Kültürel, politik ve fiziksel katmanların çokluğu ve iç içe geçmiş tarihsel birikimi ile İstanbul’un sınırlarını temsil eden Yedikule Hisarları ve surlar, barındırdığı çokluk, etkileşim ve karşıtlıkları ile heterotopik mekânlar olarak potansiyel bir eşik ve yaratım mekanı olarak Filiz Ağdemir’in küratörlügünde 4. Uluslararası İstanbul Trienali’nin fikir çerçevesini oluşturdu. Tarihi M.S. 390 tarihine uzanan bu etkileyici kültürel miras alanı, bir yandan kısıtlayıcı ve zorlu fiziksel şartlara sahipken, öte yandan geçmişi ve etkileyici emprovize yapısıyla yaratıcı bir kabuk olarak sergide yer alan eserlerin neredeyse tamamının mekana özgü üretilmesini veya yeniden üretilmesini zorunlu kıldı. Var olan koşullarla olduğu gibi uzlaşmak zorunda bırakarak yaratıcı zekayı tetikleyen bir süreç ortaya çıkardığı da tartışmasız bir gerçekti.
4. Uluslararası İstanbul Trienali fikir çerçevesi ve İstanbul’ a ait çok yönlü sınırları temsil eden Yedikule Hisarları(Zindanları), sergi bağlamında sanatsal üretimlerini gerçekleştiren sanatçılar için de eşine az rastlanır bir deneyim olanağı sundu.
Tarihi Kanlı Kuyu’nun yer aldığı zindanda ‘Kuşlar’ adlı heykel serisi ile mekanda eşsiz bir deneyim yaratan sanatçı Nermin Ülker de, söylemini tamamen bu mekanla birlikte iyice etkisini artıran kavramsal zıtlıklar üzerine kurdu. Yerleştirme, fiziksel ve fikirsel olarak; mekanın hafızası, işlevi ve aurasıyla eserin form, renk, kavram, niyet ve hermenötik yaklaşımı arasında çok sayıda yeni bağlam ve duyguya kanallar açtı.
Heykel ve yerleştirme eserlerinde genel olarak zıtlıklar ve zıtlıklar arasında birbirini var eden görünmez bağları sorgulayan, deneyim, bellek ve kavramlar arasında her an yenilenen formlar üreten Nermin Ülker, sergide biri Kanlı Kuyu zindanında, diğeri Altın kapının sol burcunda yer alan iki yerleştirmesinde de mekanın hafızasını dönüştüren güçlü bir basınç yarattı.
Nermin Ülker ile yapıtlarının hem fikirsel hem de mekansal üretim sürecini, Yedi Kule Hisarları(Zindanları) gibi eşsiz bir kültürel miras mekanında çalışma ile ilgili deneyim ve düşüncelerini konuştuk. Şimdiden paylaştığı tüm deneyim, fikir ve duygular için teşekkür ederim.
Heykel ve yerleştirme eserlerinde içerisi-dışarısı, hayal-gerçek, soyut-somut kavramları ve formları değişken anlamlarda esniyor. Kuşlar serisi bu açıdan nasıl bir potansiyele sahip?
Kuşlar belli bir mekana bağlı yaşamını sürdüren canlılar değiller. Özgürlükleri ellerinden alınmadığı sürece kapalı bir alanda olmazlar. ‘Kuşlar’ serisi bu açıdan bakıldığında sergiledikleri mekanlarda doğrudan olmasa da dolaylı olarak kapanma-kapatılma alt metinleri üretiyor. Bu zıtlık ilk anlamlarından itibaren kavramsal olarak karşımıza çıkıyor.
Bununla birlikte ‘Kuşlar’, aynı zamanda kadınlar. Form olarak da dikkat edildiğinde bu nitelikleri rahatlıkla seçilebilir. Toplumsal olarak nerede, hangi eğitimi almış olursa olsun, sosyo-ekonomik olarak hangi mesleği yaparsa yapsın bir kadının mekanla kurduğu ilişkide bir içerde tutulma-tutsaklık, ruhsal bir zıtlık buluyorum. Bir kuşun mekan neresi olursa olsun imgesel olarak ürettiği zıtlıktaki gibi içerisi-dışarısı sorunu oluşuyor. Bağlamından kopan bu varlıklar sadece form olarak mekanın içindeler ve artık orada soyut anlamda var olabiliyorlar.
