“Konuşmak bir ihtiyaç olabilir ama susmak bir sanattır” der Goethe. Peki kaçımız susarak iletişim kurabiliyoruz? Kaçımız sessizliğe katlanabiliyor ya da kaçımız boyalı(!) yüzlerimizle, bağırıp çağırmadan kendimizi ifade edebiliyoruz? “Mim” sanatının dünyadaki en büyük ustası kabul edilen Marcel Marceau, nam-ı diğer Bay Bip belki de bu yapamadıklarımızı ustalıkla tebessüme çevirdiği için ölümünden yıllar sonra bile bu sanata dair övgülerin tamamını alkışlarla hak etmektedir. Peki ama mim sanatı nedir?
Hatırladığımız ilk örneklerine Charlie Chaplin ve Laurel ile Hardy’le rastladığımız Mim sanatı ya da daha bilinir adıyla Pandomim, kökeni antik Yunan’a dayanan bir sözsüz tiyatro yani sahne sanatıdır. “Her şeyi taklit eden” anlamına gelen mim kelimesi tahmin edeceğiniz üzere Yunanca kökenli bir sözcüktür. Aristokratları ve yöneticileri taklit ve eleştiri suç ilan edildikten sonra geliştirmiş halk bu metodu. Sansüre ilk başkaldırı da denilebilir. Daha sonraki yüzyıllar içinde modernleşerek bale dahil olmak üzere birkaç sanat dalıyla birleşmiş. İtalya’da ilk olarak 1560’ta ortaya çıkan ‘Commedia dell’arte’ akımını temsil eden Pagliaccio’lar sayesinde de günümüzdeki nihai haline ulaşmıştır. Pagliaccio kelimesi de anlayacağınız üzere dilimize Palyaço olarak çevrilmiştir. Türk Dil Kurumu sözlüğündeki anlamıyla “Kendisini seyredenleri güldüren ve eğlendiren, acayip kılıklı, yüzü aşırı ve komik biçimde boyalı oyuncu.“
Pandomim, sadece icra edenlerin bildiği evrensel bir tiyatro dilidir. Ve aynı zamanda en ucuz sanat! Düşünün ki yüzünüzdeki boya, üzerinizdeki çizgili penye ve elinizde tuttuğunuz küçük bir objeden başka yanınızda ve dekorunuzda hiçbir şey yok!

Mim denince tüm dünyanın adını andığı sanatçıdır Marcel Marceau ya da nam-ı diğer Bay Bip! Peki onu çağdaşlarından özel kılan neydi? Bir sanatçının unutulmaz olması için topluma mal olması mı gerekir?
Bu 22 Mart’ta 102. doğum gününü kutlayacağımız Marcel Marceau, Fransa’nın Strazburg kentine doğmuştur. 2. Dünya Savaşı sırasında babasının Naziler tarafından öldürülmesinden sonra Fransa’nın Lille kentine gitmiş ve Charles de Gaulle liderliğindeki Fransız Direniş Hareketi’ne (Croix de Lorraine) katılmıştır. Marceau’yu sahnede yaptıklarının haricinde büyük yapan ise o yıllardaki 2. Dünya savaşında Holokosttan kurtardığı yetmişe yakın Musevi çocuk ve seneler sonra Michael Jackson ile özdeşleşecek olan moonwalk’udur. Soykırımdan kurtardığı çocuklardan ötürü 2001 senesinde Wallenberg madalyası ile ödüllendirilmesi, özgün sanatın ve özgür sanatçının toplum üzerindeki misyon ve vizyonunu da ortaya koymaktadır diye düşünmekteyim. Wallenberg madalyası, bağlılığını ve fedakarlığını kahramanca yansıtan, savunmasız ve ezilen insanlar adına yaptığı eylemlerle öne çıkan hayırseverlere verilen bir nişandır. Bugüne kadar da sadece 28 şahıs ve bir örgüt bu nişana layık görülmüştür.
