Birazdan anlatacağım hikaye, yalnız başınayken zamanın lime lime edildiği o günlerde herhangi bir şeyi hatırlamanın acınası imkansızlığıyla geçen yavan bir yılın ağustos ayında yaşanmıştı. Bu yüzden de o ana kadar Dünya’nın Güneş’e kaçıncıya tapındığını belirtmemin de herhangi bir kıymeti yok. Değineceklerim ise, duyguların kavuruculuğuyla yarışabilecek o delibalta ayın, ondan sonrakilere namütenahi etkisi üzerine..
“Bil bakalım neredeyim? Gençliğini bulduğun için yere göğe sığdıramadığın, gel gör ki benimse Pessoa’sı dışında ilgimi çekmeyen malum yerdeyim!” diye kendisini aradığımda, “madem öyle, çocukluğumu da geçirdiğim yeri görmeye ne dersin?” cevabı ile bunun bir davet olduğunu tahayyül ederek, enfes bir antika dükkanından sırtlandığım tozu yeni alınmış fado plaklarıyla düştüm yollara. Gözüm gibi baktığım o plakları ufak bir ihmalkarlıkla zamansız yitirilen her aşk gibi bir tren yolculuğunda sonsuza dek feda edecek olmam ve her hatırlayışta sızısının hakkını bir ömür veremeyeceğim gerçeği de burada kayıtlara geçsin lütfen. Hayattan alacaklı olan birinin haklı gururuna sahipliğimden olacak ki cebimde bozuk para gibi bu yolculuktan biriktireceğim hikayelerle o sızının az da olsa yerini başka güzelliklere bırakmasına saatler vardı neyse ki; henüz bihaber olsam da. Bundan bize ne diyebilirsiniz? Eh, haksız da sayılmazsınız. Sözün kısası, yaşama çiçekler açtıran onca detayı birazdan anlatmaya gayret göstereceğimi bir kenara bırakırsak sizin de anlayacağınız üzere yaşanacakların öngörülemeyeceği bir buluşmaydı bu. Favorisi olmayan duyguların düellosu!
Hikayeme başlamadan evvel, sözcüklerle telvelenen birer kahveyi sizinle karşılıklı içmek isterdim doğrusu. Bu vesileyle azımsanmayacak fikirlerle nasıl biri olduğumu anlayabilir, yazdıklarımı bu minvalde ele alabilirdiniz. “Amaaan karşısında oturuşuma dikkat edeyim”, “dilimden kanatlandırdığım kelam bu hatunun sinirini bozar şimdi, mazallah!” ya da “sağı solu belli değil bunun da belli ki!” gibi yıllardır ısrarla duymama rağmen gerçekliğine bir türlü ikna olamadığım halde yine de göğsüme şeref madalyası sayacağım benzer izlenimlerle gelebilirdiniz, herkes gibi. Ben de size, büyük bir keyifle, diğerlerinden farklı olmadığınızı, birini doğru görebilmek kadar yanlış görebilmenin de bir beceri olduğunu söyleyebilirdim. Tamam, kabul ediyorum, arada şirretliğim tutuyor, gayri ihtiyari zoru oynamaksa keyiflerin alası olabiliyor. Yine de, kişiyi kendisinden dinlemek gerektiğine dair sarsılmaz inancımla keyfinizi kaçırırsam kusura bakmayın. O sebeple kendime dair söyleyebileceğim ilk ve ne yazık ki tek hakikat, tüm mendeburluğuma rağmen yeryüzünde baştan çıkarılması en kolay mahlukat olduğum. Yeter ki “yollarla” gelinsin bana.. Evrendekinin aksine başlangıcını bildiğiniz yollarla! Ha bu yol uzunmuş, meşakkatliymiş, ne önemi var ki? Yeter ki başlangıç noktası bilinsin. Çocukluğumuzda öğretilen ders kitaplarındaki yol problemleri misali. Şimdi söyleyin bana, böylesi cılız suallerin gölgelemeye bile gücünün yetemeyeceği üç beş şarkılık bir tren yolculuğunun sunduğu o dipsiz sarhoşlukla aranızda o yola revan olmayacak tek bir kişi var mıdır, hı? Sizi bilmem, ama benim ruhumun böylesi bir sergüzeştliğe dünden teşne olduğu ortada…
Madem hasbihal ediyoruz şurada, maksat da birbirimizi tanımak veyahut kendimi anlatmaksa, lafı biraz daha uzatmakta sakınca görmeyip bir soruyla başlamak isterim aramızdaki köprüler için. Müsaade varsa.
