Christopher Nolan, Isao Takahata’ya Karşı

Ahlak anlayışınızın doğru şeyi yapmanıza engel olmasına asla izin vermeyin.
Isaac Asimov

21 Temmuzda Christopher Nolan’ın yeni filmi “Oppenheimer” vizyona girdi. Filmin vizyona girmesiyle aynı zamanda vizyona giren bir başka film olan, Greta Gerwig’in yönetmenliğindeki “Barbie” arasındaki “karşılaşma” tüm dünya genelinde ses getirdi. Bu iki filmle ilgili çeşitli haritalar, karşılaştırmalar yapıldı. Ben bu yazıda bu iki filmi değil ama Nolan ile bir başka usta Isao Takahata’yı karşılaştırmak istiyorum. Oppenheimer filmini düşünürken aklım direkt atom bombasının atıldığı ülkeye, maktule ve oranın üretimlerine gitti. Bu yüzden Nolan’ın karşısına Takahata’yı çıkardım. Avrupalı beyaz adam ve modernizmi karşısında duran, romantik ve gotik estetiği ile usta bir Japon yönetmen. Aynı konuları farklı anlatım dilleri ile işleyen bu iki yönetmenin işlerini karşılaştırmak, bize hikaye anlatıcılığının estetik-politik bağlamını deşifre etmemizde yardımcı olabilir.

Christopher Nolan, "Oppenheimer"
Şekil 1 Oppenheimer

Christopher Nolan, sinema hayatına kısa filmler çekerek başladı. Ardından İngiltere’de “Follow-up” ve ABD’de “Memento” gibi bağımsız ve başarılı filmler yaptı. Kısa sürede gişe rekorları kıran bir “dahi” Hollywood yönetmenine dönüştü. Nolan’ın kullandığı teknikler ve Hollywood’un genel hikaye konstrüksiyonundan farklı anlatım tarzı, onun iyi yönetmenler arasında anılmasını sağladı. 2018 yılında kaybettiğimiz Isao Takahata ise kariyerine “Güneşin Prensi Horous” filmiyle başlamıştır. Studio Gibli’nin kurucularından ve ünlü anime yönetmeni Hayo Miyazaki’nin uzun süreli çalışma arkadaşı olmuştur. Anlatısı da Miyazaki’ninki gibi Japon kültürüne, doğaya özlem ve Japon modernizmini eleştirel bir konumda olmuştur. İki yönetmenin de tekniklerini sevdiğimi belirterek, bu yazıda yönetmenleri konuşurken tekniklerinden ziyade hikayeleri nasıl işledikleri üzerinde duracağım.

Christopher Nolan, Isao Takahata’ya Karşı
Şekil 2 Grave of Fireflies’tan bir sahne

İlk olarak Oppenheimer filmi, karşımıza tarihin en korkunç olaylarından birinin mimarlarından biri olan Amerikalı fizikçi Robert Oppenheimer’ı merkezine alarak başlıyor. Daha önce biyografi film konusunda pek deneyimli olmayan Nolan, biyografi anlatısının dışına başarılı bir şekilde çıkarak filmi belgesel ekseninden kurtarıyor. Skalanın iyi veya kötü ucunda olmayan, muğlak alanda kalan ve yer yer hak verip yer yer karşı olduğumuz karakterlerin anlatımı bana da çok keyif verir. Ama burada savaş karşıtlığı ile savaş pornografisi arasında duran, etkileyici bomba görsellerinden sonra zihnimde bir rahatsızlık belirdi. Bu silah betimlemesinde namlunun ucunda duran acaba silahı nasıl betimliyordu? Aklıma ilk gelen, belki de tarihin en iyi savaş karşıtı filmlerinden biri olan, Takahata’nın “Grave of the Fireflies” (1988) filmi oldu. Savaşın gölgesinde iki kardeşi anlatan bu filmin daha başında aslında bize finali söylüyor. Ama Isao Takahata, hikayenin sonunu bilmemize rağmen bize o kadar başarılı bir şekilde anlatıyor ki savaşın korkunçluğunu iliklerimize kadar hissediyoruz. Bunun yaparken de ne “Oppenheimer”’daki gibi büyük bomba patlama sahnelerine ne de bir kahramanlık anlatısı olan “Dunkirk”deki gibi gergin savaş cephesi sahnelerine başvuruyor. Savaşın sebeplerinden habersiz iki çocuğun açlık, yoksulluk ve yıkım arasındaki mücadelesiyle etkili bir biçimde işliyor.

