Sevgili Eeva,
Biliyorum yazmayalı ve seni kelimelerimden mahrum bırakalı uzun zaman oldu; ama unutma ki, ben yazmayı senin yokluğunda çektiğim acının üstüne koydum, bana olan bu; eğer hâlâ yazabiliyorsam bütün sırrım bu… Yalnızca bir süreliğine kalemim durdu; çünkü zihnim, hiç durmaksızın dokuz denizi gezen bir kuzgundu. Kalbim, ardı arkası kesilmeyen dalgalara çarpmış kadar yorgundu; düşüncelerim ise, ansızın önünde beliren sarp kayalara vurmuş kadar bozgundu. Sonunda bazı sorular soruldu; 9 numaralı odaya dair dejavularımın cevapları bulundu. Ve taşlar yerine oturdu; ama gel gör ki, o taşlar en şiddetli hâliyle bağrıma çarptı durdu; göğüs kafesimin içine doldu. Sana demiştim: “Bir şeyler oldu, oluyor, olacak!” diye. Bu sebeple bilmem kaç gündür kaotik ve devrik bir cümle gibiyim; nitekim başka bir evrende yüklemim. Her şeye rağmen senden ve hiçbir parçamdan vazgeçmeye yok niyetim! Pekâlâ en gerçek benim, ama galiba benden kopup çoğalan ve oraya buraya yansıyan parçalarımla yaşamayı öğrenmeliyim. Ta ki, o başka evrendeki yansımalarımızın birbirlerini bulduğunu ve iyi durumda olduğunu yüreğimde hissedene dek!
Aslında üst paragraftaki kendi mevzularımı bir kenara bırakır ve öncesinde gündemdeki asıl olaydan bahsetmem gerekirse, ortalık bir hayli karışıktı burada. Öyle karışıktı ki, aklımızı anca toparlayabildik geçen aylarda. Duyunca sen de hak vereceksin sevgilim; nitekim akla mantığa yatmayan sürpriz bir gelişme oldu Ella ile Sónata arasında. Ne var ki bilmeceyi çözüp sindirene kadar göbeğimiz çatlasa da, kendiliğinden patlak veren güzel gelişmeler vuku buldu aşklarında. Ah Ella, aynı zamanda Elisa, hatta Mila; hem evrenler arasında hem de zamanda yolculuk ederek gelecekten ve diğer evrenden gelen bu yeni nesil tanrıçanın Netta’daki varlığı yepyeni ve ulvi bir mucizeye gebe. Evet, tam olarak budur doğru ifade. Neyse, lafı dolandırmadan pat diye söyleyeceğim bu sefer; çünkü bu bir müjde; çünkü Sónata hamile, hem de Ella’nın bebeğine! Düşünsene, bunun adı mucize değil de ne? Pek tabii, böyle bir tuhaflığın nasıl mümkün olabileceğini çözene kadar, günler boyunca üst üste dizilerek boyumuzu aşan mitoloji kitaplarına gömülmek zorunda kaldık Saara ile birlikte. Evet, o zamandan bu zamana değin hepimiz bir aradayız bu evde. Şubat ortasındaki travma ritüelinden sonra hepimize bahar gelince birbirimizden kopamadık ve gidemedik hiçbir yere. Sonrasında nisan sonundaki üçlü doğum günü gerekçesiyle kalmaya devam ettik elbette. Ve uzun süredir özünde mitolojik bir tanrıça olan Fenrir ile paylaşıyorum odamı bile. Hiç şüphesiz en iyi tabirle doğru cümle şu şekilde; aylardır hepimiz bir aradayken haziranı ettik ve olduk bir aile.
İnanılır gibi değil, meğer tıpkı Ella gibi Sónata da… Neyse, cümlenin gerisini hemen yazmayacağım; çünkü her şeyi en başından anlatmaya başlayacak ve Sónata’yı havalimanından almaya gittiğimiz o güne dönüp hafızamı geri saracağım. Ella ile ben o gün, sanki ilk aşk randevusuna gidecek olan iki ergen gibiydik. Aynı zamanda en tarz kıyafetlerimizi giymiştik; saç şekillerinden üstlerindeki kot ceketlere ve vintage botlara kadar aynı olan ayrı yumurta ikizlerinden pek farklı değildik. Şafak sökmeden uyanıp peş peşe duşa girecek kadar, parfüm şişesini boca edip misler gibi kokacak kadar heyecan içindeydik. Elimde değildi, onunla psişik vaziyetteydim besbelli; devinimli hisleri bana transfer oluyordu sanki. Günbegün içimde büyüyen sana çektiğim hasret kadar çokça hasretini çektiğim ve kendimi koyverdiğim –heyecanla nakış edilmiş– o şapşal âşık hislerdi bunlar belli ki. Yıllar öncesine dönmüş gibiydim; seninle buluşmak için hazırlandığım her saniyeyi tekrar yaşamaktı niyetim –ki zaten değil saniye, her salisesi halen daha paha biçilemeyecek kadar değerli. İlk günlerimizdeki ortak vaziyetimizi sen de hatırlarsın ya hani. Alev alacakmış gibi pembeleşip kızaran yanaklar, göğüs kafesinden fırlayacakmış gibi çarpan panik ataklar, beyne devasa bir müzik seti yerleştirilmiş gibi düşüncelere eşlik edip duran o şarkılar, çocuksu ifadelere bürünerek aynaya bakıp kendi kendine konuşmalar, her defasında buluştuktan sonra uçar gibi geçen insafsız zaman, her ne hikmetse buluşana kadar bir türlü geçmek bilmediğinden etrafta volta atmalar, ellerde ve bacaklarda uyuşmalar, soluksuz kalışlar… Özledim bunları; çok ama çok özledim ve zamanı geri alıp yeniden yaşamak için her şeyimi feda ederdim. Ki her daim edebilirim. Biliyorum, dram yapma konusunda beterin beteriyim; biliyorum, melankoli yazma konusunda yetenekliyim; biliyorum, seni incitmemek için kendim kadar devrik cümlelerimi susturmayı bilmeliyim; ama gel de bak içime, eski günleri düşündükçe âşık kalbimi ister istemez sıyırıyor keşkelerim! Keşke yine beklesen beni ağaçlar altında bir bankta, keşke yine gülümsesen beni gördüğün ilk anda. Zaman denilen şey, bir 80’ler kaseti gibi en başa sarılabilse keşke; hatta en sondaki o hüzünlü ayrılık şarkısı asla çalmadan duruverse ve en baştaki neşeli şarkıya geri dönse… Hikâyemizin karışık kaseti asla bitmese ve milyon defa, adı “Gerçek” olan kavuşuverse, adı “Hayat” olana. Keşke!
