diye biliyorum. O dönem nereden aklına geldi böyle bir fikir ve bu proje nasıl gelişti?

Arkadaşım Odessa’da yaşıyordu ve orada hiçbir zaman tam kapanma yaşanmadığı için beni yanına çağırmıştı. Ukrayna’yı ilk kez 2019’da ziyaret ettim ve coğrafyasına, insanlarına çekildim. Doğası ve kültürüyle çok ilginç, özel ve güzel bir yer. Hatta ben Ukrayna gezegeni diyorum oraya ve orayı gördükten sonra bu savaşı da anlamlandırabiliyorum. O dönemki erkek arkadaşımın bana katılmasını beklerken eski bir Sovyet oteli buldum. Bizim Büyük Londra Oteli gibi biraz. Yüz yıldır hiç değiştirilmemiş iç mekanıyla beni cezbetti ve orada çekim yapmaya karar verdim. Daha melankolik, geçmişi ve hüznü olan yerler ve oteller ilgimi çekiyor. Bu işlerime bir de role playing eklemeye karar verdim. Bu otoportreler ve çevresel çekimler beklemenin yalnızlığını, aradaki alanlarda yaşamayı kucaklayarak bağlantı özlemini de yansıtıyor diye düşünüyorum.

Otel çekimlerinde yine bir yalnızlık teması olduğu gibi bir yandan da yeni bir başlangıç duygusu da var bana göre. Bilinmeyene bir serüven. O odalarda senden önce yaşananlar. Ve büyük bir özgürlük hissi. Evindekinden bambaşka bir ortamda bambaşka biri de olabilirmişsin gibi bir özgürlük hissi. Ayrıca otel odası yalnız olmanın yargılanmadığı bir yer. Hatta yalnızlığın daha “cool” ya da “normal” göründüğü yerlerden. Böylelikle Gürcistan’da devam eden ve şimdi sırada Belgrad olan otel odaları fotoğrafları serisi “Gözetleme Deliği” de ortaya çıkmış oldu.

Pandemi dönemindeki izolasyonun kadınlar ve çocuklar üzerindeki olumsuz etkilerinin yanı sıra farkındalık anlamında olumlu bir tarafı da oldu mu sence? Bir de artık günümüz dünyasında bambaşka izolasyon türleri olduğunu da düşünüyorum. Pandemideki gibi fiziksel olmasa da kalabalıklar içinde yalnızlık ya da dijital izolasyon gibi durumlar bugünün ve geleceğin konuları gibi geliyor bana. Sen ne düşünüyorsun?

Pandeminin kadınlar ve çocuklar için çok ağır bir süreç olarak geçtiğini düşünüyorum. Kadına ve çocuğa ev içi şiddetin en çok arttığı dönemdi. Bir yandan da bir uyanış da oldu tabi ilişkiler anlamında. Herkes ilişkisine bakıp “ben kiminle yaşıyorum” sorusunu kendisine sordu ve birtakım uyanışlar da yaşandı. Ama genel olarak çocuklar için çok üzüldüm çünkü çocuğun sokakta olması gerektiğini düşünüyorum. Kendi çocukluğuma dair hatırladığım en güzel anlar evde değil sokakta geçirdiğim anlardır. Ama dediğin gibi belki de bu dönemin çocukları için sokak yaşamı zaten bitmiş olabilir. Dijital izolasyonun da bir kapanma türü olduğunu düşünüyorum. Yalnızlaşma artık çok yoğun bir şekilde gözleniyor ve artmaya da devam edecek. Dijitalleşme de öyle. Ama burada da bir denge kurulacağına inanıyorum. Hatta yer yer eskiye dönüşler bile olabilir. Yapay zekâ işleri gibi. İnsanda zevk yoksa salt yapay zekâ kullanımıyla sanat üretemez mesela.

Yine dönüp dolaşıp o özgün insan dokunuşunun önemine geleceğiz değil mi? Senin fotoğrafçılığın açısından neyi değiştirecek mesela yapay zekâ? Sonuçta senin gözün ve bakışın var o işlerde. Ya da genel anlamda sanatta özgünlüğün azalmasına, vasatın sanat sayıldığı örneklerin çoğalmasına neden olacak mı sence? Ya da belki de gerçek sanatın daha görünür olmasını mı sağlayacak?