Şimdiii… Birinin size karşı sahip olduğu baş döndürücü bir arkadaşlığın olduğunu varsayalım, duygularını da sizin gözünüze mütemadiyen sokmaya çalışması yanında eşantiyon olsun. E hadi, sizde de olan bitene karşı bir hayat belirtisi var diyelim. Buna rağmen oralı olmuyorsanız bunun ne gibi bir sebebi olabilir? “Zor olan güzeldir yahu, çok seviyorsa soluksuzluğunun sebebi ben olayım bi’ zahmet!” ya da “aşkın kanıt gerektirdiğine inandığım için tabi ki!” diyorsanız acırım size ve acil şifalar dilerim akli melekelerinize, hem de en acilinden. Darılmaca gücenmece yok! Anlamsızlığın çığırtkanlığını yaparak, size kadehlerin tokuşturulduğu masalara övünerek bırakacağınız bu türden zırvalıklarla gelmek isterdim ben de, fakat burada biz bizeyiz. Yalanla yıkanmaya gerek yok. Bunun tek bir sebebi var ki aranızda bunu zaten kabullenenleri de tenzih ettiğimi bilmenizi isterim: Ah-mak-lık! Evet doğru duydunuz, su katılmamış cinsinden hem de. Hele hele bu kişi bir gülüşüyle sizi her şeye inandırabilecek kadar almaşık dünyalar yaratabilecek biriyse. Öyle alelade de değil üstelik. Çocukluğunun geçtiği köşe başlarını sabırla anlatabilecek, gözünün değdiği ve ezbere bildiği onca manzaraya sizi de suç ortağı yapabilecek, boğulmaya yüz tuttuğunuz denizlerde ise kurtarıcınız olabilecek kadar koca bir kainat barındırmaya muktedir olmaktan bahsediyorum. Durum böyleyken bu sahici “ahmaklık” niye, sorarım size?
Zannediyorum ki şahsıma yönelik itinayla seçtiğim bu “iltifattan” sonra kendimi yeterince ele vermiş olmam sebebiyle devamında ne yapmış olduğuma dair bir tahmin yürütmeniz zor olmasa gerek. İlk iş; telefonu kapattım, ne yalan söyleyeyim keyfim feci kaçmıştı, durduk yere iş açmıştım başıma yahu! Neyse, aradığıma bin pişman bir vaziyette “davete icabet etmemek ayıp olur şimdi,” deyip görmeyi hiiiiiç istemediğim biri için tren garına nasıl söylene söylene gittim ve de en yakın sefere nasıl gönülsüzce bir bilet almak zorunda kaldım, anlatamam sizlere.. Demek isterdim, ama kendimi kandırmak kadar sizleri kandırmanın da kolay olacağına emin olsaydım şayet. Evet, doğru bildiniz. Bindim o trene. Hem de can-ı gönülden! Şaşırdık mı? Tabi ki de hayır. Takdir edersiniz ki yerçekimi kanunundan daha makuldü benim bunu yapmam. Tek sorun, ruhun devinim kaynağı olan o duygulardı. Nasıl anlatsam? Tonla yükle çiğnendiği halde elinde vakur sessizliğinden başka bir şey olmayan onca raydan ne farkım olabilirdi o an, desem anlayabilir misiniz benliğime ne derece kıymık gibi battıklarını? Bu sebeple birkaç saatlik mesafenin bir türlü bitmediğini dile getirmem de abesle iştigal sayılmaz kanımca! Bunun yanında, mesafeler kısaldıkça kafamın içinde hangi kapıları araladığımın haddi hesabının olmadığını da belirtip huzurlarınızda gönül rahatlığıyla günah çıkarabilirim. Aaah o kapı eşiklerinde “arkadaşça” sarılmaların, konuşmaların, gülmelerin, dokunmaların tekmil yalanını nasıl oynadım, inanamaz, vallahi billahi ayakta alkışlardınız. Bunu başarabileceğime dair sarsılmaz inancımı görseydiniz hele, üfff!
