Doktorlar, medyumlar, büyücüler, izbe sokaklar, akılalmaz hastaneler, okultist tasvirler, vahşi cinayetler… Hepsi Netflix’in Freud dizisinde… Ah, evet farkındayım, reklam gibi bir giriş oldu yahut şöyle bir giriş yapsam daha mı iyi olurdu sanki? 1800’lerin sonlarındaki gotik Viyana’da geçen; o dönem genç yaşlarda olan –ve henüz hiçbir şekilde kale dahi alınmayan Bilim İnsanı- Doktor Sigmund Freud’un yeniyetme halleriyle başrolü çektiği fantastik bir serüven, Avusturya yapımı “FREUD” dizisi. Hiç şüphe yok, bu sürpriz yeni dizi; “Penny Dreadful” adlı epik dizi final yaptığından beri, yana yakıla özlediğimiz o gotik ve karanlık atmosfere, sinematografisi ve hikâyesi ile bir nebze de olsa götürüyor bizi.
Sigmund Freud’u tanımayanınız yoktur, diye düşünerek burada herhangi bir detay vermemin gerekli olduğunu düşünmüyorum, zira bunu yaparsam sizi hafife almış olurdum muhakkak. Çünkü sizin de bildiğiniz üzere; psikanalitik kuramın kurucusu olan, aynı zamanda ruh bilimi ve hipnoz üzerine ününe ün katmış insanın kim olduğunu bilmemek, okuyan ve gözlemleyen herkes için acı bir kayıp olurdu herhalde. Hiç kuşkusuz, romanlardaki veya sinemadaki kahramanların yaratılma yolculuğunda yazarlara rehberlik etmiştir bu insanın yazdığı psikanaliz kuramı anlatan kitaplar. İşte bu dizide –her ne kadar aşırı fantastik bir hikâye olup, gerçekleri saptırmış olsa bile- Freud’un henüz daha o kitapları yazmadan önceki yeniyetme zamanlarına şahit oluyoruz. O dönem, Doktor Sigmund Freud, yeni yeni hipnoz teknikleri denemekte ancak pek başarılı olamamaktadır veya başarısının henüz farkına varmamaktadır demek belki daha yerinde bir tabir olur. Elbette onun bu tekniklerini beyhude bularak dalga geçen meslektaşlarının etrafındaki can sıkıcı varlığı da cabası. Ki bu sahneleri izlerken hiç de şaşırdığımı söyleyemeyeceğim, çünkü tarihte onunla eşdeğer olan her kim varsa –bu ister bilim insanı, ister edebiyatçı, ister ressam olsun– aynı yollardan sabırla geçerek böylesi bir güruha direnmiş oldukları, onlar tarafından ciddiye dahi alınmadıkları geldi –üzülerek– aklıma. Bu gibi hikâyeler, ziyadesiyle beni hem üzer, hem de kalbimi kırar ve kendi kendime sorarım, “Kim bilir adını bile duyma şerefine nail olamadığımız, eserleri yok edilmiş olan daha ne dahiler vardı acaba?” diye. İnsanlık adına ne denli kalp kırıcı değil mi?