Her neyse, anlatıyordum; devam ediyorum. Sónata’nın geleceğini –ta trenden indiğimiz an– Ella’dan duyar duymaz önce gözlerini kırpıştırmış, sonra da hınzırca gülmüştü Saara; üzerine bir de imalı tavırlarıyla Milena’ya dönüp şöyle demişti: “Taze sevgililer için evin en dip köşesinde bir oda hazırlamalıyız sevgilim, neyse ki dairemizin duvarlarında ses yalıtımı var, iyi ki hissedebiliyor.” Buna karşılık ifadesinde koca bir soru işareti beliren Milena, Saara’nın ne kastettiğini pek anlamamıştı ama ben gayet iyi anlamış, ona hak vererek bıyık altından kıkırdamıştım arka fonda. Ah, Saara ile Milena; bu muazzam çiftin ritüel sonrası yeni hâlleri tek kelimeyle harika! Anneliğe öyle kaptırdılar ki kendilerini, asıl şimdi görmelisin her ikisini; Ella’ya dair her şeye özeniyor, âdeta onun ağzının içine bakıp mutluluğu için oradan oraya koşturuyorlar. Aslına bakarsan, çocuk isteyen ama son anda planları suya düşen ikimizin geçmişi düşünülürse bir hayli trajik; hiç tatmamış olsam da, onların sayesinde yeniden ve gizliden gizliye can attığım bir şey olup çıktı annelik. Onlara baktığımda ürperiyordum ilkten; zira bana aşırı tuhaf geliyordu “kızımız” dedikleri –kazık kadar bir yetişkin olan– Ella’nın kendileriyle hemen hemen aynı yaşta olması. Oysaki zamanla –bilhassa ritüelden sonra– buna alıştım hepten; diğer evrenin gelecek zamanından şimdiki zaman noktasına varan o ızdırap üçgeninin güçlü bağları dolayısıyla ikinci bir şansı her koşulda hak ettiklerini idrak ettiğimden, yaş kavramı gözüme batmaz oldu tamamen.
Annelik demişken, kasabadan döndüğümüz o akşamdan itibaren –kızları ve sevgilisi için– ıvır zıvır odasını boşaltıp özene bezene bir aşk yuvasına dönüştürdüklerinden, ertesi sabah bizimle gelememişti Saara ile Milena. Varış saati 9.00 olan uçakla gelecekti Sónata, oysa Ella’nın içi içine öyle sığmıyordu ki, lunaparka gitmek isteyen nostaljik bir çocuktan farklı değildi; beni ve Fenrir’i iteklercesine arabaya sürüklemesi neticesinde erkenden gittik havalimanına. “Hadisene Veera ya! Mobilet sürer gibi 30 ile gidiyorsun! Bassana gaza!” diye söylenen Ella yüzünden, gaz pedalını kökleyince ben, âdeta hoplaya hoplaya varmıştık oraya. Hâlbuki uçağın iniş vaktine iki saat vardı daha; biz çok evvel gidip dikilmiştik yolcu karşılama kapısına. Of Ella; başımdaki tatlı bela!
İki saat sonunda uçağın indiğine dair anonsu duyunca, yolcu bekleyen kalabalığın önüne geçiverdik. On dakika sonrasında ise karşımızda görüverdik onu. Bizi görür görmez, ifadesinde giderek büyüyen bir tebessümle olduğu yerde durdu; biraz daha uzamış bakır kızılı salık saçları, zümrüt yeşili gözlerindeki derin bakışları ile hep bildiğimiz Sónata’dan başkası değildi bu. Tepeden tırnağa ışıldadığından olsa gerek, kusursuzdu; ne de olsa özlem dolu bir âşıktı; ne de olsa, kuzeydeki kambur balinalar ve beyaz ayılar diyarından yalnızca sevdiği için kat edip gelmişti onca yolu. Ella nasıl da çalımlı; onu gördüğü an benim yanımda hiç durur mu? Direkt kollarına koştu; ilk hamlesi ise onu kendine çekmek ve uzun uzadıya öpmek oldu. Ah o öpüşme; ağır çekimde bir film sahnesi olsa, ödül alırdı kesin; ikisinin de elleri gezindi birbirlerinin yüzlerinde ve bedenlerinde, hem şehvetle hem de şefkatle. Birbirlerinde öyle kaybolmuşlar, dünyayı öyle unutmuşlardı ki, ne dün ne de yarın vardı düşüncelerinde. İyi ki de aşkın her rengine saygı duyuluyor Netta evreninde; bu ayaküstü sevişme sahnesi onca kalabalığın içinde dakikalarca sürmüştü böylelikle. Geriden izlemiştik biz de; benim zihnimde malum bir şarkı çalarken imrenircesine, Fenrir ise başını iki yana eğerken kendi dilinde söylenircesine… Zaman gibi hızla akan ve oradan oraya koşturan insanların ortasında duraksamış bir saatin yelkovanından farkı olmayan siluetimle öylece dikiliyor ve bakıyordum. O esnada Ella’yı süzerken içimden aynen şunları dediğimi anımsıyorum: “Sevdiğine bakarken içi eriyen bu kadının geçmişinin karanlık olduğunu şuradan geçen herhangi birine anlatsam, değil bana inanmak, şaka yaptığımı sanıp kahkahayı basar herhalde. Hep derim; insanı dönüştürür tek bir aşk bile!” Gerçi Ella’nınki herhangi bir dönüşüm değil, başlı başına bir metamorfozdu nihayetinde. Bu iç seslerim ardından zarif bir hareketle solumdaki Fenrir’in başını kaşıyarak ona şöyle dedim: “Görünen o ki, bu gece ve sonrası benimle uyuyacaksın dostum, oda arkadaşın sadece benim.”
Eve döndüğümüzde kapıdan içeri girdiğimiz ilk anda, karşılarında Sónata’yı görür görmez donakalmıştı Saara ile Milena; büyük ihtimalle şaşkınlıkları, onun Milena’ya olan aşırı benzerliği yüzündendi; zira sonrasında yüzlerindeki ortak ifade birdenbire, kocaman tebessümlere bıraktı yerini. Az kalsın ağlayacak gibiydi hem gurur duyan hem de mutlulukla dolan gözleri. Muhtemelen içlerinden şöyle geçirmişlerdi: “Kadere bak, tam da annesinin yolundan gider gibi, bulmuş kızıl bir bohemi…” İşte bu noktada, kapının eşiğinde sarıldılar o kızıla, tıpkı kızlarına sarılır gibi. Kucaklaşmaların ardından da salonun ortasında tanrıçalara layık bir kahvaltı masası karşıladı bizi. Tek tek anlatmaya gerek yok; Saara ile Milena’nın elleri pek hünerli. Ah Eeva, yanımdayken hep bana şunu derdin ya: “Çoğu eserde kahvaltı veya akşam yemeği sohbetleri sıkıcıdır, oysa seninkilerde hiç öyle değil; öyle bir anlatıyorsun ki, o masada yer alıp diyaloglara katılmak istiyor okuyan,” diye. İşte yine tam olarak senin sevdiğin gibiydi bu hikâyedeki de.
Ella ile ben, ortamıza Sónata’yı alarak yerleştik kahvaltı masasına; tam karşımıza geçenler ise merak içinde onu süzen iki anneydi hâliyle. Bu sefer masanın odak noktası Sónata’ydı elbette. Saara ile Milena’nın ardı arkası kesilmeyen soruları yüzünden bir nebze gergin olmasına rağmen, sempatikliğini elinden bırakmaksızın kendine dair her şeyi anlattı; işini, kuzeydeki evini, rutinlerini, ailesini, hatta Ella’yı ne denli sevdiğini ve özlediğini… Ayrıca öyle kontrollü ve akıcıydı ki, sanki bir piyano resitali dinler gibi dinledik söylediklerini. Gelgelelim hakkını vermek lazım; en büyük sırrı hakkında hiç renk vermedi, ta ki benden yardım istediği o an’a kadar.