Marceau’nun bu anısından bahsederken aklıma bir hikaye geldi, duymuş ya da okumuşsunuzdur mutlaka. Bir adam sahilde yürüyüş yaparken, denize telaşla bir şeyler atan bir adam görür. Biraz daha yaklaşınca bu kişinin kıyıya vurmuş denizyıldızlarını denize attığını fark eder. “Niçin bu denizyıldızlarını denize atıyorsunuz?” diye sorar. Topladıklarını hızla denize atmaya devam eden kişi? “Yaşamaları için!” yanıtını verir. Adam bu defa da “iyi ama burada binlerce denizyıldızı var. Hepsini atmanıza imkan yok. Hem sizin bunları atmanız neyi değiştirecek ki?” der. Yerden bir denizyıldızı daha alan adam diğerinin gözlerine bakarak, “bak onun için çok şey değişti” karşılığını verir ve denize fırlatır. Belki hiçbirimiz bu yeni dünya düzeninde bütün bir toplum ya da topluluğun hayatını değiştiremeyeceğinizi düşünüyorsunuz. Haklı da olabilirsiniz ama en azından bir kişinin hayatına etki edebilir ya da daha iyi halde yaşamasını sağlayabiliriz. Hiç şüphem yok ki o yıllarda o çocukları toplama kampından kaçıran Marcel Marceau da denizyıldızlarını suya atan adam gibi yadırganmış hatta eleştirilmiştir. Ve yine eminim ki o da o denizyıldızlarını denize fırlatan adam gibi aynı cevabı vermiştir. İşte bir çocuğun kalbine dokunmak da böyle bir şey. Dünyayı çocuklar değiştirecek, değiştirdi de.
Marceau, savaşın sona ermesi ile de mim sanatının şüphesiz gelmiş geçmiş en iyisi Etienne Decroux’un yanında pantomime başlar ve gelecek yıllarda hafızalarda yer eder. 2007 senesinde Fransa’da bir huzurevinde hayata gözlerini yuman Marceau’yu gülümsemesi, yarattığı Bip karakteri sonrası ustası Decroux’nun kendisine taktığı lakap olan Bay Bip gülümsemesi ve şapkasındaki çiçeği ile hatırlayacağız. İyi ki doğdun Marceau.
Dünyayı çocuklar değiştirecek dedik. Çocukluk neşemdi benim de pandomim. Nurlar içinde yatsın, Oğuz Aral sayesinde tanışmıştım. Geçen yıllarda da eksilmeden devam etti mim sanatına olan merakım. Ve ülkemizin yetiştirdiği en güzide Pandomim sanatçılarından Ulvi Arı ile İstanbul Çapa’da bir araya gelince bu sanata dair tüm merakım giderildi. Barbaros Şansal’dan Mehmet Ali Alabora’ya, Ulvi Hocamın ilk öğretmeni rahmetli Genco Erkal’dan ülkemizin yetiştirdiği en büyük aydınlarından biri olan Ferhan Şensoy’a kadar kimler vardı kimler masamızda. Söylemeden olmaz; Ulvi Arı aynı zamanda Marcel Marceau’nun tek Türk öğrencisi olan Üstat Erdinç Dinçer’in de öğrencisi, bayrağı teslim ettiği kişidir. Tiyatro misali bir kavuk olsa, muhtemelen kavuğun muris ve varisidir bu ikili. Zamanla da adeta bir ağabey-kardeş, baba-oğul misali yakınlaşıyor Ulvi Arı ve Erdinç Dinçer. Tabi bundan sonrasını kendisinden dinlemek en güzeli.
Ulvi Arı Kimdir? Pandomim yolculuğu nasıl başladı?