Nolan ile Takahata arasındaki en ilgi çekici karşılaştırma bence kalabalıkları işleyiş şekilleri. Genel olarak Holywood sineması kalabalık insan gruplarını kontrolsüz ve yıkım getirici olarak işler. Bu yüzden hiçbir zaman filmlerde sınıf hareketlerini, işçi ve öğrenci eylemlerine vs. yer verilmez. Verilse de bunlar hep düzeni tehdit eden kontrolsüz ve kötücül elementlerdir. Nolan’da bu kalabalık formunu filmlerinde kullanmıştır. Nolan’ın Batman serisini güzel bulmakla birlikte “Batman” karakteri ve evreninden uzak filmlerdir. Karanlık, polisiyevari bir anlatıma sahip olan evren ve Gotham tasviri klasik Batman’in Gotham’ından biraz fazladır. Ve bol bol düzen ve vatan severlik alt metninde filmler ilerler. Bu film üçlemesinde en dikkat çekici unsur ise serinin son filmi olan “Dark Knight Rises” filmindeki kalabalık tasviridir. Filmin kötü adamı Bane, Gotham şehrinde bir devrim yapmış ve şehri ele geçirmiştir. Bane’in taraftarları Wall Street direnişindeki eylemciler ile özdeşleştirilerek tasvir edilir. Batman polisler ve kolluk kuvvetleri ile kötü adamı ve bu “kontrolsüz kötücül” kalabalığı yenerek şehre düzen getirir. İşin ilginç bir boyutu da filmin temel aldığı çizgi romanlardan biri olan Frank Miller imzalı “Dark Knight Returns” hikayesinde kalabalıklara öncülük eden ve şehri kontrolüne alan kötü adam Bane yerine Batman’in kendisidir. Isao Takahata’nın kalabalık tasvirini düşündüğümde ise aklıma ilk olarak “Pom Poko” filmi geldi. Bir inşaat şirketinin ormanlık alanları talan etmesi ve buna karşı yaşam alanlarını savunan bir grup rakunu anlatan bir filmdir. Yaşam alanlarının tahribine karşı direnen rakunlar, ağaçlarının inşaat şirketleri tarıfından kesilmesini engellemek içi kavgalı oldukları rakun grupları ile birleşir. Doğayı tahrip eden şirkete karşı örgütlü bir mücadele sergileyen kalabalık tasviri vardır. Üstelik bunu yaparken ironik ve aynı zamanda acıklı bir anlatımla bize aktarır. Takahata’nın Japon modernizminin sancılı süreçlerine eleştirisini bu filmde de görebiliriz. Moderniteye karşı doğayı ve romantik unsurları konumlandırır. Yine Japon kültürüne özlem duyan bir hikaye kurar. Bunu yine “Prenses Kaguya Masalı” filminde de başarılı bir şekilde işler. Nolan’ın kıyasla hem savaşa, hem doğaya hem de kalabalıklara bakışı çok daha sınıfsal bir perspektiftedir.

Christopher Nolan, Isao Takahata’ya Karşı
Şekil 3 Dark Knight Returns çizgi romanında Batman’in kalabalık karşısındaki konuşması.

Genel olarak beyaz adamın anlatısını okuyup izlediğimiz coğrafyamızda aynı anlatıların izinden giderek “başka coğrafyalarda bu nasıl işleniyor?” sorusuyla hareket edince her zaman daha tatmin edici sonuçlara ulaştım. Özellikle büyük bir kolaj olan Holywood’un üretimlerini değerlendirirken kolajın parçasının geldiği yere dönüp bakmak bize estetik ve politik açıdan farklı bir perspektif kazandıracaktır. Kıyıda köşede kalmış hikayeleri, üretimleri keşfetmeniz dileği ile yazımı Ursa L. Guin’in bir sözü ile bitiriyorum.

“Okunmamış bir hikaye, hikaye değildir. Kağıt hamuru üzerindeki siyah izlerdir yalnızca. Okuyucu, onu okuyarak canlı kılar. Yaşayan bir şey, bir hikaye kılar.”

Üretimleri genel olarak heykel, enstalasyon ve video odağında olan bir sanatçıdır. Aynı zamanda güncel sanat alanında çeşitli yazılar yazar.