Selin Atik’in 16 Mart’ta açılan “Banttan Yayın” sergisi, anılarla oluşan kimlik bileşenlerini sorgulayarak bizi biz yapan “insan malzememiz” ve zamanı yeniden ele alma ihtimalimiz üzerinde derinleşiyor.[1] Sergiye Sezgi Abalı ve Günseli Baki’nin metinleri eşlik ediyor. Sergi 20 Nisan’a kadar Barın Han’daki PASAJ’da görülebilir.
Performatif bir denemeye giriştiğim bu yazıda Selin Atik’in “Banttan Yayın” sergisini Büyük Ev Ablukada’nın Arayan Bulur[2] şarkısıyla birlikte okudum.
Ben her zaman ben miyim?
Beyaz duvarları beyaz işlerle dolu mekâna girdiğimizde kaset bantlarından yapılma gerçek dışı büyüklükte bir kafa heykeliyle karşılaşıyoruz. Odadaki tek renk bu; koyu kahverengi. İnce bantlar üst üste gelerek dev bir yumağa dönüşmüş. Sanatçıya ait olduğunu bildiğimiz ancak pekâlâ hepimize ait olabilecek bu dev kafa, şiştikçe şişen zihni, aşıma uğrayan belleği, eklemlendikçe aynılaşan kimliği temsil ediyor. Artık hayatımızda olmayan kaset bantlarından yapılmış olması ise cabası. Malzemeyle kavramın birbirine saygıyla reverans yapışını izliyoruz.
Teknolojinin hızla değiştiği bir gerçek; artık kaset dinlemiyoruz, peki bu bize ne söylüyor? Buna paralel olarak “insan malzememiz” de kozmolojik perspektifle demode kalmış olabilir mi? Sanatsal veya entelektüel çalışmalara ilham veren duygu, deneyim veya fikirler elimizin altında olsa bile belki artık iş görmüyorlardır; belki eski benliklerimiz artık yüzümüze bakmıyordur. Akademik veya bilimsel bağlamda, insan davranışları, biyolojisi ve psikolojisinin incelenmesi anlamına gelen “insan malzemesi”ni de eskisi kadar rahat takip edemediğimiz zamanlardayız. Sadece yaratıcılık temelinde değil, bilgi temelinde de sahip olduğumuzu sandıklarımız genellikle parçalı yanılgılar olarak sersem sepelek dökülüyor.
Daha soyut bir anlamda ise insan olmanın özüne, varlığımızın, bilincimizin ve türümüzün hammaddesine atıfta bulunan “Banttan Yayın”da sanatçı, sergi mekânını video işinde makasla kesilen bantlardan çıkan kırt kırt seslerinin yankılandığı bir araf gibi konumlandırıyor; bunun dışında duyduğumuz her ses kafamızın içinde. Gündelik nesneler üzerinden yaratıcılığın yaşamdaki benlik izlerini sürerken içeride nefes alıp veren, an ve anılar yaratan tek varlık olarak insanı neredeyse kendi kalp atışını duyabileceği bir “anekoik (yankısız) oda”ya sokuyor.[3]
İzimi sürer, kokumu alır, beni yakalar
Serginin kavramsal arka planında bir meta mesele olarak duran “tekerrür” konusu malzemede kolaylıkla takip edilebiliyor. Video işinde ise tekrarın beden hareketleriyle birleştiğini görüyoruz. Yazmak, kesmek, yazmak, kesmek, yazmak, kesmek… Türkçedeki an-anı kelimelerinin benzeşmesine dayalı bu hareketler hipnotik bir tempo yaratarak izleyiciyi içine çekiyor. Akıp giden zamanı neredeyse elimizi uzatıp tutmak istiyoruz, fakat elimizin tek başardığı onu makasla kesip geçmişe atmak oluyor. Videoyu izlerken zamanın saniyelerle sayıldığını idrak ediyoruz. Yeniliklerin tekerrürüyle “gebere gebere çoğalmak” üzere helezonik bir yolculuğa çıkıyoruz. Dinlediğimiz şarkılar, kaydettiğimiz sesler, doldurduğumuz karışık kasetler sağımızdan gözlerini üzerimize diken kafadaki gibi, bantları üzerimize sardıkça sarıyor. Tüm bunlar karşısında bize “becerebilirsek ufalanmak” düşüyor.
