Mehmet Yaşın
Mehmet Yaşın

Mehmet Yaşın ile “Selam Metin, Ben Berceste” Üzerine

20 Mayıs 2024

Mehmet Yaşın’ın Selam Metin, Ben Berceste kitabı İthaki Yayınları’ndan çıktı. Kitabın önsözünden de anlaşıldığı üzere bir aşka tanıklık ediyoruz. Aşkın çeşitleri farklı yönleriyle tartışılıyor. Aşkta yaş farkı, “yaşlılık” gibi kavramlarla 20’li yaşlarında bir genç kızla 60’larında bir adamın aşkına tanıklık ettiriyor. Farklı şehirlerin etkisi, Antik Elen edebiyatı ve mitoloji de arka planda bir katmana dönüşüyor.

Selam Metin, Ben Berceste kitabınızı yazma hikâyeniz nasıl başladı?

Yazdığım bütün romanlar, henüz tek kelimesi yazıya dökülmeden uzun süre içimde birikir. Çoğu kez o kadar da fark etmeksizin kafamda evirir çeviririm. Hatta o aklımdaki roman izleğine, kişilerine, çerçevesine denk düşecek kitaplar okumaya başlarım, yani ilgim öyle belli bir kanalda yoğunlaşır. Böylece anlarım ki bu mesele beni içine çekiyor, kurtuluşu yok! O arada şiirler, edebiyat inceleme ve eleştiri yazıları da yazmış olurum. Yeni şiir kitaplarım aslında alttan alta yeni romanın neyin nesi olacağına ışık tutar. Yeni bir deneme çıkmışsa o da aynı doğrultuda gelişir. Demek istediğim her roman hem hayatımdaki hem şiir ve edebiyat çalışmalarımdaki belli dönemlere, belli izleklere ve yaşam deneyimlerinden kaynaklanan dert edilmiş meselelere tekabül eder. Selam Metin, Ben Berceste de böyle bir seyir izledi. Hangi konular, karakterler, duygulanımlar, kaynaklar etrafında neler yazacağımın kafamda bir açıklığa kavuşması ve notlar almaya başlamam 2013’teydi, Berlin Edebiyat Kolekyumu’nda ikamet eden yazar olarak misafir edildiğim dönemde… Diğer romanlarımda o derece odak noktası yapmadığım kadınlık-erkeklik meseleleri, çeşitli aşklar, cinsellik, aile içi güç ilişkileri, neoliberalizmle birlikte dönüşüme uğrayan toplumsal cinsiyet söylemleri bu romanda öne çıktı. Tabii böyle yoğun ve karmaşık bir izleğe uygun farklı dil ve biçimini de getirdi.

Giriş kısmında bahsettiğiniz üzerine bu romanı İstanbul’a gelemediğiniz Berlin, Londra, Cambridge, Üsküp, Atina ve Rodos şehirlerinde yazıyorsunuz. Bu ülkeler romana neler kattı, sizi nasıl etkiledi?

1984’de yayımlanan ilk şiir kitabım Sevgilim Ölü Asker dahil, hiçbir kitabım bugüne dek tek bir ülkede yazılmış değil. Yalnızca bu defa Türkiye ayağı eksik kaldı yazık ki, ne İstanbul ne Ankara ne de şu bu Türk kentinde bulunabildim son 10 yılda. Eğer bakarsanız Marsilya, Paris, Roma, New York, Lefkoşa, Baf, Girne, Kudüs, Kahire, İskenderiye gibi şehirlere, hatta güney Mısır’daki köylere bile rastlarsınız diğer kitaplarımın yazıldığı yerler içerisinde. Demek istediğim böyle çoğul yerlerde yazmak durumu baştan beri mevcut bir türlü bitmeyen yolculuklar, taşınmalar nedeniyle. Kim bilir belki de bu durum kitaplarımı tanımlayabilecek özelliklerden biridir. Yeni romandaki tek eksiklik ise Türkiye’ye gidemeyişim, diyeceğim, fakat onu da içimde taşıdığım o kadar belli oluyor ki olayların geçtiği asli mekân bugünkü İstanbul, sanki hep orada yaşıyormuşumcasına…

Romanın aslında “Merhaba” ile başladığını ancak bunu “s” harfi takıntınızdan dolayı “Selam”la değiştirdiğinizi söylüyorsunuz. Bu “takıntı”nın kaynağı nedir?

