Mehmet Bilal Dede ile Unutmadan Romanı Üzerine

Mehmet Bilal Dede
Mehmet Bilal Dede

Mehmet Bilal Dede’nin Unutmadan romanı, dünyanın kirli manzarasını, memleketin karanlığını gözler önüne seriyor. Karakterler, dünyanın haliyle haşır neşir olurken geçmişten bugüne Türkiye’nin önemli kırılma noktalarını yeniden yaşıyor diyebiliriz. Birbirlerine “yoldaş” olan iki kişinin hikâyesiyle ülkenin sosyo-kültürel sorunların içinden geçiyoruz. Roman bu anlamda tanıklık izi bırakıyor. Mehmet Bilal Dede’yle Unutmadan romanı üzerine konuştuk.

Ayıp, Günah, Suç Diye Öğretilen Her Şey Şimdi Mübah!
Mehmet Bilal Dede

Üçüncü Tekil ŞahısAdresinde BulunamadıÜveyBéla / Osmanlı’da Bir Vampir ve Günah / Osmanlı’da Bir Vampir’den sonra Unutmadan yayınlandı. Bu kitabın öyküsü nasıl oluştu?

Merhum Nasıl Bilirdi isimli romanımı es geçmeyelim. Üç yıl önce yayımlandı, pandeminin karanlığına kapıldı ne yazık ki. Unutmadan’a gelirsek… Dünyanın kirli manzarasını, memleketin karanlığını tüm yoğunluğuyla hissettiğim günlerde bir anda gözlerimin önüne gelen bir görüntüydü kitabın ilk fikri. Dünyayı istila eden virüs bile insanlığı bir arada getirememişti. İnsan sağlığı hesap kitap yapanların elindeydi gene ve tamamen duygusuz bir hayatın içinde hissediyordum kendimi. İyiliği, arkadaşlığı, dayanışmayı özlüyordum. Vicdanı, samimiyeti, aşkı ve aşkla sevmeyi özlüyordum… O günlerde lise yıllarından bir arkadaşımın daha önce tanık olduğum canımı yakan, müşkül hali gözlerimin önüne geldi birdenbire, unuttuğumu sandığım bir kare. İşte bu görüntü ve o günlerde eksikliğini hissettiğim tüm o duygu çeşitleri bana bu romanı yazdırdı.

Yarattığınız karakterler, ülkenin karanlık günlerinde hayatları kesişen iki “yoldaş”ın Fırat’la Yılmaz’ın hikâyesi. Ülkenin sosyo-kültürel sorunları bu karakterleri nasıl besliyor?

Ülkenin gerçeklerinden uzak karakterlerim hiç olmadı benim. Vampir karakterim de dahil buna! Ben ülkenin hal ve gidişatından etkileniyorsam karakterlerim de etkileniyor doğal olarak. Otobiyografik bir katkıdan söz etmiyorum burada ama karakterlerimi aklımla, tanıklığımla ve ruhumla şekillendiriyorum. Süreç içinde bir karakterin alıp başını gittiğini görüyorum bazen, ben onu izlemeye başlıyorum. Unutmadan daha en başında ikilikler üzerine kurduğum bir roman. Şehir ve taşra, zengin ve yoksul, geçmiş ve bugün. Ama asıl ikilik o büyük duygusal bağa rağmen iki baş karakterde… Fırat eksik, noksan, yetersiz buluyor kendini. Ama ısrarlı bir ruh o! Yılmaz’ın ise belki de hayata avantajlı başladığı için derdi kendiyle değil dünyayla. Fırat kurtarılmayı bekleyen korkulu bir çocuksa, Yılmaz hayatı çocuk pervasızlığıyla yaşayan fiyakalı bir genç.  Bu karakter farklılıkları bazen sınıf meselesini bile aşabiliyor. 12 Eylül çok karanlıktı, 90’lar çok can yaktı, 2000’ler bambaşka bir bela. Haliyle Fırat ve Yılmaz başta olmak üzere tüm karakterlerim paylarına düşen acıyı yaşıyor.

Mehmet Bilal Dede, Unutmadan
Mehmet Bilal Dede, Unutmadan

Kitap, aile kavramını tüm gerçekçi yönleriyle ele alıyor. Özellikle Fırat’ın acılarının, sevilme ihtiyacının da temeli… Sizin için aile kavramı ne ifade ediyor?

Sevgiyi ve sevgisizliği, korunup kollanmayı veya gözden kaçırılmayı, hatta gözden çıkarılmayı, otoriteyi ve disiplini, adaleti veya adaletsizliği ilk deneyimlediğimiz yer aile… İlk cennet veya ilk cehennem. Dünyada karşılaştığımız ilk kurum, sadece bu nedenle bile çok önemli. İnşaatımızın başladığı, bireysel dokumuzun oluştuğu, hayata hazırlandığımız ilk yer. Ve herkes ne yazık ki aynı şansla başlamıyor serüvenine. 

Karakterlerin altını çizen bir özellik de “öteki” olma durumu. Öteki olmak, farklı tanımlanmak ve bunun toplumsal etkilerine bugünden bakacak olursak, bu sizi nasıl etkiliyor ve kaleminize nasıl yansıyor?