‘Ulvi Arı 21 Nisan 1961, Aksaray doğumlu Türk mim sanatçısı, oyuncusu ve yazarıdır. Lakin evvela bir şeyi açıklığa kavuşturalım. Pandomim değil, Pantomim denmesinin güzel Türkçemiz açısından daha uygun olduğunu düşünüyorum’ diyor. Sonrasında da başlıyor kaldığı yerden anlatmaya. Pandomim Fransızcaya uygun. ‘1969 senesinde Ankara’ya taşındık. Çinçin mahallesini bilirsiniz, oraya yerleştik. Tabi içimde tiyatroya dair muazzam bir istek var. İlkokul öğretmenimse o yıllarda askerlik yapan Genco Erkal. Tabi onun da yönlendirmesi ve tespitleri çok faydalıydı. 77 Senesine geldiğimizde ilk defa ajitprop denemelerine başlıyoruz İşçi Kültür Derneğinde. O senelerde tabi oynarken Tamer Levent, ben ve pantomime dair ilk fikrini söylüyor. Dinliyorum. Yıllar geçiyor. 1984 senesinde Şehir Tiyatrolarında pantomimci alımı olacak. Öğreniyoruz ki 200 kişi filan başvurmuş ancak kaç kişi girecek bilen yok. Sonuçlar bir açıklanıyor, 2 Fransız, 1 İtalyan, 1 Suriyeli ve 2 Türk, birisi benim. Tabi muazzam bir şey. Devlet tiyatrolarında da müdür rahmetli Cüneyt Gökçer. O dönem tabi ihtilal sonrası dönem ama buna da yormuyorum, yormak istemiyorum dağıttılar bizi, uzun sürmedi bizim pantomim işi. Dağıtıldık. Herkes kendi yolunu çizdi. Erdinç Dinçer’i de attılar Karadeniz’e, sürdüler yani.’ diyor. Burada tabi soluklanıyoruz. Bizim coğrafyada sanat da spor da konuşulmaz. En fazla iki cümle sonra her şey siyasete bağlanır ve konu çirkinleşir. Öyle de oluyor. Sonrasında da yarı sitem yarı mutlulukla bahsediyor o günlerden. Bölümün kurucusu Taner Barlas’tan açılıyor konu. Bu tarihten sonrası ise tüm camia için bir bilinmezlik ve zorluklar silsilesi olarak geçmekte diyor. Tabi bu noktada Yaşar Eyüboğlu ve Bülent Develi gibi isimleri de anmadan geçmiyoruz. Erdinç Dinçer ismi geçiyor. Muhabbeti getirmek istediğim diğer konu. Fırsat bu fırsat diyorum. Ve tabii ki kitabın hikayesini öğrenmek istiyorum. Sonuçta literatürdeki tek kitap olma özelliğine sahip bir yol gösterici Ulvi Arı imzalı kitap. Anlatıyor sıkılmadan.
Ulvi Arı aynı zamanda bir mirası da kendisine görev edinmiş bir idealist. Öyle ki ustası, ağabeyi, baba dediği Erdinç Dinçer Fransa’dan, Marcel Marceau’nun yanındaki günlerini tamamlayarak ülkeye dönmüştür. Tabi geçen yıllarda birçok mim sanatçısı var olmasına rağmen 3 dev var ismi en üstte yazan. Marceau, Tomaszewski ve Erdinç Dinçer. Ve bu trionun da bir hayali var. Bir Pantomim kitabı yazmak. Malum, hepsi birbirine bir şeyler katan üç usta. Lakin ömür denilen şey bir kuşun kanat çırpışı kadar kısa. Ve hayatta kalan son kişi Erdinç usta oluyor bu triodan. Bir gün Ulvi Arı’yı yanına, Kuşadası’ndaki evine çağırarak söylüyor aklındaki yarım kalanı. ‘Bu kitabı sen bitireceksin!’ buyuruyor. Rica değil, görev. Ulvi Arı muazzam bir idealist, en güvenilir nefer. Tutuyor sözünü.
Kitabın hikayesini soruyorum. Beklenmedik yerden vuruyor Ulvi Arı. Anlatmaya başlıyor çaylar tazelenirken. ‘Baba, Erdinç Dinçer Kuşadası’na taşınmıştı. Sürekli konuşurduk. Arardı, gel ulan! dedi mi iş biterdi. Yine bir gün aradı. Hemen gel ulan! dedi. E mecbur, baba çağırmış gideceğiz. İşte oturduk, muhabbet sohbet derken dedi ki bu kitap işini yazacaksın. 3 Dev var o zaman. Erdinç baba, Marceau ve Tomaszewski. Üçü de çok büyük. Tabi her ne kadar dost da olsalar ince bir rekabet var ve hal böyle olunca da etkileşim çok fazla. Babanın ki öyle rica filan da değil. Olacak dedi bir kere. Zaten söyledikten sonra da nur içinde yatsın vefat etti. Ulan ne yaparız ne ederiz, neyse yazdık. Tabi kitabın içeriği çok güzel oldu. Rahmetli Ferhan Abi’ye (Ferhan Şensoy) verdim, okuttum. Okudu okudu, kendine has üslubu ile de değerlendirmişti de sağ olsun. Kitabın da hikayesi böyle. Anlayacağın bir mirastı bu, bana görev edildi. Kitap basıldı. Adı Pantomim-Sözsüz Tiyatro. Bu kitap sayesinde de Pantomim sanatına Türkçe isim de bulundu, Sözsüz Tiyatro!’ Bu noktada peki deyip soruyorum en merak ettiğim soruyu sözünü keserek. Ama öncesinde 1992 senesindeki karşılaşmalarını soruyorum Bay Bip ile.