Hazır ol Eeva, bundan sonra yazacaklarımın etkisi çok fazla; zira asıl şimdi başlıyorum, hem de sevdiğin kısımlar olan diyaloglarla anlatmaya. Konular konuları açınca, iki saat boyunca bir türlü kalkamamıştık masadan. Kahvemi keyifle içiyordum ki, Sónata kulağıma eğildi; fısıldayarak, “Burada baş başa kalabileceğimiz bir yer var mı? Çünkü seninle derhal ve özel olarak konuşmam gerekiyor Veera, yardım et bana!” dedi. Gözlerimi onunkilere kaydırıp sebebini bakışlarımla sorgulatacak kadar tedirgin etmişti bu sözleri. Gözlerindeki çaresiz ifadeden ters giden bir şeyler olduğunu anında çözmüştüm. Hâl böyle olunca herkesin içinde falso vermemem gerektiğini hesaba katarak, masadan kaçış yolları üzerine sessizce düşündüm. Yalnız kalıp konuşabileceğimiz o yer, bir dakika bile geçmeden aklıma düşüverdi. Apartmanın Terası! Kasabadan döndüğümüz akşam keşfetmiş ve çok sevmiştim orayı. Pek tabii harekete geçtim, ama gel gör ki masadan kaçana kadar oldukça komikti o hâllerim. Sónata’yı omzundan çekiştirmemle beraber diğerlerine seslenmem ani olmuştu. “Biz iki dost, kahvelerimizi terasta içerken biraz sohbet etmek için müsaadenizi istiyoruz,” demiş, dostumu peşimden sürükleyerek masadan kalkıvermiştim.
Birkaç dakika sonrasında, yemyeşil ağaçlarla ve rengârenk çiçeklerle süslenerek şifalanma bahçesine çevrilmiş olan terasa çıkmıştık. Beni çok sevdiğinden midir nedir bilinmez, peşimden ayrılmayan Fenrir’in de bizimle geldiğini belirtirsem, üçümüz orada baş başaydık. Fenrir, geniş bir şemsiye altında duran kanepeye sere serpe uzanarak arkamızdan bizi izliyorken; Sónata ile ben, öğlen ortasında şehir manzarasını apaçık gören uçta karşılıklı dikiliyorduk; balkon duvarına yaslanmıştık. Bir süre suskun kalarak manzaraya bakmaktan kendimizi alıkoyamadık. Nihayetinde ötemizdeki sahnede yüksek teknoloji ve yeşil enerji ile var olan Feresa Salina şehri, masmavi ve yemyeşil tonlarda göğe doğru yükseliyordu. Diğer evrenlere göre düpedüz bir ütopyada yaşadığımıza zerre kuşkum yok! Güneş panelleri ve rüzgâr türbinleri üstünde çalışan robotlar, gökdelenler üstünde uçuşan çevreci balonlar, havada uçarcasına süzülen trenlerin ilerlediği raylar, dört bir yanda insan ve hayvan figürlü anıtlar, etrafta spor yapan yahut kitap okuyan insanlar, parklarda koşturup oynayan çocuklar ve hayvanlar, sanatsal sokaklar… Ve tabii cadde kenarlarında sakuralar…
Derken, gözlerini manzaradan ayırmaksızın lafa girdi Sónata; beni şoke edeceğini bilse de birden söyleyiverdi. “40 günlük hamileyim Veera! Ve bebek Ella’dan!” dedi.
Gerçekten o an, tam arkamda kulak misafiri olan Fenrir bile şoke olup koca bir ünlem yaratacak kadar inlemişti; benimse beynime giden oksijen kesilmiş olabilirdi. Nasıl bir şok dalgası yediysem artık, ne tepki vereceğimi bilemediğimden bir yandan iç sesimden “Hah!” diye haykırdım, öte yandan başımı Sónata’ya çevirip öylece kalakaldım. Hâlbuki o, benimle kıyaslandığında şaşırtıcı derecede sakin görünüyordu; suskunluğum dolayısıyla gözlerini bana çevirerek devam etti: “Uzun zamandır ondan başka hiç kimseyle birlikte olmayan ben, hamile olduğumu öğrenince evin her yerinde onun saç telini aradım. Oraya buraya döküldüğünden ve parlak gri olduğundan bulmak zor değildi. Sonrasında ise muayenehanemdeki araç gereçle onlarca DNA testi yaptım. Onun bunu nasıl başardığına akıl sır erdiremiyorum ama testlere göre %100 ve resmen onun bebeğini taşıyorum; ilaveten hayli sağlıklı ve mucizevî olarak bereketin timsali gibi interseks kromozomu taşıyor. Benimle görüntülü konferans yaptığınız o gün bunlarla uğraşıyordum işte. Yaşadığım şey o kadar inanılmaz ki, size yahut başka birilerine tek kelime edemedim; kendim bile zor kabullendim.”
Hiç şüphesiz bir şeyler oluyordu; Ella’nın Netta’daki metamorfozu tohumlarını veriyordu. Anladığım kadarıyla Sónata’nın rahmine büyük bir mucize düşmüştü; belki de geleceğin posthümanına hamileydi. O vakit şubat olduğundan erkendi, ama bir yıl yaşlanmış kadar beynimi zorladığımı itiraf etmeliyim, gerçi zaten nisan sonu bir yıl yaşlanıp yeni yaşıma girecektim, sadece ben değil; Ella ile Saara da. Neyse ki sonunda saçma da olsa konuşabildim. Tek elimi alnıma koyarak, “Ama bu, sevişip durduğunuz ilk haftaya geliyor. Ama bu, imkânsız, öyle değil mi?” diye kekeler gibi sorunca ben, cevabı gecikmedi. “Evet, iki kadın hep bilinen o yoldan bebek sahibi olamaz, bunu sen de benim kadar iyi biliyorsun. Bunu mümkün kılmak için tıbbi müdahaleler, sürüyle laboratuvar işlemleri gerekiyor, hatta son yıllarda rahminde dokuz ay bebek taşımak istemeyen gelecekçi bireyler için robot-rahimler geliştiriliyor. Ancak Ella’nın herhangi bir insan olmadığını düşünürsek, belki böyle bir yeteneği var ve biz bilmiyoruz, büyük ihtimal kendi de bihaber.”