Yazmanın da yaşamanın da benim için vicdani bir sorumluluğu var. Belki de bu yüzden ilk romanımdan itibaren hep yanında olduklarımı yazdım, yani öteki’leri, hayatın hemen her alanında, aşkta bile üvey muamelesi görenleri, bir kenarda nefessiz kalanları, gidemeyenleri, kalamayanları… Yine de sorunuzun içeriği, tanımı veya çerçevesi bir süredir benim için biraz belirsizleşmeye, bulanıklaşmaya başladı. “Öteki” meselesine yakın bir zamana kadar felsefi bir terbiyeyle veya sosyolojik bilgi, deneyim ve gözlemlerimle cevap verebilirdim. Ama memleket o hale geldi ki, şimdi neredeyse çoğumuz öteki! Kendi kalmakta ısrar edenler, iktidara yakın olmayanlar, düzenle barışmayanlar öteki konumunda! Bu topraklarda Osmanlı’dan beri hiç bu kadar çok öteki olmadı.

Karakterlerin psikolojik detaylarını çizerken nasıl çalıştınız?

Önce şunu söyleyeyim, karakterlerim benim için hikâyeye hizmet ettiği sürece, gerektiği kadar var. İki baş karakteri yeterince anlattım sanırım. Onlar hikâye fikri doğduğu andan itibaren karakterleriyle geldiler. İki yabancıydılar, birbirlerini yan yana buldular ve hayat onları tekrar uzak ve yabancı kıldı. Ama ortak, dönemsel bir terbiyeyi biliyorlardı mesela. Onlara ayıp, günah, suç diye öğretilen her şey şimdi mubah. Aynı şekilde ihmal, kabahat, kusur, hata… hepsi! İnsanı kendine bile yabancılaştıran bir süreçte nasıl yaşanır? Karakterler nasıl çizilir? Ya delirir insan ya da çekilir, kilitler kendini, unutmak ister. Tabii Tolga gibi karakterler var, onlar her zaman düzende yerlerini alır. Hala var mesela, Fırat’ın İstanbul’da sığındığı halası. O ve bazı karakterleri daha uzun ve ayrıntılı da yazabilirdim. Yine de ana hikâye çok dağılmasın diye 200 sayfada tuttum kitabı, pekâlâ 300 sayfa da olabilirdi.

Sosyoloji mezunusunuz. Aynı zamanda senaristsiniz. Bu etkenlerin kitabınıza sinen noktaları var mıdır?

Edebiyat ve sinema benim iki temel tutkum olmuştur hep. Particilikten bahsetmiyorum ama siyaset de çocukluğumdan beri zihnimdedir hep. Hayat veya dünya benim siyasetsiz bakabildiğim bir yer olmadı hiç. Görüyorum ki, eğitim ve öğrenim süreçlerimde de hep bu alanlarda dolaşmışım. Tesadüf değil elbette. Yazının, yazmanın hemen tüm form ve hallerine karşı iştahım, hevesim var. Başlangıçta bazıları iş gereği veya sipariş olmak üzere uzun yıllardır yazıyorum, daha doğrusu yazmak yaptığım yegâne iş. Ansiklopedi maddesinden, haber metnine, reklam ve senaryodan, şarkı sözü ve kitap tanıtımlarına, eleştirilere kadar… Benim için asıl mevzu, asıl mesele malzemedir, yani fikir veya hikâyedir. Malzeme ne istiyor, neyi dayatıyor bana? Örneğin Unutmadan bir hikâyeydi bana göre ama malzeme onu roman olarak yazdırdı.

Unutmadan, şehirlerden de etkileniyor. Şehirlerin kaleminize etkisi üzerine ne söylemek istersiniz?

Ben İstanbul’da doğdum büyüdüm ve ruhsal olarak şehirliyim, şehirciyim. Taşraya ilk kez Adresinde Bulunamadı isimli romanımda el attım ve birileri benim için “taşrayı çok iyi yazan bir yazar” dedi. Bu beni biraz şaşırtmıştı. Son kitabımda da taşraya el attım, hatta içine girip epeyce dolandım bu kez ve umarım layıkıyla yazmışımdır. Köy deseniz, biraz gecikerek tanıştığım, başlarda turist gibi baktığım ama yaşım ilerledikçe samimiyetle ve içerden sevdiğim bir gerçeklik oldu. Belli bir yaşa kadar köyü de taşrayı da Yeşilçam filmlerinden ve Türk edebiyatından tanıdım. Ama sorun bence insan psikolojisinde, insan zenginliğinde ve İstanbul bakan, gören, hakikaten okuyan için sınırsız bir malzeme sunuyor zaten. Ayrıca İstanbul’un artık dev bir kasaba olmadığını kim söyleyebilir?

Aynı zamanda bir şiir kitabı hikâyesi ve roman boyunca bazı dizelerle karşılaşıyoruz. “Şiir” bu romanda hayata tutunmak anlamına geliyor diyebilir miyiz?

Şiirin, daha doğrusu bir şiir dosyasının romanda harekete geçirici, dönüştürücü, dramatik bir gücü var. Romanın önerisinden ziyade Yılmaz’ın hayatla ilişkisinde, tüm anlamıyla sürgün psikolojisine hapsolmuşken hayata tutunma ihtimali açısından büyük bir önemi var. Şiiri ben kişisel olarak tüm sanatlardan ayrı tutarım, büyülü, benzersiz ve biricik bulurum. Ama şiir, genel olarak edebiyat bence de hayata tutunmanın en zarif, en doygun yolu…

Edebiyat doktora öğrencisi, Açık Radyo’da programcı, Gazete Oksijen, K24 'te yazar. Dark Blue Notes ve Nftify'da editör. Çevirmen. Kent, arşiv, edebiyat ve müzik üzerine yazar, düşünür...