Tam da bu noktada, başkasından çok kendine mağlup olmanın, haliyle de bunun zaferden yoksun kalmanın en kolay yolu olduğunu dile getiren Aristo’yu tarih ve sizler önünde bir kez daha haklı çıkararak sinirimi bozmak istemezdim tabi ki, ama yapacak bir şey yok. Bu hikayenin yüz karası olarak, itiraf ediyorum, kendimle yaptığım anlaşma tam anlamıyla fos çıktı. Ha bu da yetmedi, dirayetsizliğime tükürmekle meşgulken adımlarımın mı yoksa kalbimin mi daha hızlı olduğuna emin olamadığım bir anda kendimi trenden inerken buluverdim diyeyim de tüy dikmem eksik kalmasın. Her şey daha ne kadar şahane olabilirdi, öyle değil mi? Peki ben ne yaptım? Aşk olsun, sormanız ayıp! Yapılabilecek en mantıklı şeyi tabi ki de! Temennilere sığındım. Evet evet, doğru duydunuz! Tren garında beni beklerkenki asaletli duruşuyla bulutlarımı dağıtıp tüm tanrıların gazabını üzerine çekebilecek kadar yakışıklı olmayı başarabilen bu herif “umarım” bana bakıp gülümsemez de ben de kuyruğu dik tutmak zorunda kalmam dedim içimden. Nasıl? Rica ediyorum gülmeyin. Kabul edelim ki o çaresizliğin ortasında tartışmaya açık olamayacak kadar makul bir çözümdü. Hep beni mi konuşacağız peki? Bir de onun ne yaptığını tahmin etmek ister misiniz? Tabi ki de bir güzel eziyet etti bana, vicdansız! Hem de ne vicdansız! Üstelik gözlerini de bu suça arsızca dahil etmediğini söylersem yalanla gölgelemiş olurum bu satırları. Bu sebeple, benim dağılan bulutların yerini bakır çalığı gözlerinin aldığını hesaba da katarsak, istirham ediyorum, halimi bir kez daha hayal edin mühimmatsız bırakılan harp ortasındaki bana “beceriksizsin kızım sen!” demeden önce. Gelin görün ki tüm bu işkenceye rağmen Elizabeth duruşundan ödün vermeyen ben, tabi ki çaktırmadım bendeki lodosu. “Aferin sana be! İşte böyle!” dediğinizi duyar gibiyim bu sefer de. Ve Fakat! Benimkileri aratmayacak türden adımlarla olduğum yönü kendi kıblesi bellerse karşımdaki şahane zat, vallahi bu sefer elimden bir şey gelmez. İnanın ki gelemez. Yangın yeri olur ortalık.. “Sakın ha, yüzdün yüzdün kuyruğuna geldin, tut kendini!” minvalinden ahkam kesebilirsiniz, de kalp yerine karbüratör taşımıyoruz herhalde! Tamam tamam, yüzünüzü kara çıkaracak değilim, haliyle paniğe de gerek yok. Neyse ki her daim ziyadesiyle sıkıcı bulduğum halde fişini bir türlü çekemediğim o sağduyulu tarafım imdadıma yetişti de bu yakışıklının bana sımsıkı sarıldığı o anı saliselerle sınırlandırmak için kıvranmak zorunda kaldığım anlaşılmadı. Ha ayrıca, moleküllerime bi güzel ayrılmışken façayı en afillisinden çizdirmemeyi de başardım çok şükür. Yani umarım. Yine de küçük bir itirafı buraya iliştirmeme müsaade edin lütfen. Tüm bunlara rağmen, insan ömrünün yanında bahsi edilemeyecek kadar değersiz olan o ufacık anda bile onun göğüs kafesinde hissettiğim yol tarifi bende ne türden enkazlar yarattı bir bilseniz, vallahi acırdınız halime. Vicdansız demiş miydim kendisine! Gelin görün ki yine de sezdirmedim bende olan biteni. Kaçın kurasıyız be? Bir aferin daha! Yok mu? Hiiiç öyle kınamayın, hem siz de olsanız aynı şeyi yapardınız. Yalan mı? Ne de olsa, size esareti tattırabilecek bir şeyleri teğet geçebileceğinize dair o sarsılmaz inancın şahane mimarı olabilmek, kendinizi ne derece koruyabildiğinizle doğru orantılı. Şimdi de “peh, ne maharet ama!” dediğinizi duyar gibiyim, ama öyle. Öğrenilmiş olanla yaşamanın diyeti gibi düşünürseniz, ne demek istediğim de eminim ki anlaşılacaktır. Hadi diyelim ki yine de anlatamadım derdimi, “yahu hiç Sezen de mi dinlemediniz?” diye sorarlar o zaman¹!