Ağız tadıyla bi’ çekip gidemedim
Çekirdek ailesinden yola çıkan sanatçı babasına, annesine ve ablasına ait birer eşyaya beton dökmüş. Bir robdöşambr, elektrikli bigudiler ve bir çift topuklu ayakkabı. Aslen ne renk olduklarını bilemiyoruz, artık bembeyazlar. Yeni bir gerçeklikle, kullanım dışı vaziyette asılı duruyorlar. Hep içimizde taşıdıklarımızın ağırlığını ancak var olduklarını fark ettiğimizde anlıyoruz. Dilersek ön plan dilersek arka plan diyelim tam da bu nedenle zeminle aynı renkte ve görünmezler.
Yer yer amorf kalıplar hâlinde donmuş, yer yer eşyalardan ufalanan parçacıklar duvarlardaki pürüzle ahenk içinde. Gölge oyunu gibi duvarda titreşen bir şeyler var; yaklaştıkça bunların şeffaf bantlara beyaz kalemle yazılmış cümleler olduğunu fark ediyoruz. Doğrudan üzerlerine vuran ışık sayesinde gölgeler daha okunaklı. Gün ışığında görmekte zorlanacağımız psikolojik gerçekliklerimiz ancak güçlü bir ışık altında, pürüzlü yüzeylerde, devamı okunmayan, öncesi tahmin edilemeyen kopuk cümleler veriyor bize. Dahasını istemek elimizi beyazla kirletmek anlamına gelebilir.
Ben bir beni bulup içine girip
“Banttan Yayın” adı, doğrudan işitsel bir göndermeye sahip olsa da kulaklıkla dinlenebilen bir ses işi dışında mekânı çevreleyen herhangi bir ortam sesi bulunmuyor. Çekirdek ailenin ve zamansallığın kapısından geçip terasa adım attığımızda “Herkes” (2024) başlıklı kolektif bir işle karşılaşıyoruz. Ne dinleyeceğimizi henüz bilmezken kulaklığın yer aldığı masadaki şeffaf bantlar ve beyaz kalem bizi kendi cümlelerimizi yazıp mandallarla ipe asmaya davet ediyor. Kulaklığı taktığımızda ise anonim kişilerin anlattığı buruk anıları ve bugünkü benliklerine dair çıkarımlarını dinliyoruz. Sergi mekânına sırtımız dönük oturup camdan dışarı gökyüzünü izleyerek kimle ne kadar özdeşleştiğimizi düşünüyoruz. Ses işinin son cümlesiyle birlikte, şişmiş kafamda sergi boyunca çalan “Arayan Bulur”dan son bir bilgelik yankılanıyor: “İnsan büyüdükçe, kusura bakma, giderek kendine benziyor.”
[2] Büyük Ev Ablukada, Arayan Bulur, https://open.spotify.com/intl-tr/track/5gGvmMgnq66xLSEoDx9iJQ?si=57f157cc48a7412e
[3] Oda ne kadar sessizse o kadar çok şey duyulur. Kalbinizin atışını, bazen ciğerlerinizin veya midenizin sesini duyarsınız. Yankısız odada ses siz olursunuz. Daha fazla bilgi için: Jacopo Prisco, “Inside the world’s quietest room”, https://www.cnn.com/style/article/anechoic-chamber-worlds-quietest-room/index.html. Yayımlanma Tarihi: 28 Mart 2018. Erişim Tarihi: 26 Mart 2024.