“Gürcistan Tiyatro Vitrini” (Georgian Showcase) olarak bilinen Uluslararası Tiflis Tiyatro Festivali 24-29 Eylül tarihleri arasında gerçekleşiyor. Üçüncü kez takip ettiğim etkinlikte izlediğim ilk oyun “Bus Stop.” Seyir için geldiğimiz City Theatre’ın merdivenlerinden çıkarken festival konuklarını duraklayıp fotoğraf çekmeye çağıran bir slogan yer alıyor: “Kim korkar çağdaş tiyatrodan?” İkinci yılına giren bu genç tiyatro öğrenciliğini sürdüren tiyatro sanatçılarına, oyunculara ve sanat alanından herkese açık olmakla övünüyor.
“Bus Stop”ta aşk ve ölüm güdülerinin ikisi kadın biri erkek üç karakter üzerinden işlenişi seyir boyunca son derece ilgimi çekti. Otobüs durağında bir adam kendini asmaya hazırlanıyor. Elindeki halatı soğukkanlı bir çeviklikle demire bağlayıp sağlamlığını kontrol ediyor. Derken lise arkadaşı Ted çıkageliyor, Charlie’nin perişan hâlini hiç görmezmiş gibi uzun uzadıya hayatından bahsediyor. İntihar edecekken panik atak geçiren Charlie cebinden çıkardığı kese kâğıdından soluyup ancak sakinleşiyor. Açılış sahnesi dramatik müzik eşliğinde güçlü oyunculukla birleşip iddiasız komedi dozuyla oyunun atmosferini belirliyor. Bundan sonra göreceğimiz her şey psikanalitik dehlizlere yolculuk.
Susmayı bilmeyen Ted’e “Kelimeler boştur, hiçbir şey ifade etmezler” diyen Charlie yalnızlığını delen ergenlik dönemi arkadaşıyla birlikte çocukluğuna inme dürtüsüne direnemiyor. Oyunda sahneler arası geçişin ritmik biçimde gerçekleştiğini görüyoruz. Ted konuşamamaktan bahsettiğinde adeta dökülüyor, oyun boyunca neyin tersi söylense düzü cereyan ediyor. Dede ve ninesine oğullarını hatırlattığı için cezalandırılan torun, fırtınada kapı önünde bekletilen, kapıda kalan çocuk, aç bırakılan, dayak yiyen çocuk. Dram arttıkça inanılırlığını yitirse de yaşandığından emin olduğumuz üst üste binen gerçeklikler işitiyoruz. Charlie ve Ted, biri hayat dolu biri ölmeye çalışan iki azılı erkek, acılarını yarıştırmaya başlıyor. Annen seni hiç öptü mü? Sizinkiler Noel’de hediye verir miydi? Kahvaltıda ne yerdin? Aç mı gezerdin? Charlie eskileri hatırlamayı reddedip bireysel dünya görüşü ve anlam yeterlidir dedikçe çocukluk anıları yumuşuyor, fiziksel şiddetten sıyrılarak sevgi gösterilerinden mahrumiyete dönüyor. Yoksunluğu aşmak için zihinsel anlam inşası önerisi gelince Ted iki eline boş çöp torbaları alıp koreografik bir ritimle, ağlar sızlanır gibi sallanıyor, sesini inceltip çocuk gibi mızmızlanıyor. Anlıyoruz ki arkadaşından daha iri yarı olan bu adamın “içindeki çocuk” sevgi ile anlam arasında Charlie gibi sahte bir ayrım gütmüyor. Regresyonu reddeden Charlie böylece kaçınılmaz bir geri dönüşe zorlanıyor. Duyularını yitiren, zavallılaşan insan temsilini uca taşıyıp gerçekçi değil gerçek sahnelemek ancak güçlü bir metin-reji-oyunculuk üçlemesinin sektirilmeden sağlanmasıyla mümkün.
