Hava karanlık ve yağmurlu en son 2019 yılında çok yakın bir dostumu uğurlarken bu ayda böyle günler süren yağmura rastlamıştım. Bir öyküsünü yazıp yağmuru Haziran yağmurları diye adlandırmıştım hiç yaratıcı olmadığımın farkındayım fakat öncesinde Haziran’da öyle yağmur yağdığına rastlamamıştım. Ya da hatırlamıyordum. Kim bilir 2019’dan bu yana her Haziran ayında böyle sağanak yağmurlar yağdı da ben unuttum, bilmiyorum. Belki de yine bir uğurlama arifesinde olduğumdandır, sağanak bir anının bende dirilmesi. Bugün unuttuğum yerden 2022’den, 2019 yağmurlarını hatırlıyorum. Bindiğim otobüs fakültemin önündeki Adalet Sarayı’nın önünde durduğunda asfalta akan pisliği hatırlıyorum. Yağmur gökyüzündeki kirli havayı aydınlatırken, yerdeki leşin kokusunu da burnuma nasıl taşımıştı, nasıl keskindi o koku unutmuyorum. Bu ülkede o kokuyu artık yağmur yağmasa da her an duyuyorum.
Balkonda iskeleti ağaçtan, eski, rahat bir koltuğun üzerinde oturuyorum. Karşımda dallarına tırmansanız gökyüzüne değeceğinizi zannedeceğiniz bir ağaç var, biraz sağında ise budamak nedir bilmeyenlerin neredeyse köküne yakın kestikleri dut ağacı duruyor, onlara bakıyorum. Yağmura çok mesafeli olduğumu düşünüp koltuktan kalkıp balkonun korkuluklarına yanaşıyorum. Karşı apartmanda bir adam penceresini açıp başını ve ellerini dışarı doğru uzatıp birkaç fotoğraf çekerek hızlıca tekrar içeri girip pencereyi kapatıyor. Arkadaş Zekai dizesiyle bağırdınız mı içinizden? “Pencereyi kapama gök dolabilir içeri.” Bazen gök üzerine nüfuz da etse hücum da etse fark etmeyecek olanlarımız var. Doğayla iletişimimiz bu kadar mı artık? Doğanın canını okuduğumuzdan mı kaçıyoruz? Yoksa büyük kara kedi beton yığınları, doğa ile aramızda sürekli hırladığından mı bir türlü iletişim kuramıyoruz? Galiba her ikisi de.
Yaşadığınız doğa, dünya, ülke ve toplum ile aranızdaki iletişimde unuttuğunuz ya da size unutturdukları şey nedir öğrenmek isterdim. Hayat sürdüğünüz doğanın tahribatına, gün gün değişen şehrin yüzüne, içinde bulunduğunuz toplumda hafızalarınız üzerine dökülen çimento kururken, kültürünüz yozlaşırken, evinizin balkonundan dışarı baktığınızda, toprağa ayaklarınız değdiğinde, çok sevdiğiniz bir yerin önünden geçerken -tabi onlar yok olmamışsa ya da yok etmişlerse- ne hissediyorsunuz? Unuttuğunuz an size kendisini hatırlatan şey nedir? Bazı sorular bitmez tükenmez bir şekilde kendisini zihnimde tekrar ediyor. Belki de bu yazıyı yazma sebebim olan, açtığım her kapıda atıfta bulunmadan edemediğim, hayatımda çokça yer edinen kitaba becerebilirsem saygı duruşunda bulunmak için; Ölüm Terbiyesi’ni deyim yerindeyse hatmetmiş olmamdan yazıyorumdur. Benim anlatmaya çalıştığımı hissettiğimi kuvvetlice dile getirmiş Zeynep Sayın, her okuduğumda sancıma sancı katar var olsun:
“Unutturma, bilinçaltı politikasıdır. Kongo’nun demokratik yolla seçilmiş ilk başkanı olan Lumumba, 1961’de Belçika ordusu tarafından öldürülmüş, izi kalmasın diye asit küvetine atılarak eritilmiştir. Lumumba’yla beraber bir şahsiyetin değil, bütün bir kıtanın, Afrika’nın katledildiğini söyler Jean-Paul Sartre. Umulan medet, Afrika’daki özgürlük hareketine dair hatıralar bütününü silmektir. Asitte eritilmek istenen, Lumumba’nın imgesiyle beraber direnişin belleği ve bu belleğin oluşturduğu ortak bilinçaltıdır.”1
Sürekli dolaşan soruların cevabı, çekilen sancıların nedeni… Bugün yok edilmişler ardından ağıt bile yakmanız istenmiyorsa, hatırlamanın bir silah niteliği taşımasındandır. Unutmak değil mesele. Yeniden hatırlanır, yeniden diriltilir; acı, kayıp, zafer… Mesele unutturulmaya çalışılmasında. Çünkü orada kabir ziyaretine bile gitmeniz önlenir çünkü elinizden o kabir de alınır. Gömülen bir anıyı canlı tutmanız zorlaşır.
Kulağa küpe yap diyen atasözünü belli ki çok ciddiye alıp bazı anılarımı, hatalarımı sahiden kulağıma küpe yapıyorum. Kulağımdaki kıkırdaktaki ilk küpem okuduğum ilk üniversitede felsefe bölümünü bırakmaya karar verdiğim gündü. On sekiz yaşında bu ülkenin eğitimine dair duyduğum kaygıdan bırakmıştım, çünkü hükümetten yana dersler, ders değildi. Son küpemi ise aşık olduğum için taktım. Bundan sonrakini ülkece istediğimiz bir gidiş için takabilirim. Hatırlamak için bunlar gerekmiyor elbette dedim ya ben atasözünü ciddiye almışım. Belki de büyürken çok duydum bu sözü, bilmiyorum. Önemli olan elimizden alınan kabirlerin yerine anıyı gömmelerine izin vermemek. Ağıtı da zaferi de diri tutmak için yürekten dile getirebilmek.
Burada susup, son sözümü Ali Şeriati gibi diyecek olursam, Ölüm Terbiyesi ile bu defa “Sizi rahatsız etmeye geldim”
1 Sayın Zeynep. Ölüm Terbiyesi. Metis Yayıncılık. 2018. s.13