Giriş yazısında bu saptamayı 15 yaşındaki kızımın yaptığı da anlatılıyor. “S” harfi “takıntı”mın kanıtı olarak verdiği örnekler arasında bütün romanlarımın “S” ile başlaması vardı mesela. Doğrusu farkında değildim o söyleyene kadar: Soydaşınız Balık Burcu, Sınırdışı Saatler, Sarı Kehribar… Eee tamam o halde dedim, bu roman da “S” ile başlasın. İnsan kendi takıntısını, hele ki takıntısının kaynağını o kadar da bilince çıkaramıyor. Kızım kitaplarımı okumasa da neler yazdığım hakkında bir fikri varmış, bunu öğrenmiş oldum, olayın en kayda değer tarafı bu!.. Ama sahi, yine kızımın şiirlerime yaptığı gönderme vardı ki hakikaten “S” harfi hakkında “Rüyaperisi” adlı bir şiirim var. Sadece ikinci bölümünü aktaracak olursam şöyle bir şey. Yani takıntıların kaynağı acaba ne, artık okurlar belki çözer, ben bilemiyorum diye aktarayım:

ii.
Dolunayın kabuğu soyulup ve yedi parçaya ayrılıp
saçıldı ayışığı. Kar tanecikleri battaniye serdi sarp ormana.
Ve rüyaperisi, örtüsünün ucunu bükerken
ismini fısıldadı görmek istey’ceğin rüyanın. Uyuyakaldın
uykunda. Hatırladığın sadece S sesi. Kıvrılmış
gövdeni ayırt etmeye çalışıyorsun onunkinden.
Kapıyı görüyorsun ama nasıl açılır da geçilir içinden?
S harfi yatakta. (Sağ yukarısı ile
Sol aşağısı ayrık ikiz beden.) Islık çalıyorsunuz birbirinize.

Bacakların, boynun sana süründükçe uzuyorsun
süne süne. Gövdenin neresinden çıkıyorsa şu S…
Seni sızlanmadan sokabileceği sazlığa sızmıştın,
ıssız, bataksı köşe… Herşeyi karıştırmaya başladın orada,
bulduğun ne, göremiyorsun. Garip
biçimde gülümsüyor sana s s s rüyadaki sen.
(Ölülerin yüzünde kasılı kalan gülücük bu, canın sıkılacak.)

Antik Çağ Elen edebiyatı, Sofokles, Shakespeare, James Joyce gibi isimlerin sizin için önemi nedir? İlham kaynaklarınız diyebilir miyiz?

Sanırım Antikçağ Elen edebiyatı ve felsefesi, doğup büyüdüğüm yerin kültürü ve dilleri nedeniyle aşinası olduğum şeyler. Yani yalnızca eğitim ve okuma yoluyla gelmiş değil, hayatıma ilişkin daha içsel nedenleri olmalı. Bilhassa Platon, Sapfo, Sofokles… Türk şairi olmaya karar verdiğim için, ailemden bunu gizlesem de, İngiltere yerine Türkiye’de üniversite eğitimi görmek istiyordum ve o yüzden 1970’lerin başında Türk okullarına gittim Kıbrıs’ta. Ne var ki orada da İngiliz dili ve edebiyatı derslerimiz vardı ve hocamız da İngiliz’di. Dolayısıyla Shakespeare’den başlamak üzere İngilizce edebiyat hakkında iyi kötü bir bilgiye sahiptik. Zaten annem de Lefkoşa’da Feylozof Bodamyalızade’nin kurduğu Shakespeare School’da onun asistanı olarak öğretmenlik hayatına başlamıştı. Annemin evinde olsun, babamın kitabevinde olsun İngilizce ve Türkçe olarak Shakespeare’in eserleri bulunurdu. Gerçi daha sonra, 1986’da Türkiye’den sınır dışı edildiğim için yüksek lisansa İngiltere’de, Birmingham ve Londra’da devam etmek konusundaki yazgımdan kurtulamadım. Hatta bizimkilerin, savaşta evimiz yakıldığı ve her şeyimizi kaybederek yoksul düştüğümüz için gerçekleşemeyen planlarındaki gibi üniversiteyi Cambridge’de okumadımsa bile, 10 yıl kadar orada yaşadım. O dönemde bir de baktım ki İngiliz arkadaşlarımla espri yapacak kadar ezberimdeymiş meğer Shakespeare’in bazı soneleri ya da oyunlarındaki bazı diyaloglar. Fakat James Joyce, Selam Metin, Ben Berceste’nin giriş yazısında izah ettiğim ve öncesinde birçok konferans ve makalede de belirttiğim gibi İrlanda ile Kıbrıs tarihlerinin koşutluğu yüzünden özel bir yol göstericidir. Hem doğduğumuz adaya kapanmamak hem de adalarımızdan gelen çok özel esin kaynaklarını, çoğul dil ve kültür birikimlerini anakara edebiyatlarını dönüşüme uğratmak doğrultusunda kullanmak açısından… Eğer bir şair veya yazar İrlandalı ya da Kıbrıslı kökenden geliyorsa konuştuğu dillerdeki egemen anlayışlar dışında farklı bir bakış açısıyla yazmak, İngiliz, Yunan ya da Türk edebiyat kanonları ne dermiş pek kulak asmadan kendi yolunda gitmek durumundadır. Çünkü hem onları kapsar hem de daha fazlasıdır. Bakın mesela benzer bir durum Sicilyalı ve Giritli şair ve yazarlar için de geçerli, anakara ile aynılıkları yüzünden değil farklı olan fazlalıkları yüzünden İtalyanca ve Yunanca edebiyatta önemli dönüştürücü roller oynayabilmişler.