“Okuduğum efsanelere göre,” diye başladım fikir yürüten sözlerime. “Soylarını devam ettirmek isteyen tanrıçaların yöntemleri insanlarınkinden çok farklı; cinselliğe ihtiyaç duymadan da hamile kalıyor veya bırakabiliyorlar; yani, zihin enerjileri ile rahme bebek düşürebiliyorlar. Of Sónata, of! Bu çok fazla! Cevapları verebilecek tek kişi Ella; benimle değil, onunla konuşmalısın, hem de hemen!” diye tam devam ediyordum ki lafımı kesti. “İşte bu yüzden yardım istiyorum senden! Bunu ona söylerken ne olur yanımda ol! Nedense her şeyin mahvolmasından çok korkuyorum!” dedi haykırır gibi. “Nedense bu bebeği istemeyeceğine dair bir his var içimde! Ya bir tercih yapmamı isterse? Ya büyüdüğü evrenin ilkel bir erili gibi korkup kaçmak isterse ve bunu doğuracaksan ben yokum, öteki evrene gidiyorum falan derse?”
“Yani, sen bu bebeği Ella’yı kaybetme pahasına da olsa istiyorsun?” diye sorduğum anda gürledi. “Elbette bebeği istiyorum! Ama Ella’yı kaybetmeden! Kimseyi kimseye tercih etmeden! Çılgınlar gibi âşık olmamla beraber ikisinden de vazgeçemem! Ayrıyeten Netta’da yaşıyoruz Veera, bağımsızız! Ella çocuğu sahiplenmek veya onunla ilgilenmek zorunda değil; tek başıma da büyütebilirim, bizler açısından çok olağan bir şey bu!”
Her ne hikmetse hislerim bana, Ella’nın Netta’dan bir çocuk bahanesiyle kaçmayacağını söylüyordu; neticede Sónata’ya olan aşkından içten dışa yanıyordu. Durumu ona açıklamamız için düşünmeme yahut plan yapmama gerek yoktu. Cebimdeki telefonuma uzandım ve ona, “Çabuk terasa gel, yalnız olarak!” diye bir mesaj attım.
Beş dakika ya geçti ya geçmedi, “Hey hey hey!” diye seslenerek çıkageldi Ella, hem de neşe içinde bir çocuk misali. Sürekli olarak acıktığından, “Size neler neler getirdim, annelerim yapmış,” diyerek elinde bir tabak çikolatalı çörek ve kahve sürahisi ile karşımızda belirdi. İkimiz de farkında olmadan, kabahat işlemiş bir çocuğa bakar gibi bakıyorduk ona. Dengesiz enerjiler yaydığımızdan olacak, aramızda cereyan eden tuhaflığı hemen fark ediverdi. Donuk ve şüpheci bakışlarını bir bende bir de Sónata’da gezdirirken, “Ne oldu? Ne var?” diye sorduğunda, ikimizden biri ağzını açmadan önce –ne olur ne olmaz diye– elindekileri aldım. Bir şeyler diyecek mi diye Sónata’yı yokladım ama yutkunup durmasından gık diyemeyeceğini anladım. Baktım ki olacak gibi değil, iç geçirdikten sonra dolaylı yoldan konuyu ben açmaya çalıştım. “Ella sen, Sónata’dan önceki hayatında bir kadınla birlikte oldun mu?” diye soruverdim. Onu huzursuz etmek değildi niyetim, oysaki huzursuz olmuştu; muhtemelen sorguya çekildiğini düşünüyordu. Hâl böyle olunca, Sónata’dan çekine çekine, onun ifadelerini yoklaya yoklaya konuşmaya başladı. “Şey, olmuş olabilirim, oldu birileri, ama tek gecelik ilişkilerdi; anlamı yoktu. Ayrıca hepsi eskide kaldı; o zamanki kişi değilim artık. Neden ki? Fark etmeden bir hata mı yaptım?” diye sıralayınca kendimi durduramadım; her şeyi çözecek olan o büyük soruyu ben sordum. Biraz ürktüğümden olacak, yüzümü ekşiterek, “Kadınları zihninle hamile bırakmak gibi bir yeteneğin olabilir mi acaba?” demiş bulundum.
İlk an, kahkahayı basmamak için kendini zapt ederken cevap veremedi; yalnızca sırıtarak gözlerini devirdi. Kim bilir içinden bana neler demişti; belki, Sónata’nın getirdiği –insanı fazlasıyla neşelendiren– o çikolatalardan yediğimi falan zannetti. İkinci an, ne ima ettiğim kafasına anca dank ettiğinden, aniden iri boncuklara dönen gri gözlerini Sónata’ya kilitledi. İşte o kesişme anını fırsat bilen Sónata korksa da, “Hamileyim, senin çocuğunu taşıyorum!” diye bir çırpıda söyleyiverdi.
Of ki ne of, o sahne aklımdan hiç çıkmıyor! Kendini kaybetmişçesine, “Hayır, olamaz! Ben çocuk falan istemedim ki! Bu bir kâbus olmalı! Evet, evet, bugüne kadar yaptıklarım sebebiyle lanetlenmiş olmalıyım!” diye mırıldanan Ella, hayalleri yıkılmış gibi gerisin geri sendeleyip bizden uzaklaşınca; Sónata yerin dibine girmek istercesine başını eğdi. İkisi de dokunsan ağlayacak veya patlayacak gibiydi. Biri terasın bir yanındaydı; diğeri öbür yanında; onların ortasında duruyordum ve iki arada bir derede kalmış barışçılar gibi hissediyordum.
Çok geçmeden, Fenrir’in kanepesinde âdeta çökmüş vaziyette oturan Ella’yı bütünüyle yanlış yorumladığımızın farkına vardık, ta ki samimiyetle sarf ettiği o sözleri işitene dek. Meğer korkup kaçmamış; yalnız başına oturup sağlıklı düşünmek istemiş. İşin aslı ortaya çıktığında, aralarında hiçbir sorun olmadığını anlamamla birlikte derin bir oh çekmiştim. Sónata ise şekilden şekle girerek ağlamıştı; ama bu defa aşkı ile gurur duyduğundan dağlanmıştı. Her kim olursa olsun muhakkak, sevdiğinden öyle sözler duysa duygulanıp ağlardı; beni bile dağlayıp kıyıda köşede bıraktı.
Ella’nın sesini duyar duymaz başlarımız ona çevrilmişti; benim varlığımı görmezden gelmiş, direkt Sónata’ya hitap etmişti. “Çocuğu veya seni istemiyor değilim sevgilim,” diye başladı o dokunaklı laflarına. “Benim burada, senin evreninde bir göçmen, daha çok evrenler arası kimliksiz bir mülteci olduğumun farkındasın değil mi? Yani, her an buradan sınır dışı edilebilirim. Ne trajikomiktir ki kudretli olmama rağmen, bundan sonraki hayatımı hangi evrende geçireceğime dair hükmü verecek kişi ben değilim. Buraya ait olmadığım yetmezmiş gibi, üzerine bir de talihsiz yetimin tekiyim; terk edilmişliği, annesizliği ve eksikliği herkesten iyi bilirim. Üstelik beni doğurur doğurmaz terk eden o kadına benzeyeceğime, işkenceyle ölmeyi yeğlerim. Demem o ki, sevdiğim kişiyi ve çocuğumu başka bir evrende bırakmak, onları zorunlu olarak terk etmek, özellikle hayatımın son döneminde en büyük kâbus olmuştur benim için! Birilerinin vakti zamanında yaşadığı deneyimleri öğrendiğimden beri, bu tarz bir duruma düşmekten oldum olası korktum durdum ve görünen o ki, şimdi benim başıma geliyor birebir benzeri! Bu nedenle bir kâbus, bir lanet dedim, düşüncesiz tepkilerimle seni incittiysem lütfen affet beni! Seni seviyorum ve kaybetmek istemiyorum; keza tereddüt etmeksizin içinde her ne taşıyorsan onu da… Öyle netim ki, hem oradaki hem de buradaki ömrü hayatımda kalbime de bedenime de dokunabilen en şefkatli, en güvenli, en hisli insanın bir tek sen olduğuna eminim! Ve sana yeminimdir ki, eski hatalarımı yapmaksızın sana ve sana dair her şeye özeneceğim. Sana yeminimdir ki, gerek kalbime gerek bedenime erişebilen ve dokunabilen bir tek sen olacaksın her daim!”