Görüleceği üzere, duygulardaki riyakarlığın hakkı tek taraflı verildikten sonra düşüldü yollara. Bu sefer beraber. İstikametse çocukluk! Ben, dinleyeceğim en güzel masalı gözlerini uykuya teslim etmemek için çırpınan bir sabinin heyecanıyla bekleyedururken, o direksiyonu minnacık bir sahil kasabasına çoktan kırmıştı. Bugün bile tek bir tasviri dahi hak ettiğini düşünmediğim öylesi bir yerin soluksuz ve hayata bir türlü doyamayan gözlerle saatlerce anlatılabilmesi mümkün mü, soruyorum? Bir de utanmadan düşünüyorsunuz. Hıh! Tabi ki de mümkün! O, öyle güzel anlattı ki… Bense ne mi yaptım? Dinledim. Evet evet, yanlış duymadınız. Şaşarak ve zerre sıkılmadan hem de. Bir kadının tek kelime etmeden ve en önemlisi de söyleneni bölmeden dinlemeyi başarabilmesinin görülmüş bir şey olmadığını göz önünde bulundurup yaptığımın ne derece takdire şayan bir detay olduğunu ve haliyle de hakkımı teslim etmeniz gerektiğini bilmem hatırlatmaya gerek var mı?. Desem de, kanmayın bana öyle kolay, çok da zor değilmiş oysa! O, çocuk ruhunun ırzına geçilmemiş duygu yüklü bir kadın gibi anlatırken, ben de kendisine teslim edilen hikayelerin kıymetini öğrenebilmiş vefalı bir erkek gibi dinledim. Hangimiz daha meczup, artık siz karar verin.
Şimdi söyleyeceğim size beylik bir laf gibi gelebilir, ama inanın bana, birine kelimelerle dünyanınızı emanet etmeniz, onunsa evrenin en büyük sırrını veriyormuşsunuz gibi sizi gözleriyle dinlemesi ve ruhuyla hissetmesi; ama gerçekten dinleyebilmesinden ve hissedebilmesinden bahsediyorum; birbirini alt etmeye yeminli iki tutkunun bir yatağı işgal etmesinden daha az seksi değil. “Yok artık!” demeyin, öyle öyle. Tecrübeyle sabit. Ha bu arada, aranızda inanmayanların kokusunu almıyorum da sanmayın, arzu eden deneyip görebilir. Ama daha serin bir gün seçerseniz işleri kolaylaştırmak adına daha akıllıca bir şey yaparsınız, benden söylemesi. “Yoook, bu beni kesmez, ondan daha yücesini arıyor benliğim,” diyorsanız da öncelikle sizi tebrik etmek isterim hayat boyu anlaşılamayacak kadar lanetli bir ruha sahip olduğunuz için. Dört gözle beklediğiniz daha’sına gelirsek, sokakları beraber eskitmeyi ve yine beraber yorulmamayı öneririm. Şiddetle! Üstüne üstlük kitap sayfalarını karıştırıp; Şair misali, hayat denilen yolun ortasında ve de karanlık bir ormanda doğru yolu yitirecek kadar kaybolur gibi bazı dizelerde yok olmayı göze alabilirseniz, e bir de içinizdeki korkuyu tazeleyen şiirlerle de geceyi ateşe vermeye yüreciğiniz zerre titremezse… Daha ne diyeyim, belanızı bulmaya razısınız demektir. Başka da bir şey sormayın, nasıl bir bela olduğunu da anlattırmayın bir zahmet. Size ve ruh-u revanınıza kalmış orası..