Roman, “ihtiyar” adamın genç bir kıza olan aşkını anlatıyor. Aşkın tanımı yıllar içerisinde nasıl değişiyor?

Bir okuma biçimiyle öyle… Ne var ki çok daha karmaşık aşk ve insan ilişkilerini aktarmanın bir yolu da oluyor 50’lerini yarılamış adam ile 30’larına yeni girmiş kızın aşk hikayesi. Mesela kızın kendi annesi ile olan aşkı da var ki bir çeşit simbiyotik ilişki mi, Elektra kompleksi, sevgi-nefret döngüsü mü, yoksa anne-kız yarışması, iktidar mücadelesi mi, onlar da sorgulanıyor. Bir anti-kahraman olarak tasvir edilen erkek karakterimizin 70’ine merdiven dayamış bu anne ile de ilişkisi olduğu hissediliyor ve arada çok daha genç kızlarla, erkeklerle seviştiği de oluyor. Oysaki yalnızlık ve yabancılaşma içindeki bir adamcağız bu. Neoliberalizm eleştirisi yapsa bile o aynı neoliberal dünya içinde yaşıyor. Erkeklik ideolojisini eleştiriyor, ama maço bir erkek grubu olan “İhtiyarlar Heyeti”yle birlikte meyhanelerde karı-kız muhabbetine katılıyor. Şimdi böyle bir adam hakikaten âşık olabilir mi? Yalnızlık yüzünden saplandığımız ilişkilere aşk mı demeli? Yaşlanmayla birlikte artan toplumsal dışlanma ve endişelerin yarattığı olgular başka insanlarla ilişkilerimizi nasıl bir dönüşüme uğratır? Buna aile, aşk, cinsel beraberlik, arkadaşlık, iş güç, iktidar ilişkileri de dahil… Aşk bizi hiç beklenmedik bir anda sürüklendiğimiz bir fırtına olmaktan çıkıp artık bazı ön beklentilere gören temkinli yaklaşılan bir şeye mi dönüşür? Oradan “amortality” fenomenine, Türkçeye “yaşlanmazlık” olarak aktarabileceğimiz neoliberal çağımıza özgü yeni bir duruma geçiyoruz romanda. Kendilerini estetik ameliyatlarla, “lifestyle” modalarıyla genç göstermeye çalışan ruhları çoktan çökmüş güç sahibi yaşlı insanların dünyasına ki bunlar arasındaki kadınlar daha bile çarpıcı oluyor.    

Aşkın dışında romanınıza etki eden noktalardan biri de mitoloji. Burası sizin için nasıl bir beslenme alanı?