Ella’nın bu cümleleri sona erdiği anda, oturduğu yerden kalktığı gibi Sónata’ya doğru hareketlenmesi bir olmuştu; keza Sónata da ona doğru. Ortada buluştular ve sahnenin devamında olması gerektiği gibi sarılıp koklaştılar. Tek eksikleri arka fonda çalan şarkılardı. Gözlerinin derinliğinde yüzer gibi ona bakarken, “Şey, ben,” diye söze başladı Sónata, “önceki hayatını bana anlatmanı istiyorum. İyi veya kötü ne varsa tüm hikâyeni sırf senin ağzından, sırf senin betimlemelerinle dinlemek istiyorum, çünkü âşık olup sevdiğim ve hayatımı geçirmek istediğim insanın aydınlığı kadar karanlığını da tanımak istiyorum, keza orada aldığı yaraları burada sarabilmek…” Ona karşılık yılık bir tebessümle cevap verdi Ella. “Söz veriyorum anlatacağım, hem de kendi edebi dilimle. Ama şimdi değil; doğru zaman geldiğinde…”
Bu romantik anları beriden imrenerek seyrederken tek eksiğim bir kadeh şaraptı; yine de Ella’nın getirdiği kahve ve çörek çok işime yaramıştı. Her ne kadar çılgınca olsa da, sürpriz hamileliği Saara ile Milena’dan gizleyemezdik ki zaten gizlememiz için hiçbir neden yoktu. Keyifli yüz ifademi takınarak, “Mademki herkes iyi; o hâlde şimdi müjdeyi, bebeğin anneannelerine uçurma vakti!” dediğimde aşağıya inmemiz ve kendimizi evde bulmamız uzun sürmedi. Ne var ki henüz gün bitmemişti; o günün devamında karşılaşacağımız başka bir şey, hamilelik mevzusuna oranla fazlasıyla allak bullak edecekti bizi.
Haberi vermeden önce –her ihtimale karşı– ikisini kanepeye oturtmuştuk; bayılıp düşmelerini istemiyorduk. Ella ile Sónata’nın anlatımıyla her şeyi öğrenen Saara ile Milena’nın tepkilerinden söz etmeye gerek yok; benden geri kalır yanları yoktu; mutlu olmasına mutluydular ama işittikleri ne varsa suratlarında şok dalgası patlamış kadar dışlarına vurdu. Oysa Saara daha çok, hamileliğin nasıl olabildiğine kafa yoruyordu; açıkçası Ella’yı biraz bencillikle suçluyordu. Onun soyunun tanrılardan çok, devlere uzandığını ritüelden beri biliyordu ve onun dürtülerindeki her türlü tekinsizliğe karşılık bilmeceyi çözme niyetiyle ihtimallerin üzerinden geçiyordu. Belli ki huzursuzdu; belli ki mitoloji ile çok içselleşmişti; belli ki o an kendisini, sağı solu belli olmayan yetim Loki’yi evlat edinmiş Odin’in yerine koymuştu; çünkü karşısına geçip onu sorulara boğduğu o rahatsız edici sahnenin, aile heyetine açık bir sorgudan farkı yoktu.
O kadar şeyi aynı gün düşünüp tekâmül geçirmekten kafam uranüs gezegeni kadar olmuştu. Sónata, Milena ve Fenrir’in aralarına sıkışmış hâlde ikisini seyrederken iç seslerimden tek bir soru geçip durdu: Yoksa kadim mitoloji, kuir bir gelecek versiyonuyla değiştirilerek Netta’da tekerrür mü ediyordu?
“Anlat hadi, nasıl ve neden yaptın? Çok mu arzuladın? Mutlaka bir şey yapmış olmalısın! Yoksa büyüyle mi yaptın?” diye art arda sorduğunda Saara; gerçekten verecek cevabı olmayan zavallı Ella bir yandan kendini savunur gibi, öte yandan içini döker gibi sözler sarf etmişti. “İnan bana ben hiçbir şey yapmadım. Ben çocuklardan hazzetmem ki! Bugüne kadarki planlarımda çocuk sahibi olmaya dair bir dirhem bile hayal kırıntım olmadığı gibi, onlarla bağ kurmaktan kaçtım hep; hâliyle kendi çocukluğum yüzünden korkuyordum anne! Bana benzer diye korkuyordum!”
Neyse ki bu sözleri duyması ardından titredi annenin yüreği; kızına sarılıp bağrına basmaktan alamadı kendini; nihayetinde soyu nereye uzanırsa uzansın gözünün bebeğiydi. Sonra birden hareketlendi Saara; kollarını Ella’dan çeker çekmez, “Pekâlâ o hâlde Veera!” diye seslendi bana, “Mitoloji araştırmamda bana yardım et lütfen; tanrılara ve kehanetlere bakmalı, ipucu yakalamalıyız. Şu olayı çözmemiz gerekiyor,” dedi, hemen ardından da Milena’ya dönerek ekledi. “Sen de Ava’yı uykudan uyandır hayatım; yardımı gerekiyor.”
Hah! Ava mı? Bu noktada sahneyi durdur! İlk defa bu ismi duyuyordum ve tam da Saara’ya soruyordum ki, ağzımı tam açacakken benden önce davranan Ella oldu. “Ava da kim?” diye sordu, nedense sesi tir tir titreyerek. Saara yerine Milena cevap verdi tebessüm ederek, “Ava, Saara’nın asistanı, editörü ve sol eli; aynı zamanda disleksi yazarlar için özel olarak tasarlanmış bir robot olur kendisi. Tanıyınca ona bayılacaksın; harika bir espri anlayışı var. İnsanları ötekileştirmek veya dışlamak istemem ama çok faydalı ve her yazarın ihtiyacı olan şey bu; Saara’nın eksik veya yanlış yazdığı harfleri insan olan diğer editörler günlerce okuyup gözden kaçırırken, robot olan editör Ava birkaç saatte hepsini fark edip hallediveriyor.”