Marceau’yu, ona Bay Bip lakabını takan hocası Etienne Decroux’un cümlesiyle anıyor. Kitabında da yazdığı gibi ‘sanat, onu sonsuz gençlikte koruyacaktır.’ diyor onun için tekrar ve devam ediyor. ‘Ama mekanikti hareketleri’ diye ekliyor. Bu cevabının üzerine fazla bir şey söylenmiyor. O ise bambaşka bir isim daha veriyor mim sanatıyla alakalı, Domingo Pradel. Arkasına yaslanıyor devam etmeden önce. Çaylarımız tazeleniyor. ‘Pradel çok daha iyiydi. Bana 3 şey hediye etmişti Pradel. Mim en ucuz sanat, dekor yok, ses yok, bir şey yok. Sahnede teksin. Konuşmuyorsun. Yanında önünde arkanda kimsen yok. Takılsan, düzeltecek kimse yok. Bana üç şey verdi.3 dekor. Heykel, halter ve sandalye. Bu 3 parça bizim sanatın en pahalı şeyi oldu. Sonrasında da epey bu üç malzeme ile oynadım. Farklı objeler de denedim tabi.’ diye sessizleşip çayından yudum alıyor. Aradan geçen yıllarda da Ulvi Arı Almanya dahil birçok yerden davetler alıyor. Hala daha da çocuklar, gençler ve yetişkinler önünde icra ediyor sanatını. Ve tabii ki toplumsal olaylara sessiz kalmadan ücra ediyor sanatını! Dediğim gibi. Kendisi dik başlı bir delikanlı. Öyle boyun eğmiyor hiç kimseye, hiçbir şeye. Yanında kalan insan sayısı da az ama öz oluyor böyle olunca. Kimisi belki bilerek uzaklaşıyor kimisi de korkudan, bu net. Ama en başta adını sayıp da andığımızda masamıza gülümsemesi yansıyan kişiler en büyük düşmana, cehalete kafa tutacak kadar sağlam bir ekip. Marceau’nun ‘Türkiye’de mim fazla tanınmıyor’ tezine verdiği cevabı hatırlatıyorum usulca. Kitapta yazdığını ondan duymak istiyorum bir kez daha. Yanlış bir şey değil diyor ve tekrarlıyor cümlesini. ‘Aksine, Dünya’da en çok Türkiye’de biliniyor mim sanatı. Çünkü konuşmuyor, herkes el kol işareti yapıyor’ diyor. Haklı. Bahçeşehir’den Çapa’ya gelene kadar ki trafikteki halim bunun en büyük ispatı!
‘Bunca şeyi nasıl konuşmadan anlatıyorsun?’ diye soruyorum.
‘Bunca yıldır bu sanatın içindeki birisi, hatta en iyi olarak neler düşünüyorsun?’ diye soruyorum. Malum, günümüzdeki konservatuarların pantomim bölümünden mezun onlarca ünlü oyuncu var. Lakin hiçbiri sahip çıkmıyor sözsüz tiyatroya. İsim isim ansak da bu oyunculardan tanımıyor hiçbirini Ulvi Arı. Bir kez daha hak veriyorum. Vecihi Ofluoğlu isminde kalıyoruz bir müddet. Sitem kokuyor masamız. Belli ki bir bilinmeyen ya da kırgınlık var. Kırgınlık demek ne derece doğru bilmiyorum. Ona da söylüyorum. Anadolu’da çok sevdiğim bir söz var ağabey diyorum. ‘Umma ki üzülme!’ Hak veriyor ya da öyle gözüküyor. ‘Bunca şeyi konuşmadan nasıl anlatıyorsun?’ diye soruyorum. Pat! diye. Gülümsüyor. ‘Mimlenmemek için mim yaptım!’ diyor. Konu Gezi Parkı olaylarına ve oradaki duruşuna gidiyor. Sonrasında da gülerek devam ediyor. ‘Tabi Gezi Parkı’ndaki olaylar ve sonrasında Oyuncular sendikası olarak duruşumuzu hep ortaya koyduk. İşte yıpratılanlar, gitmek zorunda kalanlar vesaire. Biliyorsun, hatırla o günleri. İşte gel zaman git zaman Anadolu’ya turnelere, gösterilere gidiyorum. Ulan her yerde uA yazıyor. Elektrik panoları, duvarlar, en gidilmedik, olmadık yerlerde ua, ua. Ulan dedim kendime. Fişlenmişsin Ulvi Arı. Tabi sonradan öğrendim ki meğer Galatasaray’ın taraftar oluşum grubuymuş ua. Ama bir de bana sor!’ diyor. Gülüyoruz doya doya.