Daha önceki sorularınızdan birinde dediğim gibi doğup büyüdüğüm yerin kültürüyle ilişkisi olmalı. Epeyce okuma da yapmışımdır çok genç yaşlardan itibaren. 1980’lerde, henüz 20’li yaşlarımın başındayken yani, İstanbul’da bir ansiklopedinin mitoloji, Eski Yunan ve Akdeniz kültürleri konusundaki maddelerinin yazarlık ve redaktörlüğünü dahi yapmışlığım var. Aslında Kıbrıs ve Yunanistan’da mitolojinin kullanılış şekli genellikle muhafazakâr ve edebi anlamda anakronistik olabiliyor. Diyeceksiniz tüm Avrupa edebiyatında bu yok mu? Doğru, ama Elence şiir ve edebiyatta bazen etnik üstünlük iması taşıyan bir milliyetçiliği ya da 1820’lerden kalma resmi devlet politikasıyla örtüşmeyi de hissettirebiliyor. Türkçede de Anadoluculuk, Mavi Yolculuk tarzı daha farklı bir milliyetçilik için kullanılıyor mitoloji tabii. Ama Türk edebiyat muhiti ve aydınlarının birçoğu bunun da aslında Türkiye’deki ulus-devlet kuruculuğuna koşut daha farklı bir ulusçuluk olup olmadığını pek sorgulamaz. Bütün bunları söylememin nedeni mitolojiye göndermeler yaparken onu ne şekilde ele aldığımıza özen gösterme ihtiyacıdır. Bir taraftan bu mitolojik anlatılar o derece genelleşmiş, içselleşmiş ve Türkçenin de marjinlerinde yer aldığı Avrupa ve Akdeniz edebiyatlarına temel bir referans olmuştur ki, eserlerimizin ihtiyaç duyduğu ortak bilinçaltına seslenirler. Yani Jung’un dediği birer arketip olarak ortak edebiyat geleneğine dair sembolleri, çağrışımları, işaretleri meydana getirip yazarlar ile okurlar arasında gizli dehlizler, gizemli köprüler kurarlar. Onlarsız şiir ve edebiyat olmaz yeter ki yerli yerinde olsunlar ve şairine, yazarına özgü bir kullanım içinde yeni yorumlarla da ele alınabilsinler.           

Romanın içerisine yerleştirilmiş çizimleri ekleme fikri nasıl oluştu?

Ama bu görsel tarz benim bütün romanlarımda mevcut! 1994’te yayımlanan ilk romanım Soydaşınız Balık Burcu’nda hem benim çizdiğim desenler hem gazete grafik tasarımları var. 2003’teki Sınırdışı Saatler adlı romanımda birçok Karamanlıca kitap kapağı, gazete kesiği, Osmanlıca elyazmaları ve onlar üzerindeki Aziz Yorgos resimleri… Hele 2014’te yayımlanan Sarı Kehribar’da fotoğraftan objeye, mektuptan eski belgelere uzanan neredeyse 150 parçalık görsel malzeme var ki, roman hakkında yazı yazanlar onu “Müze-Roman” diye adlandırmıştı. Bunları diğer romanlarım da belki okunur ümidiyle söylemiş olayım. YKY’deki baskıları tükenmiş olanları da bu yıl sonuna kadar İthaki Yayınları tekrar yayımlamış olacak.    

Esin Hamamcı

Edebiyat doktora öğrencisi, Açık Radyo’da programcı, Gazete Oksijen, K24 'te yazar. Dark Blue Notes ve Nftify'da editör. Çevirmen. Kent, arşiv, edebiyat ve müzik üzerine yazar, düşünür...

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Büşra Üçler Dinç, Flora Sanat
Önceki

“Baharın Gelişi” Adlı Karma Sergi Flora Sanat’ta

Serhan Kurşun
Sonraki

Serhan Kurşun’un “Muhbir” Romanı İnkılâp Kitabevi’nden Çıktı!

Kaçırmayın!

Balkan Naci İslimyeli

Balkan Naci İslimyeli Sergisi ve Sempozyumu Aynalı Geçit’te!

2022 yılında aramızdan ayrılan Balkan Naci İslimyeli anısına Sanat Kritik
Düet

İsyankar ve Neşeli DÜET Belgesel Filmi 16 Mart’ta MUBI’de

Senkronize yüzmede olimpiyatları hedefleyen iki genç sporcunun isyankâr, neşeli ve