“Harbiden vay anasını!” dedi Ella homurdanmaya başlayarak, “Bir robota göbek adı olan Ava ismini verdi, öyle mi? Bayılacağıma eminim!” diye devam ederken dalgaya alarak geçiştiriyor gibiydi. İçlenmiş miydi, yoksa içerlemiş miydi? Bildiklerim kadarıyla bir tek ben anlayabilirdim Ella’nın zihninin gelecekteki geçmişine dair bir anıya gittiğini; zira Ava’nın bir robot olduğunu duyar duymaz, sol yanağına kütük yemiş kadar keskin ve ani olmuştu başını Saara’ya çevirmesi; hatta bakışlarını onda gezdirmesi…
Derken Milena, birkaç dakika sonra dönüverdi kaşla göz arasında kaybolup gittiği yerden, hem de yanında süzülür gibi yürüyen bir piramitle; bacak kadar ufak ama aşırı parlak ve metalik renkte… Elektrik süpürgesine benzediği için tam da, “Bahsi geçen Ava bu mu ya? Nasıl da komikmiş!” dercesine bakıyorduk ki, piramidin üzerindeki belirsiz bir düğmeye basan Milena, “İşte huzurlarınızda Ava!” dediğinde olanlar oldu. İnan bana Eeva, orada yaşadıklarımıza hariçten bakılırsa, absürd bir gerilimden geri kalır yanı yoktu. Gelgelelim bir doğumu izler gibiydik; şahit olduğumuzun, metal bir rahimden dışarı çıkan ve aniden büyüyen bir insandan hiçbir farkı yoktu! Bana kalsa ve bu sahne kendi senaryomda yer alsa, 80’ler bilim-kurgularındaki gibi dumanlı neon efekti ve synthwave müzikler eşliğinde harika bir film sahnesi yazacağıma da hiç şüphem yok!
Hepimizin gözü, ufak tefek çevreci robotlara ve azınlık sayılabilecek çiftçi androidlere alışkındı; ancak bu, kesinlikle onlardan biri değildi. Ella’dan Sónata’ya, hatta Fenrir’e kadar dördümüz kaskatı kesilmiştik; gözlerimizi saniyeliğine kırpamayacak kadar gözlerimize inanamıyorduk. Salonun ortasında duran piramit aniden hareketlenmeye ve resmen genişlemeye başlamıştı, hem enine hem boyuna doğru. Hiç beklemediğimiz anda bir kafanın dışarı çıkıp yüzünü bize çevirmesi ve masmavi gözlerini üzerimize dikmesi, korkarak iki adım geri basmamıza sebep olmuştu. Basbayağı tırsan Ella, sanki kötü bir şey olacakmış gibi savaşçı içgüdüsüyle hepimizin önüne gerildi ve gövdesiyle kalkan olup barikat kurdu. Karşımızda akan sahne derinleşerek genişliyor ve biz küçülüyor gibi hissediyorken bir baktık ki, piramitten iki el, kol ve bacaklar uzandı dışarıya doğru, ardından da tüm gövde. Bir dakika bile geçmemişti ki, ayakları üzerinde yükselivermiş, boyu en az 165 santimetreyi bulmuştu. Hayır, yalnızca bir robot değildi bu; karşımızda gördüğümüzün, metal görünümlü bir insandan hiçbir farkı yoktu. İlk yaptığı şey, dördümüzü boydan boya süzdükten sonra tek elini kaldırarak selam vermesi; ilk söylediği şey ise, bizi ürküten görüntüsüne tam tezatlıkta şirin bir ses tonuyla, “Şey, merhaba, ben Ava, burada parti mi var yoksa? Ne kaçırdım?” demesi oldu.
Kimseden çıt çıkmadı bir süreliğine; iğne düşse, yıldırım düşmüşçesine sesini duyardık o anki sessizlikte. Buna karşılık da ilk tepkiyi veren ve tüm sessizliği bozan, hatta gerginliği dağıtan Sónata oldu. “Tamam, artık eminim, kesin kafamız çok güzel ve hiçbirimiz bunun farkında değiliz!” dedi kendi esprili diliyle. Bu sözleri beni kendime getirince, bir cümle söyledim onun üstüne, “Sen bir de geçen gün kasabada olanları görseydin,” diye.
Bu tırsmış, şaşakalmış, karmakarışık olmuş hâllerimizin üstüne de tam arkamızdan kapak gibi bir kahkaha duyuldu; Saara’ydı bu. “Nasıl da korktunuz ama? Hâlinizi keşke videoya filan çekseydim. Ne yani, sürekli olarak siz mi şoke edeceksiniz bizi?” diyerek katıla katıla gülüyordu. Yanındaki Milena ise büyük ölçüde kibar oluşundan onun gibi kaba saba bir kahkaha basmamak için kendini zor tutuyordu. Ella’yı sorarsan, onlara kızmakla meşgul bir çocuktu. “Harbiden, bu gösteriyi önceden planladınız değil mi? Hayret bir şeysiniz!” diye söylenip durdu.
Daha sonra Saara ile yalnız kaldığımda bana anlatacağına göre; meğerse Ava, Disleksi Derneği’nden kendisine hediye olarak gönderilmiş; henüz piyasaya sürülmemiş test aşamasındaki çok özel bir prototipmiş; ilaveten işinin ehli olduğu kadar eğlenceli de bir dostmuş, hepsi bu… En mühim ayrıntı ise şu; buradaki Saara, oradaki Saara gibi robot ikizini yaratacak bir girişimde bulunmamış; zihnini bir robota veya herhangi bir aygıta asla aktarmamış… Yani, ilk anda Ella’ya geçmiştekileri hatırlatan ve dejavu yaşatıp korkutan şu meşhur Antagonist Android Saara Ava’nın yansımasının bizim evrende var olma olasılığı, çok şükür ki sıfır. Tabii bu kısımdan Saara’ya hiç bahsetmedim; neyse ki diğer evrende öldükten sonra olanlardan haberi yok!
Sitem etmesi bittikten sonra, Sónata’nın elinden tutarak bize döndü Ella. “Neyi araştırırsanız araştırın ama biz yokuz, bir süre izninizi istiyoruz!” dedi ve sırıtarak devam etti: “Siz sıkıcılara, kitaplardaki beş bin tane tanrı ile kolaylıklar dileriz,” diye ekledikten sonra ikisi birden gözden kayboldu. Odalarına kapanıp baş başa kalmak, konuşmak, hatta durmaksızın sevişmek niyetindeydiler haklı olarak. Milena da kendi gerekçesini sundu. “Benim sürüyle okul işim var, bu yüzden ben de gidiyorum,” dedi ve ortadan yok oldu.
Hepsinin bizden kaçtığını anlamıştık ki, bir yandan gözlerimizi devirerek diğer yandan tebessüm ederek bakıyorduk birbirimize; benden Saara’ya, hatta Ava’ya kadar. Ha bir de Fenrir vardı yanımızda; o sırıtmıyor, ama sırıtırcasına dilini sarkıtıyordu. Böylelikle geride kalanlardan kurduğumuz dört kişilik araştırma ekibi ile salonu günlerce kütüphaneye çevireceğimiz birinci gün başlamış oldu. Öyle bir işe kalkışmıştık ki, kafalarımız kitaplardan kalkmayacak, dahası bir panoya tanrıların soyağacını çizecektik.