Bu karşılaşmada anne sevgisi, baba şefkati gibi konular Charlie’nin benlik bilincinde tutunamayınca, konu aşka geliyor. Bu kez daha ilginç bir tepkiyle karşılaşıyoruz. Charlie sırayla bütün duyularını yitiriyor. Önce göremez sonra duyamaz sonra da konuşamaz oluyor, en son yere düşüp titremeli nöbet geçiriyor. Ted ise şahit olduğu ardıl krizler karşısında paniğe kapılmak yerine, bir televizyon programına yarı kayıtsız bir ilgi gösterircesine “Aşka bir şans ver, Charlie!” demekle yetiniyor. Psikosomatik körlük, sağırlık, dilsizlik ve felç demek ki aşkla çözülecek. Charlie’nin yanıtı “Kaybedecek hiçbir şeyim yok, gidebilirim bu dünyadan” şeklinde oluyor. Aşkın kazancını yadsımak için radikal bir bakış.
Ted’in başta Charlie’yi panik atağa sürükleyen tiradında dünya güzeli diye övdüğü karısına duyduğu bağlılık da sorunsallaştırılıyor. Birdenbire başka bir kadına, Linda’ya olan aşkından bahis açan Ted arkadaşının karşısında o kadar da ilahi, idealist veya romantik olmayan bir aşk mevziine geriliyor böylece. Tam da aşkın sözde şifa gibi sunulduğu sahnenin üstüne, dünyevi zevklerin, şehvet ve ihtirasın ihanet bağlamında kendini göstermesi yine oyunun temposuna tempo katan bir ters köşe. Çünkü biliyoruz, evet, aşk kurtarıyor ve hayır, aşk kurtarmıyor. Bu noktada roller değişiyor; yasak aşkın tetikleyiciliğiyle devreye giren ölüm güdüsü yüzünden Ted, Charlie tarafından göğsüne fırlatılan halatla intihara hazırlanıyor. Bu hızlı tersyüz oyunun doruk noktası. Ted aniden perişan bir hâle bürünüp kendisinden beklenmeyecek bir marifetle halatı boynuna geçirmişken şu diyalog yaşanıyor:
“Peki aşk?”
“Aşk?”
“Aşk.”
Aşk için değil ama alışageldiği yaşam bağlılığı için boynunu halattan sıyıran Ted karısı Yve’i şikâyet etmeye başlıyor; oyunun aritmetiğini çözen seyirci için birazdan Yve’in içeri gireceğine dair ipucu da böylelikle verilmiş oluyor. “Kadın adını bile duymadığım kitaplar okuyor, üstelik sert kapaklı!” diye haykıran Ted erkeklik-iktidar-ereksiyon yelpazesinde onu ipten alan bir yumuşamayla büzüşüyor. Demek ki kız kardeşlik yaşatır sloganındaki gibi, kimi zaman erkeklik krizi de yaşatıyor.
Az sonra sahneye giren Yve “İlişkimiz hareketlerimden mesul olmayacağım bir noktaya evrildi” diyor. Kocası Ted ile bir süre sakince tartıştıktan sonra Charlie ile selamlaşacakları esnada Charlie arkası dönük oturduğu banktan elinde upuzun bir atkı örgüsüyle dönüyor. Kadın ve erkeğin ezelden beri süren didişmesine basit bir göndermenin yanı sıra, yerde sünüp uzayan yün üzerinden yumuşak penis alegorisi de sürdürülüyor. Nitekim iktidarını sağlayamamak şöyle dursun akıllı Yve karşısında basit bir tartışmayı bile kazanamayan Ted son repliğini söyleyip sahneden ayrıldığında Yve vurgulu oyuncu tavırlarıyla bir orgazm sigarası yakıyor. Abartısız bir yalan söylediğini sezdirerek lezbiyen olmaya karar verdiğini, bunun için tek gerekenin rol yapmak olduğunu söylüyor ve dönüp arkasındaki elektrik direğine sarılıyor. Fallik silsilenin bir başka durağı olan direkle fiziksel temas kurması erkeklerle rol yapmanın kadınlarla rol yapmaktan daha zor olduğunu düşündürüyor.