Soyutlaştırılmış kuşlar, doğrudan kuş biçimlerinde değiller ve bu açık form potansiyeli yapıtlara aynı zamanda yeni anlam olasılıkları kazandırıyor. Şekil, renk ve malzeme olarak doğrudan bir söylem geliştirmek yerine, tüm yapıtlarımda görünenin ötesine bakma ve anlaşılma amacından daha ziyade sezgisel bir yere ulaşmayı hedefliyorum. ‘Kuşlar’ serisi de bu anlamda geometriyi kullanırken mekansal bağlar üretirken, aynı zamanda ‘örtük ama yeni fikirlere açık’ yapıtlar olarak konumlandırılabilirler.
‘Kuşlar’ serisinin 6 tanesi Yedikule Hisarları(Zindanları)’nda yer alan Kanlı Kuyu Zindanı’nda, 1 tanesi de tarihi Altın Kapı’nın burcunda sergilendiklerinde, 4. Uluslararası İstanbul Trienali’nin kavramsal çerçevesi ile sence nasıl bir bağ kurdu?
Mekana özgü olarak ve sergi kavramsal metni ile alışveriş içinde ürettiğim bu yapıt serisinin renginden tutun, sayısı, boyutları ve tüm alt fikirleri mekanın hafızasından, yerleştirildikleri yerin hikayelerinden etkilenerek ortaya çıktı.
Tabi ki bunu hesaplayabildiklerim kadarıyla gerçekleştirmeye çalıştım. Çünkü izleyici ve mekanın tüm katmanları ile eserlerin bu ön görülerden çok daha fazla anlam, fikir ve duygu ürettiğini gördük. Mekanın belleğini oluşturan olaylar, izler ve anlatımlar öyle ağır ve etkileyici ki ilk ziyaretten sonra 3 gece kabus görmeme sebep olmuştu. Hatta bir an geldi sergiden çekilmek bile istediğim açıkçası. Mekanın kendine ait çok güçlü bir enerjisi var. Kendi başına güçlü bir duygu yakalayabileceğiniz neredeyse başlı başına kendisi bir söylemi var mekanların. Bir tür uzlaşma kurulmalıydı ve bu hakikaten zor ve etkileyici bir süreç oldu benim için.
Bunun dışında, Altın Kapı’nın sol burcunun en ucunda eskiden bir Roma Kartalı’nın olduğu yerin hemen üstüne yerleştirilen yapıt ise bir tür baş kaldırı, yeni bir söylem ve ideolojik bir ifadeydi ve heyecan vericiydi.
F.A. – Serginin kavramsal çerçevesindeki çoğulcu ve dönüştürmeye yönelik alt metin, bu süreci heyecanlı bir hale getirdi diye düşünüyorum. Aksi durumda bahsettiğin ağır hislerin üstesinden gelinmesi hiç de kolay değildi. Eğer bu yeni fikirler hafızanın yüzeylerini artırmayacaksa, daha yaratıcı, özgür ve umut vaat etmeyecekse tarihi veya belgeselci bir anlatım olurdu ki bu bizim işimiz değil öyle değil mi?
Tamamen katılıyorum. Bir sanatçı olarak benim yapacağım şey öncelikle bende yarattığı bu etkiden dolayı dönüşmek, sonra da yapıtlarımla izleyiciyi ve hafızayı dönüştürmek, çoğaltmak.
Metal, kırmızı, örtük( bir başka deyişle yönsüz) ve keskin formları ile ‘Kuşlar’ serisinden yapıtların sence mekanın hafızasını nasıl çoğalttı?
