Şüphe yok, sanatın tüm dalları birbirini besler; örneğin filmler edebiyatsız, müzisyenler kulaksız, bazı yazarlar da müziksiz yapamaz. Bir yazar olarak, yazı odamın içinde müzik olmazsa nasıl yazabileceğimi, yolculuklara nasıl çıkabileceğimi düşünemiyorum bile. Belki aynı şey değil ama kariyerinin zirvesine doğru yol alan genç bir müzisyenin işitme duyusunu aniden yitirmesindeki trajediyi değil düşünmek; hayal edemiyorum bile. Müziği duymak; notaları ve çaldığı aletin tınılarını kulağında hissetmek bir müzisyen için her şey; tüm hayattır haliyle. Bir yazarın aniden Alzheimer hastalığına yakalanması ve zihnini bir türlü toparlayamayıp bir daha asla kurgu yazamaması gibi belki de.
Bir süredir yoktum, 4.romanım piyasaya çıkınca –yayın öncesi ve sonrası– dünya kadar işe gömüldüm, ama köşemi takip eden okuyucularım için naçizane yazılarım ile sonunda geri döndüm. Bu kez karşınıza, –ilk karelerindeki yüksek sesli heavy metal konser sahnelerine göre– epey ironik, son derece naif, genellikle sessiz ama güçlü bir film ile gelmek istedim. Dün akşam Amazon Prime ekranımda görünce izlemeden edemedim ki zaten sinemacı arkadaşlarımın son birkaç haftadır sosyal medyadaki paylaşımları dolayısıyla filmden haberdardım ve beklemedeydim. Bildiğiniz üzere 2020 yılı pandemi sebebiyle sinema salonlarının kapatılmasına, pek çok gişe yahut festival filminin internet platformlarına yönelerek kendini izleyici ile buluşturmasına neden oldu. Sound of Metal de ilk gösterimlerini 2019 Toronto, Zürih ve Rotterdam film festivallerinde yapmış olan Amazon Studio sponsorluğunda çekilmiş olan –Belçika ile Amerika ortak yapımı– bir film. Tüm dünya izleyicisi ile aynı anda buluşması ise 4 Aralık 2020’de elbette ki Amazon Prime platformu sayesinde oldu. İyi de oldu, çünkü pandemi yüzünden izleyecek kaliteli film bulamayıp can çekişen festival filmi izleyicisine adeta ilaç gibi oldu. Sizi bilmem ama 2020 yılında gösterilen yeni yapımlar söz konusu olduğunda ben, sonunda neler olacak diye gözlerimi ayırmadan izlediğim sahici bir dram ile karşılaşmadım bir-iki istisna hariç.
Başrollerini Riz Ahmed ve Olivia Cooke’un paylaştığı, Dairus Marder’in yönettiği, eleştirmenlerden tam not alan Sound of Metal adlı filmimizin konusuna gelince… Birbirlerine aşık ve uyumlu bir çift olan Ruben ve Lou’nun aynı zamanda birlikte çaldıkları sağlam kariyerli bir heavy metal grubu vardır. Güzel karavanları ile ülkeyi baştan başa dolaşarak keyifli bir turneye çıkmışlardır, ancak bu turne Ruben’in aniden işitme duyusunu kaybetmesiyle karanlığa gömülürcesine yarıda kesilmek zorunda kalır. Nihayetinde bu, bir müzisyenin başına gelebilecek en talihsiz olaydır. Hiç beklenmeyen bu işitme kaybı ile altüst olan sevgilisi Ruben’e her türlü manevi desteği sağlayan Lou, onun için en iyisini istediğinden bu güç durum ile başa çıkabilmek için çareler aramaktadır, bu yüzden de tamamını sağırların oluşturduğu bir topluluğun varlığını öğrenince, kendilerini bir anda orada bulurlar. Burası, sağırlığın dünyanın sonu olmadığını, gerek psikolojik destek gerekse diğer desteklerle kanıtlamış olan yediden yetmişe hümanist insanların bir arada sevgiyle yaşadığı bir çiftliktir. Ancak bir sorun vardır; Ruben’in, hiç hesapta olmayan bu yeni hayatına adapte olabilmesi için biricik aşkı Lou’dan belirsiz bir süre boyunca ayrı kalma durumu söz konusudur. Bu süre zarfında ne Lou ile görüşebilecek ne de onunla iletişim kurabilecektir. İki sevgili zor da olsa ayrılır, Ruben alıştığı hayatını, sevgilisini ve müziği yarım yamalak bırakarak doğa ile iç içe ve –yeni– kendi gibi insanlarla dolu olan bu çiftlikte iletişim kurabilen bir sağır olmayı öğrenirken zaman da çabucak geçiverir. Lou ise hayatına normal akışında müzik ile devam eder. Velhasıl Ruben, sevgilisini ve eski hayatını özlediğinden, ne kadar zor olsa da engelleri aşmayı göze alarak planlar yapar. Sürprizleri bozmadan ancak buraya kadar anlatabilirim bu iyi dram filmini. Sizce Ruben engelleri aşacak, sevgilisini geri kazanacak ve onu bıraktığı gibi bulacak mı? Bu soruların cevaplarını da filmi izleyerek siz bulacaksınız. Tıpkı, zaman ilerleyip bazı şeyler değiştikçe, insanlar ve duygular bıraktığımız yerde bizi bekleyecek mi? diye sorar gibi. Geçmişte bizim için önem arz edenler, gelecekte de aynı önemle kalacak mı? diye defalarca kendimize sorar gibi.
Toparlamak gerekirse, bu film ne bilim kurgu ne de fantastik, ayrıca size aksiyon da vaat etmiyor; yaşadığımız dünyada herkesin başına gelebilecek türden bir olayı ele alarak gerçekçi bir insan hikâyesi sunuyor. Sessizliğine çok fazla çığlık, çok fazla mücadele gizlenmiş olan ve sizi bunaltmayacağını düşündüğüm bağımsız bir film… Kapalı kaldığımız bu pandemi günlerinde vaktimizi sanatla verimli geçirmemizi sağlayacak, bizi yolculuklara çıkaracak filmler, diziler, müzikler ve tabii olmazsa olmaz kitaplar iyi ki varlar diyor ve noktayı koyuyorum.
Sevgilerimle. Şeyda AYDIN