Ted ayrılınca Charles ile baş başa kalan Yve de çocukluk anılarına gidiyor ve oyunun başına dönmüşüz gibi bu sefer bu ikisinin trajedilerini yarıştırmasını izliyoruz. Kötü muamele, dayak ve açlık yetmeyince “Parsons Bulvarı’nda tecavüze uğradım” diyerek sona sakladığı en büyük acıyı öne süren Yve’e Charles’ın cevabı “Benim Parsons Bulvarı’na gitme şansım bile yoktu!” oluyor. Hiçbir şekilde şaşkınlık belirtmeyen Yve durduk yere 1928 başkanlık seçimlerinden söz açıyor; tecavüz konusu ve erkeğin Parsons Bulvarı’na gidememek gibi büyük acıları siyasal iktidar bataklığına batıyor. Siyaset konuşmak istemeyen Charles (Ted’den sufle almışçasına) “Hiç aşık oldun mu?” diye soruyor.
“Bir kez.”
“Bir yeterli.”
Kadın adama saldırıyor; fizikselleşen kavgada Yve Charles’ı yere yatırıp üstüne çıktığında sıklıkla körlük geçirdiğini söyleyen adamın gözünü oyacak gibi oluyor ama bir süre sonra deşarj olup rahatlıyor, sakince konuşmaya başlıyorlar. Yve Charlie’ye durduk yere “Ted seni neredeyse babasının yerine koyardı” diyor. Konuyu yine teklifsizce değiştirip aşka getirerek “Bir hayali öldüremezsin” diyor ve iki farklı adamın birer kez bağladığı intihar halatının yokluğunda, duraktaki bankın üzerine çıkarak dans etmeye başlıyor.
Oyunun devamında ekonomik güce kavuşan Charlie’nin kötü bir aşığa dönüşmesini izliyoruz. Sahneye yeniden giren Ted ise “Tek istediğim sensin aşkım, bir de zengin olmak tabii” diyor Yve’e. Hiçbir duygu tek başına şifa olmuyor, yukarıda söz ettiğim ilahi, idealist, romantik pozisyonlar boşa çıkıyor. El değiştiren, ağırlık verip çektikçe artıp azalan tahterevalli kimliklerimiz gibi belirli bir duygulanım ekonomisi içinde hem ona hem buna hem de şuna ihtiyaç duyduğumuzu hissediyoruz.
Oyun boyunca diyaloglar arasında birkaç kez alakasız yerlerde cin çıkarırcasına “DOSTOYEVSKİ!” nidaları yükseliyor. Kapanışa doğru Charlie kendinden memnun bir bilgelikle “Sana ait olmayan başkasınındır ve sen başkasına ait olanı istersin” diyor Yve’e. “Dostoyevski mi demiş?” diye soruyor Yve. Aldığı cevap “Ben diyorum” oluyor. Yve karakterini beş dakika sahnede izleyen herkes için Dostoyevski’nin yazmadığı malum olacak bu hikâye bir tren yolculuğu esnasında yaşananları anlatan Kroyçer Sonat’tan farklı bir akla dayandığı gibi, farklı şekilde sona eriyor. Psikanalizin kapıları sonsuza dek kapanmadan önce kendimizi bir otobüs durağında veya tren yolculuğunda bulursak nereye müracaat edeceğimize dair neyse ki dev bir külliyata sahibiz.
Künye
Yazan: Murray Schisgal
Yöneten: Anuki Khidesheli
Oyuncular: Nodar Dzotsenidze, Tako Beriashvili, Nika Chkhaidze
Sahne Tasarımı: Giorgi Ustishili
Kostüm Tasarımı: Giorgi Ustishili
Müzik: Natalia Totibadze
Yönetmen Asistanı: Nia Mantkava