Yapıtlarımı genelde bizzat kendim üretirim. Bükme, boyama gibi işlerim için aletler kullanırım. Fakat bu serinin hiçbirinin üretimi sırasında heykellere elimi sürmedim. Boyutlarından ve malzemesinden dolayı makine de kullanılamadı. ‘Kuşlar’ fiziksel güç gerektirdiği için bir erkek usta tarafından dövülerek büküldüler.
Bir başka deyişle daha önce de bahsettiğim aslında ‘bir kadın temsili’ olarak yorumladığım ‘Kuşlar’ bükülürken ciddi bir erkek şiddetine maruz kaldılar. Niyet olarak da sonucunda ortaya çıkan heykellere bakıldığında da örtülü bir şiddetti bu. Tabi ki şiddet görünürde bir üretim tekniği olarak kullanıldı. Çünkü bilinen teknikte metali ısıtır, yumuşatır ondan sonra metale şekil verirsiniz. Yormadan o yumuşak fazda metal şekil alabilir. Ama usta heykelleri özellikle ısıtma yapmadan vura vura büktü ve dışarıdan bakıldığında bu müdahaleler de asla anlaşılmadı. Bu başlı başına alt metaforlar yaratan da bir süreç oldu böylece ve yapıtı derinleştirdi.
Bununla birlikte, eserler ve mekanlar üzerine düşünüldüğünde, hem teknik olarak hem de fikirsel olarak çok sayıda zıtlığı kullanan yerleştirmelerdi. Bu sayede gömülü olan ve yerleşmiş fikir ve duyguları zorladı bana kalırsa. Seninle birlikte Kanlı Kuyu Zindanı’ndaki 6’lı yerleştirmedeki ‘Kuşlar’ ve burada hikayesi bitmiş tutsakların zayıflıkları ve güçlü yanları simgesel anlamlarıyla bir arada örüldü. Hatta bir adım ötesinde bu zıtlıklar üzerinden yeni bağlamlar ve söylemler ürettiler. Artık orada başka başka hikayeler var.
F.A. – Kırmızı rengini orada sen baştan beri kan olarak nitelendirmedin. Mekanın enerjisini değiştirmeye niyet eden bir duruşla çocukluk ve kırmızı bayram ayakkabılarının rengi olarak konumlandırdın ve paylaştın. Oysaki en basit ifadeyle ismi Kanlı Kuyu olan bir mekanda kırmızı rengi kan sıçramalara atıf yapabilecek bir yorum yapılabilirdi. Fakat bu duygun kırmız renginin formla ve malzemeyle kurduğu yeni dil ile mümkün olabildi. Bir trajedi mekanı olmaktan çıktı hikaye ve mekanın bu yeni enerjisi kırmızıyı bile özgürleştirdi.
Yapıtların mekan ile kurduğu bu yeni ilişki veya çoğaldığı yeni anlamları seni nasıl etkiledi?
Baştan sona çok etkileyici ve dönüştürücü bir deneyimdi benim için. Ama en önemli etkisi kusursuz olma obsesyonumu törpülemesi diyebilirim. Örneğin kusurlu bulduğum fikir aşamasında maketlerim var. Bunlar üzerine daha olumlu ve heyecanlıyım artık. Trienal bu konuda bakış açımı değiştirdi. Bir sürü şey gördüm ve 30 yıllık bir ameliyathane hemşiresi olarak travmatize çok insanla karşılaştım. Ölen insanlara dokundum ama Yedikule’deki hikayeler kadar vahşi değildi hiçbirisi. Her şey kusurlu. Hem de çok kusurlu. Sergideki diğer sanatçı arkadaşlarımın işleri ve kurulan bağlamlarda yaşayanmış hikayelere de baktın zaman merhametsizliğin, hoşgörüsüzlüğün ve kabulsüzlüğün varacağı yerleri görüyorsun.
F.A. – Mesele Zindan veya ölüm dahi olsa ‘benim, bizim’ diye tutturulan, ana tartışılması gereken konuların dışına çıkan genel bir tutum var Yedikule üzerinde. İnsanın ” ben” duygusu ve “ben” ifadesi hakim olan 2- 4 yaş ben merkezci dönemden özgürleşilememiş bu tutum serginin temel mesajı olan çoğulculuk ile aşılmaya çalışıldı.