Tüm bunlara rağmen, sıranın eşyalarımı toplamaya gelmesinin nasıl bir ızdırap olduğunu varın siz hayal edin bundan sonrası için. Sorarım size yine, sütü bozuk zamanın hızına hanginizin haklı bir öfkesi olmamıştır bu hayatta? Hele hele bu sefer nasıl oynamanız gerektiğini hiç bilmediğiniz gerçek bir vedaya mecbur kılınmışken.
Yine de, insanın ciğerine çöreklenen mutsuzluğun sebebi olan böylesi bir anı katmerleyecek tek şeyin uykusuzluk olduğunu bilmeme rağmen anlık da olsa sahte bir tebessüm sebebi oldu elleriyle hazırladığı o mis gibi kahve ve inanır mısınız daha okul yıllarımdan temkinli yaklaştığım Pavese’ye ilk defa katıldığımı farkettim. “Bazı şeyler, kaç yaşında olursak olalım, uyuyunca geçecekmiş gibi gelecekti; ama kaç yaşında olursak olalım uyuduğumuzda geçmeyecekti.” Kendimi kandırılmış hissettim. Onca şeyin yerine başka bir gerçeklik koyamayacak, dünyasına kendimi yabancı bildiğim bir adamın dizelerini tereddütsüz kabul edebilecek kadar topyekün kandırılmıştım. Kendimi ele vermekten korktum bunu farkettiğim an. Yegane sebebiyse, gözlerimizin çarpışması ihtimali karşında o an ne yapacağımı zerre bilmiyor olmamdı.
Tam bu esnada gökyüzü hönkürerek akıtmaya başlamaz mı benden ödünç aldığı gözyaşlarını “nereye gidiyorsun?” der gibi.
Bunun üzerineyse, kendime dargın kıldığım Tanrı’nın benimle yeniden konuşması gibi dökülmez mi heceler ne kadar zamandır mühürlü olduğunu bilmediğim o dudaklarından.
-Nerede kalacaksın?
Esasında keyfim bir anda yerine gelmişti karşımdakinin dizginleyemediği merak duygusu karşısında. Yer ayarlamadığımı söylediğim an köksüzlüğüme hayretle bakmasınaysa kifayetsiz kalmıştı kelimeler. Gideceğim yeri de sabaha kadar gezeceğimi büyük bir şuursuzlukla dile getirmem karşısında dehşete boyanan yüzünü saymıyorum bile. Hele hele gözlerindeki telaşı yakaladığımda bendeki keyfin yerini mutluluğa bıraktığını söylememe gerek yoktur herhalde? Ağzında biriken cümleleri duymadım; ama gördüm. Büyük bir sakinlikle, içeri gidip üzerine ince bir kazak aldı, bana da bir tane getirmişti üstelik. Yavaşça gözlüklerini taktı zamanın geçişliliğine inanmayan bir edayla, ilk defa onu böyle gördüğümü farkettim. Ben, onun hangi haliyle sonumu getireceği konusunda kafamda deli sorularla cebelleşirken arabasının anahtarına yönelip “kahveni bitirdiysen gidebiliriz,” dedi. Emrivakileri sevmeyen beni görmeniz gerekirdi! Boynuna atlamamak için kendime zor mukayyet olduğum bir anda yine de artistliği elden bırakmamak nasıl bir psikozdur diyebilirsiniz hikayenin bu kısmında, ki en ufak bir itirazım olmaz; bunun için, gece yarılarına kadar oynamaya doyamadığım oyunlar için sokakları mesken bildiğim yılları günah keçisi bellersem çocukluğumun boynu bükük kalmaz umarım? “Hayırdır?” dedim suratımı ekşitip durumdan hoşnutsuzmuşum gibi yaparak, “düşündüğüm şeyi yapmayacaksın değil mi?” dememle saniyesinde Yaratıcı’ya sığınmam bir oldu. Tanrım, hani yeni barışmıştık ama? Olmaz ki böyle! N’olur yardım et! Baksana yine o gözler, yine kör kuyular ve yine oralarda merdivensiz bırakılan ben. Yazık bana yahu!