Orijinal dili Almanca olan, 18 yaş sınırıyla Netflix platformunda ilk sezonuyla şu an yayında olan diziye dönecek olursak; Histeri, Travma, Uyurgezerlik, Totem ve Tabu, Arzu, Regresyon, Katarsis, Bastırma adlı sekiz bölümden oluşuyor dizimiz. Bölüm adlarından da anlaşılacağı üzere nelerle karşılaşacağınızı az çok tahmin ediyorsunuz. Her bölüm; bölümün adına manalı bir atıf yapılarak dönüşüm geçiren Freud heykelinin introsuyla başlıyor. Bunun çok güzel bir ayrıntı olduğunu düşünerek, henüz izlemeyenleriniz varsa introyu es geçmeden önce dikkat etmeniz için hemen belirtmek istedim. Spoiler vermeyi sevmeyerek yazılarımı yazdığımı bilirsiniz, bu yüzden yine şunlar oldu veya bunlar oldu diye yazmayacağım, bunu yapıp bir şeyler izlemekten insanı soğutan diğer meslektaşlarımdan farklı olarak… Ancak konuyu kısaca şu şekilde belirtebilirim sanıyorum; kapısını tesadüfen çalan polis müfettişleriyle tanışması ardından kendini bir anda bir kadın cinayetiyle birlikte çorap söküğü gibi ilerleyen olayların içinde buluyor Doktor Freud. Sadece basit bir kadın cinayeti olmadığını anlaması da kısa sürüyor, hem de yeni tanıştığı Fluer adlı genç medyum –aslında sadece bir medyumdan ibaret değil çok daha fazlası olan– kadını hipnoz etmesi ardından. Ki dizide oyunculuğunu en fazla beğendiklerim, Fluer rolündeki Ella Rumpf, Doktor Freud rolündeki Robert Finster ve bence dizinin Fluer ile en muhteşem iki detayından biri olan Müfettiş Kiss rolündeki Georg Friedrich…
Dizi; Doktor Freud’un, bilimden –ne yazık ki o dönemlerde– olabildiğine uzak rezil bir akıl hastanesindeki başarısız doktorluk kariyerinden başlayıp, Fluer, Kiss ve diğerleri ile birlikte yaşadığı akılalmaz –ve psikozlu– macera sayesinde zihninde beliriveren ilhamı yakalayarak; adeta uykudan uyanırcasına da kalemi eline alarak ilk kitabını yazmasının arasında kalan dönemi anlatıyor aslında. Savaşların insan ruhunu ne hale getirdiğini, kişilik bölünmelerini, açıklaması olmayan halüsinasyonları, insanın bakmaktan bile kaçındığı kendi bilinçaltına edilen o karanlık yolculuğu… Tüm bunları, ruh bilimin el verdiği şekilde açıklamaya çalışarak; tabii fantastik öğeleri, okultist ayinleri, hatta büyücülüğü kullanarak gözler önüne sererken, Avusturya’dan Macaristan’a kadar hikâye içinden farklı hikâyeler doğuyor ve bizi kilitlemeyi başarıyor.
Doğa ananın insanlığın üzerine saldığı karma hesaplaşması olduğunu düşündüğüm corona günlerinde, hepimizin eve kapandığını varsayarsak, keyifle izlenebilecek yapımlardan birinin bu dizi olduğunu, hatta şu anda Netflix’te izlenenler arasında bir numaraya oturduğunu söylemek isabetli olur. Neticede, Sigmund Freud’u kendi şehri Viyana’da, kendi dilini konuşurken izlemek gerçekten keyif verici… Tabii tekrar belirtmekte fayda var, içeriğindeki bazı –olmazsa olmaz– detaylar yüzünden, 18 yaş sınırıyla yayında malum dizimiz. Demem o ki, ailecek çoluk çocuk hep beraber oturup izlemeye uygun bir yapım değil. Eğer ailecek bir şeyler izlemek istiyorsanız, size şu günlerde en yerinde tavsiyem –çok sevdiğim yazarlardan biri olan– Jack LONDON’ın aynı adlı romanından uyarlanan, Harrison FORD’un başrolünde olduğu “Vahşetin Çağrısı” filmi olacaktır. Kitap tavsiyem ise, tabii ki distopik kitaplar olacaktır. Jose Saramago’nun “Körlük” kitabını okuyabilirsiniz, ya da belki “28 Gün Sonra” filmini izleyerek canınızı tümden daha da sıkmak isteyebilirsiniz.
Post Apokaliptik bir çağa şahit olmamak için sağlıklı kalın ve olabildiğince evden çıkmamaya özen gösterin. Ki fırsat bu fırsat, zamanınızı filmler, diziler, müzikler ve kitaplarla geçirerek kaliteli yaşamaya bakın.
Sevgiler.
Şeyda AYDIN