Burada yaşanmış olan insanlık utancının alınması gereken ders kısmı alınmamış ısrarla. Trienal bu açıdan da çok doğru bir yerde tam da olması gereken bir kitleye hitap etti. Bir şeyleri gerçekten dönüştürmek ve paylaşmak istiyorsak gerekli olanı yapmalıyız. Bunun için ise en başta gerçekçi ve bilimsel olmamız lazım. O sergiye gitmek, katılmak, paylaşmak, anlatmaktan bahsediyorum.
4.Uluslararası İstanbul Trienali’ ne katılımın ve süreçteki deneyimlerin ile ilgili bir değerlendirme yapabilir misiniz?
Açıkçası ben katılmaya karar verdiğimde bu kadar iyi bir ekiple çalışacağımı tahmin etmiyordum. Her zaman içinde olmaktan gurur duyduğum sergilere katıldım. Ama Trienal’ deki ekiple çalışmak bambaşkaydı benim için. Ekibi daha önce tanımıyordum. Katılan sanatçı arkadaşlarımın bir kısmıyla hiç karşılaşmamıştım. Sergi süresinde tüm grup olarak aynı dünya görüşünde, sanatı algılama biçiminde, derdinde olduğumuzu fark etmek çok heyecan verici oldu. Kendi işlerimden daha iyi olduğunu düşündüğüm işlerin olduğu bir ortamda gurur duymanın yanında bir bütünde birleştiğimi hissettim. Çok çok keyifliydi bu açıdan.
Bununla birlikte, şuna çok üzüldüm. Kendi arkadaşlarıma kırgınım. Gelemeyen değil gelmeyenlerine. Aynı dönemde pek çok şehir dışı sergi ve etkinliğe gidip, şehrin ortasında gerçekleşen ve 1 ay süren uluslararası bir çağdaş sergiye gelmemiş olmaları beni baya şaşırttı. Özellikle eleştirmen olan veya bir yerlerde yazan arkadaşlarımdan gelmeyen çok kişi oldu. Oysa bu onların mesleği ve yaptıkları işin sonucu uzun vadede hepimizi bağlıyor. En azından gelip kötü de olsa eleştirmeleri rasyonel olarak fikirlerini ortaya koymaları gerekiyordu bana kalırsa. İyi ya da kötü konu beğenmek veya beğenmemek değil ki bence çok beğeneceklerdi. Şunu yapmalarını çok isterdim. Geldik. Ama bence şu yanlıştı, şu şöyle olmuş, şu hata, şu eksik deselerdi. Medya olarak desteklenmediği için sergiden bir çok insan habersiz olabilir. Ama alanın uzmanları kesinlikle haberdar oldular. Sosyal medya hesaplarımda paylaşımlarda gördüler, görmemiş olmaları imkansız. Buna rağmen çok az arkadaşım gelip sergiyi gezdi.
Serginin gerçekleştirildiği mekanı sadece idari olarak yöneten siyasi kesime ise bu duruş, o zaman Beyoğlu Kültür Yolu sergilerine neden gittiniz? Aynı siyasi bağlar hatta çok daha güçlüsü belki orada da söz konusuydu.
F.A. – Bu konuda çok şey var söylenmesi gereken. Kamu kaynağı ile desteklenen, 2010 yılından itibaren her 3 yılda bir kez Kültür ve Turizm Bakanlı tarafından fon ayrılacağı protokole bağlanmış, kamuya ait bir mekanda gerçekleştirilen, İstanbul ismi ile bir kamu projesi olan bir organizasyonun tartışmasız ve sahipsiz terk edilmesi özellikle alanın aktörlerinin eksikliğidir. Fikirsel ve duygusal olarak terk edebilirsiniz ama kamu kaynağı ile yapılmış alanınızdaki işleri ve bu kaynağın nasıl değerlendirildiğini bilimsel olarak, profesyonel olarak terk edemezsiniz. Bunu yaptığınız zaman bu daha büyük kayıplar yaratır. Bu kayıplar hesap kitap yapılan sonuçlardan çok daha uzun vadede ve yıkıcı etkilere sebep olur. Tam da bu yüzden bu iş aslında hiç kolay değildir. Rahat rahat yapılacak bir iş asla değildir. Hele de her konuda kendini soyutlamana izin vermez.