-Seni yalnız bırakmam, ben de geliyorum. Tek kelime edip itiraz edersen onca saat seni sessizliğimle cezalandırırım, haberin olsun!
Ahh.. Böylesine seçilmiş bir varlığın sessizliğine razı olmak mı? Çıldırdınız herhalde! Kusura bakmayın, ama O’nun bana tekrardan yüz çevirmesine gönüllü olacak kadar aklımı ekmek peynirle yememiştim.
Kaç saat gittiğimizi hatırlamıyorum. Üzerime giydiğim kazağına sinen kokusunun bana kaçacak delik bırakmamasını tam da bu noktada kalın puntolarla belirtmek isterim ki yıldızlara sığındığım anlar korkaklığım bellenmesin. Hele hele, yolları ayırmaya çaresizce ikna edilmiş yüreği kırgın bir sevgili gibi karanlıkta sessiz sedasız kayıp giden bazılarını gözlerim dolarak izlememse zayıflığım sanılmasın. Yine de bir cesaretle çevirdim yüzümü karanlıktan ışığa, ve “ne olacaksa olsun be!” dedim. Kanımı her seferinde tazeleyebilen o kişilikli çehresine bakınca anladım ki, kafasından bir şeyler geçirdiği aşikardı celladımın. Bir anlığına dudağını aralar gibi yaptı, belli belirsiz bir tebessümle süsledi ifadesini. Ve sözcükler firar etti ağzından, kayan onca yıldız misali. Aslına bakarsanız bahse değer tek bir fark vardı. Onlar ne kadar sükunet sahibiyse, onun sesi de bir o kadar zalimce yırtmıştı sadece saatlerle ömürlenebilecek o geceyi:
-Bütün gece bir türlü hırsını alamadığı için başkasının yerine ağladığını düşündürten bu gökyüzünün altında ıslanma şerefine nail olmak, senin şu dizginlenemez cesaretinden payımıza düşen cezamız olacak. İkimizin. Ve Beraber.
Dedi keyiflenerek. Ve indirdi hançeri o ana kadar çoktan küstürülmüşlüğüne ikna olduğum kalbime. Hoşuma gitmişti sözleri ve bendekini kıskandıracak deliliği.
Şimdi söyleyeceklerimse; sonrasını hiçbir zaman merak etmeyenlerin aksine yüreğini ortaya koyarcasına daha’sını arayanlarınıza son sözleri olsun yollarda kendini arayan hikayemin²
Yıldızlarca soyunulsa bile
Duyguların kavurucuğuluyla,
Söyleyin, kaç öpüş yetebilir bir ağustos susuzluğuna?
Ve hangi şarkı denk düşebilir
Gözbebeklerimde sakladığım O suç ortağına?
Kim bilir?
Gönlünde sönen ateşin küllerini savuran,
Başlangıçlar kadar sonların da kıymetini bilen
Bir Minik Serçe olur belki de
Şimdiki Ben’i anlayabilen,
Taa yıllar öncesinden..
Şarkılar:
Sezen AKSU, Biliyorsun (1981)
Sezen AKSU, Kaç Yıl Geçti Aradan (1978)
Kapak resmi https://lexica.art’tan alınmıştır.
Tek bir cümlesiyle çoktan yazılmış bu hikayeyi tamamen değiştirmeme vesile olup kendi gölgesinde satırlarımın demlenmesine izin veren ruhu müteferriç Aykut Mehmet Bildan’a yıldızlar kadar teşekkürü bir borç bilirim.