İllüzyon alanıdır sahne, usta müzisyen için, bazıları için de ustalıkla “Usta”yı oynadıkları bir yerdir.
Tabi sizin ustalık derecenizi algılamak da, halkın çaba sarf ederek erişebileceği bir kabiliyet, “yani siz ne derseniz, karşınızdakinin algılama kapasitesi kadar anlaşılırsınız.” gerçeği geçerliliğini en çok sanatta kendini gösterir. Sanatta devrim yaratan büyük ustalar, çoğu zaman kendi yaşadıkları çağlarda algılanamamışlardır, değerleri vefatlarından asırlar sonra fark edilmiş yüzlerce sanat insanı vardır. Yaşadıkları süreçlerde kapasiteleri halkça değer olarak görülmüş olanlar ise, şanslı topraklarda doğan sanatçılara nasip olmuştur, bellidir ki o topraklarda okur & yazarlık, sanat tarihi bilinci, sanatın içerdiği disiplinlerin yapıları adına genel kültür yüksektir. Zaman zaman düşünürüm, The Beatles grubunun üyeleri bizim topraklarda doğmuş olsalardı, müzik tarihini geçtim, dünya siyasi tarihini değiştiren o onlarca eser doğabilir miydi, o şarkılar üretilse bile, o popülariteye ulaşabilirler miydi acaba?
Kaliteden bahsetmişken, yeni bir ürün çıktığında, o ürünün kapasitesinin algılanması için ne yapılır? Kendi sahasında başka ürünlerle “A&B Testi”nden geçirilir, yani bindiğiniz orta kalitede binek arabanın kapasitesini ancak, lüks bir arabayı kullandığınız zaman anlayabilirsiniz, elinizdeki direksiyonun, ayaklarınızla idare ettirdiğiniz pedalların manası, lüks otomobilde katlanır, sürüş bir keyfe dönüşür. Aynı şekilde Broadway’de bir müzikal seyreden kişinin bizim topraklarda müzikli bir oyun seyredip keyif alma şansı pek kalmaz. Ben bu durumu Yeşilçam zihniyetinin bir skoru olarak görüyorum. Oyuncunun veya oyuncuların şöhretini hızlı paraya dönüştüren bir zekaya sahipti Yeşilçam, KOTARMA iş bitiriciliğiyle bir ayda bir film bitirebilen bir kurguya sahipti. Asla yola, en iyiyi, en kaliteliyi yapma felsefesiyle yola çıkılmıyordu, ortaya bir ürün çıkıyordu, aktörlerin başarısıyla belli bir düzey de oluyordu, ama yerel olmayı aşamayan bir seyir kalitesi sunuyordu. Bizim müzik sektöründe de aynı süreçte yaşanan “Aranjman” süreci de buna çok benzemekteydi, batıda tutan şarkının neredeyse aynısı üretiliyor, sözler bile aynı tınlatılanlardan seçilerek Türkçeleştiriliyordu. (Ajda Pekkan’ın seslendirdiği Son Yolcu isimli eserin orijinal İtalyanca’sında “Chi mi rimane” derken, bizimkinde “ Kimine hasret” sözü yazılmıştır, bu örnekleri çoğaltmak mümkün.) Yeniyi üretmek bir süreçti, batılıyı etkilemiş olan ezgiyi alıp, onların işlediği gibi işlemek ise işin kolay yoluydu.
Uzun lafın kısası, akarken doldurmak, felsefesi uzun ölçekte bizim memlekette yapılan sanatın yerel kalmasında büyük rol sahibi oldu. Yola çıkarken en iyiyi üretmek değil de, en fazla adette üretmek bilinci yer aldı.
O zaman yapılması gerekenler adına reçeteye şunları yazabiliriz, dünyayı yakalamak, yerel olanı değil de, evrensel olanı yakalamak için, iki adım var, biri müzisyeni alakadar ediyor, yaptığı işi, en iyi kurguyu yaparak canlandırmak, en çok provayı yapmak, sahne üzerinde bakışarak finale koşmak değil de, her notasını kendinden emin bir karakterle basarak finali kucaklamak. İkinci adım da halktan gelmeli, dinlediği, hatta gün itibariyle izlediği müziğin dünyadaki karşılıklarıyla da bağ kurmak, bu sayede gelişen gustosuyla aradaki farkları algılamak, sesi veya show özellikleri yetersiz olan müzik insanlarını çok kaale almamak.
Büyük orkestralı ve hatta korolu projeler çıkıyor sosyal medyada karşıma (sponsorlanmış reklamlı tanıtım videoları) bakıyorum yaylılar, nefesliler neredeyse tutti aynı notayı çalıyorlar, arkada ne çalındığına yoğunlaşamayan halk da, direk adedi görerek bir İHTİŞAM varmışçasına havaya giriyor, halkın gözü zaten önde çalanı veya söyleyenden ötesini görmüyor, duymuyor. Evet önde duran bir illüzyon yaratıyor kendince, ama lütfen biraz dünyayı izleyin, arkada her enstrüman adına yazılmış özel bir nota var mı bakın, varsa eğer koro tek sesli mi okuyor, yoksa armoniye hizmet mi ediyor? IQ’su yüksek bir toplumda yaşıyoruz, ama o IQ yu biraz da pozitif kullanalım, sahip olduğumuz duyu organlarımızı yüceltelim, günün sonunda hep ağlayan olmamak adına, “ya bizden de dünyaya hiçbir sanat projesi çıkmıyor.” jargonunu çöpe atalım.
PS: Savunma sanayisinde vardığımız aşama beni çok gururlandırsa da, bunun bizim topraklarda yaşanabiliyor olması bir anlamda beni üzüyor, devletin tabi ki savunma sanayisine el vermesi şarttır, ama sanat alanında niye hala bir reform yapılmadı, o desteğin niye yüzde biri bile değil, binde biri özel kurumlara verilmiyor, hatta neden bir çok müzik enstrümanında “lüks tüketim vergisi” mevcut???
PS 2: Yeşilçam üretimleriyle ilgili bir derdim yok, ancak derdim, Cüneyt Arkın’ın, Fatma Girik’in ve daha nice aktör ve aktrislerimizin dünya çapında olmalarını isterdim, onlar bunu hak ettiler.