F.A. – 20 yıldır süre gelen ve gün geçtikçe etkisini artıran hegamon sistemler, alan üzerinde farklı tehditler yaratıyor. Ne olursa olsun bu tehditler mesleği ahlaki sınırlar içinde gerçekleştirmeye çabalamayı engelleyemez. Eğer engelliyorsa da bunun sonuçlarını yaşamak da yine oldukça bilimsel ve gereklidir. En basit yoldan bir sergi ile ilgili ön değerlendirmede; serginin küratörü, kavramsal çerçevesi yani derdi, sorusu, bilimselliği ve katılan sanatçılar vardır. Bunlar tutarlıysa sergi hakkında bir ön fikriniz olur. Bunları göz önüne almadan tutum geliştirmenin ve terk etmenin de hiç bir açıklaması olamaz. Ben kişisel olarak senin bahsettiğin görmezden gelmenin ne siyasi ne de alanı tehdit eden kaygılardan olduğunu düşünmüyorum. Hatta keşke öyle olsaydı. Çok daha medyatik ağrılardan olduğuna eminim.
Bir de şu var. Ben neden sanatla uğraşıyorum? Sanatla sanatçı kendini dönüştürür, kendini var eder. Kendini dönüştürürken çevresini de dönüştürmezse, bir cevap bir diyalog bir ikilik oluşturmazsa bunu yapamaz. Sergide misafir arkadaşlarımı bırakıp diyalog peşine düştüğüm anlar oldu. Çünkü onlarla zaten bunu yapmıştık. Kendi sosyal çevremde çok fazla bu olanaklara sahibim hatta o yüzden aynı şeyleri konuşuyoruz. Körler sağırlar birbirini ağırlar olsun istemiyorum. Trienal’de benim düşünce dünyama çok uzak insanlarla sanat düzleminde paylaşım yapma diyalog kurma olanağı buldum. Kime ulaşmak istiyorsun? Kimi dönüştürmek istiyorsun? Anlamak istiyorsun? Benim istediğim şey benim işlerimi, fikirlerimi, anlamayanlarla, haberi olmayanlarla paylaşmak. Sanatın etkisini çoğaltmak. Özellikle heykelin her türlüsüne direnç gösteren sosyal bir sınıf var. Bunu hepimiz biliyoruz. Trienal’de coğrafi ve kamusal olarak bu sınıflara dokunabildim. Sergiyi ve işlerimi anlatabildim. Daha iyi, daha açık, daha paylaşılabilir bir yaşamı bu şekilde oluşturabiliriz çünkü. Ben olduğum halimle var olabildim bu sergide. Hiç bir siyasi kesimin diline, iyiliğine eğilip bükülmeden, ortak alanları kullanarak bunu yaptım. Varlığımı, sanatçı kimliğimi, dünya görüşümü korudum ve paylaştım. Bu benim var olma ve direnme biçimim.
F.A. – Varlığını korumak başlı başına bir direniş biçimi zaten. Küratör olarak Trienal’i de her türlü ön yargıya ve kısıta rağmen doğru şekilde yapılmam da bir direnişti. Alanımı terk etmedim. Doğrunun peşini bırakmadım. Örneğin özel sektör ve Büyükşehir desteği için 4 ay uğraştık. Çoğu da beni ve koordinatörümüz Zeynep’i (Toy Büke) önceki işlerimizden tanımalarına rağmen aynı şekilde yalnız bırakıldık. Bu tabi ki bizi vaz geçirmedi. Bildiğimiz yoldan, eğitim aldığımız, yetiştiğimiz ilkelerin izinden başarılı bir sergi ortaya çıkardık ve arkasında durduk. Her zaman da bilimsel, evrensel ve sanatsal yanıyla tartışmaya açığız. Keşke tüm paydaşlarımız da bu kadar açık olabilseler.