Zaman her zamanki gibi su misali akıyor. E malum, 56 sene öle bir-iki saate sığmaz. Ama Ulvik Amca’yı anmadan olmaz diyorum. Çok güzel gülüyor. Yaşı tutanlar hatırlayacaktır. Memleketçe eğlenmeyi bildiğimiz zamanlarda hepimizi gülümseten bir Ulvik Amca vardı! Ne doğulu ne batılı, sesi soluğu çıkmayan Ulvik. Bizim insanımızın yansıması. Ulvi Arı’nın hayat verdiği Ulvik amca. ‘Güzeldi’ demekle yetiniyor. Ve konu hayallere geliyor son olarak. İlham verici ve günümüz coğrafyası için maalesef bir o kadar ütopik. Ben hayalimdeki Joaquin Rodrigo müzikalinden bahsedince gözleri doluyor. Arkasına yaslanarak bakıyor uzun uzun. Bir yerlere gittiği, birileriyle karşılaştığı kesin. Sormuyorum, çünkü ben de oradayım. Benim kafamdaki müzikalin son sahnesini anlatıyor bana sanki daha önce konuşmuşuz gibi. Notaları çınlıyor kulaklarımızda bir anda konçertonun. Kulaklarımız uğulduyor. Darağacındaki ipe kadar gidiyor konu oradan. O esnada Barbaros Şansal’ın neşesi ve sanatı yetişiyor imdadımıza. Kostümlerimiz ondan bu ütopyada! Vermediği bir sözü biz iki hayalperest delikanlı gizlice alıyoruz ondan. Tuncel Kurtiz’in 2020’de söylediği bir cümle çınlıyor kulaklarımda şimdi de. Söylüyorum da Ulvi Arı’ya. Hak veriyor. Masada adını andığımız herkese ithaf ediyoruz. “Biz dünyayı değiştirmek için yola çıktık olmadı. Ama dünya da bizi değiştiremedi.’ Gülüyoruz. Sonra o kafasındaki projeyi söylüyor. Harika bir düşünce. ‘Ayvalık’ta bir yer..’ diyor. ‘Çocuklar ve yaşlıların bir arada kalabileceği bir kompleks.’ Keşke çocuklarımızı rahat bıraksalar, emeklimiz de rahatça nefes alabilse diyorum içimden. Sarılıyoruz birbirimize ve karşılıklı kitaplarımızı hediye ediyoruz. Şu bir saatte öğrendiğim kadarıyla kelimelere onun misali hayat vermeye uğraşıyorum. Masamıza uğrayan uğramayan herkese selam yolluyoruz sonrasında. Bir sonrakinde o an orada olmayanlarla birlikte hep beraber kadeh kaldırmanın sözünü vererek ayrılıyoruz Çapa’dan.
Teşekkürler Ulvik amca!

‘Bir pantomimciyi asla konuşturmayın sonra susmak bilmez’ demiş Marcel Marceau bir söyleşisinde. Haklıymış.
Aslında hepimiz susalım pantomim, sanat konuşsun biraz.
Belki sadece öyle hasret kaldığımız güzellikler geri gelir.
Bir zamanlar sanatın her dalının gerçek sanatçılar tarafından yapıldığı günlerdeki gibi.
Kim bilir?
Baharın, hepinize beklediğiniz mutluluğu getirmesi temennisiyle.
Allahaısmarladık.