Fotoğraf karelerimi, neyi nasıl gördüğümü değiştiremez. Ama mesela Mimar Sinan’dan bir hocamın da önerisiyle temaları çok benzer olduğu için son projelerimi birleştirmeye karar verdim. Onları nasıl birleştireceğimle ilgili yapay zekadan destek aldım. Bütünsel bir tema ortaya çıkarmak ve kurgu anlamında bana yararı oldu. İfade ve tanıtım konusundaki eksiği kapatabilir ve sanatı ortaya koyuş şeklini değiştirebilir yapay zekâ. Resim de yapıyorum ben mesela. Farklı alanlardaki işlerimi birleştirmek için de yapay zekadan destek alabilirim.

Ama NFT’lerin ilk ortaya çıktığı zamanlarda büyük ve suni bir patlama yaşansa da sanatla hiç ilgisi olmayan pek çok şey de ortaya çıktı ve bu büyük balon aynı çıkış hızıyla sönmüş de oldu. İngiliz fotoğrafçı ve küratör David Campany yapay zekâ ile ilgili bir şey söylemek için henüz erken demişti. Ben de biraz öyle düşünüyorum. Örneğin, ilk dijital makineler çıktığında analog makineyle çekim yapan bütün fotoğrafçılar buna burun kıvırmış ve fotoğraf sanatının biteceğini söylemişlerdi. Gerçekten de hala dijital ne yaparsa yapsın analogla yapılan işlerin sanatsallığının ve güzelliğinin yanına yaklaşamaz. Ama hepimiz artık dijital makineleri de kullanıyoruz, çünkü analog çok masraflı ve zahmetli olabiliyor çoğu zaman. Ama ondaki o bekleyip görme süreci de çok özeldi ve onu özlüyorum.

Bir de dijitalde küçük kazaları yok ediyoruz. Her şey hep en kusursuz haliyle sergileniyor. Eski filmlerde hep bir kusur, hata sayılabilecek bir unsur olur ya hani. Mesela çekim sırasında arkadan bir araç geçer, vs. Editing yoktur o işlerde. Ben o kusur sayılan öğelerin aslında işlere güzellik kattığını düşünüyorum. Ama artık o kazalar yok olmaya başladı. Yeniden analoğa ve yavaş projelere dönme fikri de var o yüzden aklımda.

Yapay zekaya dönecek olursak ihtiyacım oldukça kullanırım, bu fikre kapalı değilim. Ama bir sanatçının gözüyle, becerisiyle, yaratıcılığıyla yapabileceği şeyi birinin sadece direktif olarak söyleyip ortaya çıkarabileceği fikri çok tehlikeli tabi. Yine de sanat dünyasında bunun olacağını düşünmüyorum.  

Çok teşekkürler bu keyifli sohbet için. Önümüzdeki dönemler için aklında heyecan verici projeler olduğunu biliyorum. Umarım onlar için de yeniden bir araya geliriz.

Ben teşekkür ediyorum. Yeni projelerde yeniden bir araya gelmeyi çok isterim.

İmge Tan

İmge Tan, ODTÜ İşletme mezunu olmasına rağmen ağırlıklı olarak yayıncılık sektöründe serbest çalışmıştır. Çeşitli yayınevlerine bağlı olarak çevirisini yaptığı yaklaşık 30 kitap bulunmaktadır. Yıllarca kültür-sanat etkinlikleri, kitaplar ve seyahatler ile ilgili yazılarını paylaştığı kendi bireysel blogu ve çeşitli sosyal medya platformları olmuştur. Son yıllarda ise bu tür paylaşımlarını sosyal medyada kendi hesabında paylaşmaktadır.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Sanat Deliorman
Önceki

Sanat Deliorman’ın Yeni EP’si Aşk Kumbarası Vol. 2 Yayında!

Önder Bekel, "Hınzır", 250x250cm, enstalasyon, 2024
Sonraki

Sanat Yapıtı Bir Okulu Değiştirebilir mi?

Kaçırmayın!

Tomris Uyar ( Fotoğraf: Necmi Sönmez )

Tomris Uyar’ın 4 Kitabı Okurlarla Buluşuyor!

Türk edebiyatının en zarif yazarlarından Tomris Uyar, 23 yıl aradan
Tasarım Parkı

Tasarım Parkı Kurucusu ve Yüksek İç Mimar Nursema Öztürk ile Söyleşi

İstanbul Kadıköy’de konumlanan Tasarım Parkı hakkında ve sanat anlayışı üzerine