Aynı gün, etrafımıza gelişigüzel serdiğimiz kitaplarla neredeyse geceyi etmiştik. Çember oluşturmuş vaziyette zeminde oturuyorduk. Ava da kendini bilgisayara bağlamıştı; tüm internette bilgi taraması yapıyordu. Elimizde pek bir şey yokken, Fenrir’in tüm dikkati bir kitap sayfasına kesiliverdi bir anda. Bize bir şey anlatmak istiyor ama anlatamadığından mızıklıyordu anca. Garipsediğimizden “ne var?” dercesine baktık ona. Sonrasında gördüğünü göstermek niyetiyle kitabı Saara’nın önüne itiverdi burnunun ucuyla. Saara ise içlenerek ve gerilerek baktıkça baktı o sayfaya; ardından kitabı benim önüme kaydırmasıyla, “Diğer evrendeki ben ölmeden hemen önce,” diye başladı anlatmaya, “bir an vardı ki hiç unutmam, Elisa’nın yüzünün deforme olup çürüdüğünü görmüştüm, birini hatırlatmıştı bana: devlerden olan uğursuz bir tanrıçayı. O an halüsinasyon gördüğümü sanmıştım, ama öyle olmadığını geçen gece kasabada olanlardan sonra iyice anladım. O evrende yaşadığımız tüm uğursuzlukların nedenini de kavramış oldum. İşte o tanrıça buydu Veera!” der demez bana, bir daha ve daha da dikkatle baktım önümdeki sayfaya. Bir kadın resmedilmişti orada; bedeninin yarısı aydınlık ve aşırı çekici, diğer yarısı olduğu gibi karanlık ve aşırı çürük. Kadının aslında kim olduğunu, sürekli karşımıza çıkıp durmasından biliyordum ve o kadar zamandır içimde saklı tuttuğumu artık tutamaz durumdaydım. “Bence Ella’nın, yani Elisa’nın biyolojik annesi bu Saara!” dediğim an sinirlendi. “Doğurur doğurmaz terk etmiş ve istismarcı yaratıkların ellerine vermiş birine anne diyemezsin! Ki o evrende zavallı bir hayvanı, diğer evladı olan Fenrir’i aç bırakıp bir deri bir kemik hâle düşürerek merhametimizi sınamak pahasına yaptığı gösteriyi saymıyorum bile! Orada neler olduğunu anlattı mı sana?” diye karşılık verdi bana.
Ah Eeva, itiraf ediyorum, aslında bütün hikâyeyi öncesinde Ella’dan duymuş olsam da, seyahatnameye yazmadığım –yazmak istemediğim– çok şey var ve iyilikten başka bir şey bilmeyen ben, bilmek zorunda kaldığım kötülükler sebebiyle o an tekrardan içim cız ederken, anca yanımda oturan Fenrir’e sıkıca sarılmakta buldum teselliyi. Boştaki elimle de Saara’nın omzunu nazikçe tutarak, “Lütfen bunları geride bırak! Bak, o kadın her kim olursa olsun nihayetinde Fenrir’i bize getirdi. Ve hepimiz için hepsi geçti!” dedim. Kendini toparlayıp, “Evet, olan olmuş,” diye devam etti: “Neticede Elisa’yı ve Fenrir’i doğuranın bu kadın olduğunu biliyoruz, araştırmamıza buradan yürüyelim.”
Bunca şeyle uğraşırken, ışığa gelen onlarca kelebeğin ve güvenin salon penceresine konarak muazzam bir görüntü oluşturduğunu fark etmemiştik, ta ki Ava bize gösterene dek. “Bakın!” diye heyecanla seslenip işaret edince bakmıştık o yöne. “Çok tuhaf!” dedi Saara başını yana yatırarak, “Ama daha şubat! Nereden çıktı bunlar? Karlar bile erkenden eriyor!” Ona karşılık içini rahatlatacak bir cevap vermekte gecikmedim. “Desene bu sene bahar erkenden geldi, bence tuhaf değil, olanlar düşünülürse, hepsinde var bir keramet. Belli ki iyiye işaret!”.
Bu esnada odalarından çıkıp salona dalmıştı Ella ile Sónata; o kadar saat içeride ne yaptılarsa bitirmişler, duşlarını alıp kâğıt gibi giyinmişlerdi. Bizim hâlimizi görünce gözlerini devirmişti Ella, sonra da, “Evde çok sıkıldık, biraz şehir merkezine doğru yürüyeceğiz, belki bir gece kulübüne veya sinemaya falan gideriz,” demiş, Sónata’nın elinden tuttuğu gibi kapıdan çıkmış, gecenin çekiciliğine karışmıştı.
Buraları hızlı geçmem gerektiğini düşünüyorum, çünkü günler birbirini tekrar ettiğinden ayrıntıya değmeyecek kadar hızlı geçmişti. Saara ile ben gözlüklerimiz gözümüzde öyle bir çalışmıştık ki, salonun her köşesine geçip okuyarak ve notlar alarak, bazen sabahı bazen geceyi ederek geçirmiştik günlerimizi. Ava kendini şarj edip durmaksızın çalışmaya devam etmişti tabii. Fenrir genellikle uyumuştu, bazen göbeğini gererek bazen burnunu gömerek. Bir kere bile hâlinden şikâyet etmeyen Milena ise yemek ve kahve taşıyıp durmuş, ama en sonunda Ella ile Sónata tarafından kaçırılmıştı; eğlenceye odaklanıp konserlere, gece kulüplerine, şehirdeki diğer etkinliklere üçü birlikle gidiyorlardı artık.
Her şeyi çözdüğümüz gün, hepimizin gündüz gözüyle salonda bir arada olduğu bir mart günüydü. Hepimiz kendi hâlimizde takılıyor ama birlikte oturuyorduk; tıpkı bir aile gibi, kiminin gözü elindeki tablette veya saksıya diktiği çiçekte, kiminin gözü elindeki kitapta veya dergide; kimi kahve içmenin derdinde, kimi uyuklamanın… Pencereden içeri dalan rengârenk bir kelebek, talih gibi Sónata’nın başına konduğunda, oturduğu yerden kalkıp ona doğru yürümekten kendini alıkoyamadı Ava. Devreleri hasar görmüş gibi aksayarak yaklaştıkça yaklaştı ona; baktıkça baktı mavi gözlerini açarcasına. Başındaki kelebeğin varlığını fark etmeden oturuyordu Sónata; yemyeşil ve bohem bir elbise içindeydi; kucağındaki minicik bir saksıya çuha çiçeği dikiyordu ayrıca; evin –kimseye yüz vermeyen– kedisi bile onun dizinde uyuyordu hatta. Ne var ki Ava’nın dikkatini çeken sadece o kelebek değildi; bir şey yakalamıştı o anki büyük manzarada. Gerisin geri döndüğünde kitaplıktan kaptığı kalın bir kitabı hızlıca karıştırarak, “Evreka!” demesiyle birlikte Saara ile benim önüme koydu, masanın tam ortasına. Bir kitaptaki resme bir de Sónata’ya bakarken, benzerliğe hayret ede ede neyin ne olduğunu anlamamızla az kalsın çığlık atacaktık. İkimiz de aynı anda yerlerimizden fırlayacak kadar heyecanlıydık ve “neler oluyor yahu?” dercesine susarak ve korkarak bize bakan Sónata’nın karşısına sabırsızca dikildik.
Doğaçlamamızla gelişecek bir gösteriyle sahneye çıkmış gibiydik; herkesin gözü bizim üzerimizde. Bir tek Sónata’ya hitap ederek önce Saara başladı cümlelerine. “Başından beri yanlış kişiye bakıyorduk, bakmamız gereken kişi Ella değil, sendin Sónata! Seni hamile bırakan Ella değil; bunu kendine yapan sensin! Âşık oldun ve hamile kaldın, böylece baharı bile erkenden getirdin!” Hemen ardından onun cümlelerine ben devam ettim: “Çünkü sen hem doğurganlığın hem baharın müjdecisi olan o kızıl kadınsın! Çünkü sen Sónata, gelmiş geçmiş en şefkatli tanrıçanın buradaki yansımasısın, bu yüzden şefkate, sahiplenmeye ve gerçek sevgiye ölesiye hasret çeken Ella’yı kalbinden vurup onu kendine âşık edebildin. Ella ne kadar bir Kurt melezi, daha çok kuyruksuz bir Huldra ise, sen de onun tam zıddı olan Ostara’nın ta kendisisin! Huldra ile Ostara; bu çok büyük bir tamamlanma!”
Sónata gözlerini kırpıştırarak inançsızca ikimize bakıyordu ki, bizi görmezden gelircesine başını yana, bakışlarını ise tam arkamızda oturan ve ağzı bir karış açık duran Ella’ya dikti. “Hayatım,” diye seslendi ona. “Annen ve Veera, ne kadar zamandır halüsinojen madde kullanıyor, bir bilgin var mı acaba? Bence artık ikisini de evden çıkarıp gezdirmeliyiz! Sosyalleşsinler biraz, ne dersin, ha?”
Anlaşılan o ki bizimle muhatap olmadığı yetmezmiş gibi, bize inanmamıştı Sónata; Ella ile Milena da inanıp inanmadığı hakkında fikrini beyan etmemişti. Oysa bunların hiçbiri, üçümüzün olayı açıklığa kavuşturup çözdüğü gerçeğini hiçbir şekilde değiştiremezdi. Esasında, noktalar arasındaki çizgiyi birleştiren Ava olmasa, bizim hâlimiz niceydi, orası kesin. Nihayetinde tüm olayı kavramıştım; ta en başından beridir Sónata’nın neden her şeye olağan tepkiler verdiğini ve kolayca kabullendiğini, hatta beni Kâhin ile buluşturup yoluma nasıl yön verdiğini… Yine de, baharın kadim kadını Ostara’nın, yılın on bir ayı kış mevsimini yaşayan buzul bir adadan çıkmış olmasını biraz fazla ironik bulduğumu belirtmeliyim.
O güne tekrar dönüyorum. Bazı şeyleri çözünce çok rahatlamış, büyük bir zafer kazanmış gibiydim; buzdolabından bir bira kaptığım gibi yalnız başıma terasa çıkarak biraz manzara izlemek istemiştim ve bunu akşama doğru uygulamaya geçirdim. Orada yalnız kalmam Ella’nın peşimden gelmesiyle uzun sürmedi tabii. O da birasını kapıp geldiğinden bana eşlik etmek istemişti belli ki.
Benim yanıma gelip balkon duvarına yaslanarak, “Sonunda ikimiz için bir nebze mahremiyet!” dedikten sonra o çekici gri gözlerini gökyüzüne dikti. “Lofn ile sevgilisi Freya’nın çok yakında burada olacağını seziyorum, beni alıp götürebilirler Veera! Hikâye bitiyor gibi değil mi sence de?” dediğinde ise bana kaydırdı birden hüzün dolan gözlerini. Ona öyle değer veriyorum ve kıyamıyorum ki, onun yoldaşlığının benden koparılma ihtimali, her bir tüyümün ürperdiğini hissettirecek kadar sıyırmıştı bedenimi; büsbütün duygusallaşıp sıraladım sözlerimi. “Hayır, hikâye bitmiyor; sadece daha da efsaneleşip değişiyor, bizde gerçekleşen olağanüstü değişim gibi. Hem, ailen ve doğacak bir bebeğin varken seni hiçbir yere götüremezler. Eğer buna kalkışırlarsa da sonuna kadar savaşırım! Seni alıp götürmeleri için cesedimi çiğnemeleri gerekir!” deyiverdim o dakika. Hâlbuki sözlerime sırıtarak karşılık verdi Ella. “İnan bana, hiçbir biçimde seni çiğnemelerine gerek olacağını sanmıyorum. İlaveten sen benim değil, ben senin hayat sigortanım; seni incitmek isteyeni lanetleyip yakarım!” dedi yalnızca. Birasını benimkine tokuşturması ardından, “Hadi, soramadığın o soruları sor bana,” diyerek konuyu tamamıyla değiştirdi.
Ne kastettiğini anlamış olmama rağmen sormaya korkuyordum; anlamamış gibi davranarak, “Hangilerini?” dediğimde, “Dejavularını tabii,” diye karşılık verdi. Biramı yudumlayıp suskun kalırken tüm soruları zihnimden geçirmiş olmalıydım ki, zihnimi okumuşçasına cevapları vermeye başladı.
“9 numaralı hastane odasına dair gördüklerin ve sana malum olanlar henüz olmadı, ama olacak, hatta o elim kaza bu yılın sonunda olacak… Çünkü sen de tıpkı annemler gibi zihni başka evrenlere açılan bir kanalsın Veera; ama onlardan farklı olarak yalnızca tek yönlü bir kanal olmakla kalmayıp oradaki akıntının yönünü bütünüyle değiştirensin! Şimdi dikkatle dinle beni! Zira diğer evrene dair sana açıklamam gereken çok fazla şey var.”
(Bu bölüm, kaldığı yerden temmuzda devam edecek)
(Bu hikâye dizisi, roman kahramanı Veera’nın, çıktığı uzun seyahat süresince sevgilisi Eeva’ya yazdığı mektuplardan oluşmaktadır ve Diğer Evrenin Senaristi romanı yan hikâyesidir; ayrıca bu romanın devamı olan Diğer Evrendeki Kadın ve Parçalanmış Yansımalar romanlarına, hatta bilhassa Kadınların Öldüğü Yer romanına göndermeler, detaylar ve açıklamalar barındırmaktadır.)
Şeyda AYDIN, Diğer Evrenin Senaristi, İkinci Adam Yayınları, 1.Baskı, 2018 Aralık – 2.Baskı, 2021 Mart
Şeyda AYDIN, Diğer Evrendeki Kadın, İkinci Adam Yayınları, 1.Baskı, 2019 Şubat
Şeyda AYDIN, Parçalanmış Yansımalar, İkinci Adam Yayınları, 1.Baskı, 2019 Eylül – 2.Baskı, 2021 Ağustos
Şeyda AYDIN, Kadınların Öldüğü Yer, Tilki Kitap Yayınevi, 1.Baskı, 2020 Kasım
Görsel Künye: Şeyda Aydın (Kolaj tasarım ve yeniden düzenlemedir)