THE LAST OF US Oyun Hâliyle Katbekat Daha İyi!

THE LAST OF US Oyun Hâliyle Katbekat Daha İyi!
THE LAST OF US Oyun Hâliyle Katbekat Daha İyi!

Post-apokaliptik türünde hikâye yazmayı değil ama izlemeyi, okumayı ve oynamayı seven bir bilim-kurgu yazarıyım ben. Benim türüm siberpunk distopya ve solarpunk ütopya. Ama bu yazı, post-apokaliptik bir eser hakkında. Öyleyse ilk olarak The Last of Us’ın benim için ne ifade ettiğini açıklayarak gireyim konuya. 2021 yılının ikinci yarısında intikam felsefesi ve intikam psikolojisi üzerine araştırmalar yaparken rastladım The Last of Us’a; o zamandan bu zamana bana yoldaş olan video oyunu oldu. Aslında oyun demek yanlış olur; bir dizinin içindeymiş gibi hissettirir ve oyun hâliyle HBO için çekilen dizisinden katbekat daha iyi bir yapım olduğunu söylemek çok daha doğru olur. Üstüne üstlük bana yaşattığı türlü dejavular yetmezmiş gibi; “vakti zamanında ille de benden post-apokaliptik bir hikâye yazmam istenseydi muhtemelen aynısını yazar verirdim” dediğim, hatta sanki bizzat ben kaleme almışım gibi hissedip sahiplendiğim nadide bir yapımdır. Üstelik ne zaman oyuna dönsem, oradaki boncuk gözlü Ellie benmişim gibi hissederim hep; sanki kıyamet sonrasını yaşayan bir evrende var olan ergenliğim gibi hassas, alıngan, hırçın ve çok tripli. İtiraf etmem gerekirse, son yıllarda o kadar eser inceledim ama hiçbiri, hiç bu kadar dağlamamıştır kalbimi. Hem bu yüzden hem de asla açıklamak istemediğim başka nedenler yüzünden, özellikle Part II kısmının gönlümü çalması neticesinde The Last of Us’ın yeri ayrı bende. Öyle özel ki, intikamda empati felsefesiyle bir devrim niteliğinde olan ve oturup hıçkırıklarla ağlamama sebep olan Part II kısmı daima başköşemde… (Ayrıca queer aşk teması ve diğer queer göndermeleri ile derinleşen Part II hikâyenin devamının kırılma noktası olduğu için kesinlikle çok kıymetli; Ellie hem queer hem de karanlığa yürüyecek bir anti-kahraman, bunu not edin ve ikinci sezon gelene kadar unutmayın.)

Bilmeyenler için spoiler vermeyeceğim. The Last Of Us’ı bir video oyunu olarak özetlersem etkilendiği çokça benzer yapım var. Her şeye rağmen, post-apokaliptik virüslü zombi bilim-kurgusu türündeki rakip video oyunlarına nazaran çok daha dramatik bir kurguya sahip; zombi dediğime bakmayın, aslında zombi değiller; ısırıkla ve mantar sporuyla yayılan bir virüsle mutasyon geçirip koşan yırtıcı varlıklara dönüşüyorlar. Amma velâkin işin salgın boyutundan ziyade insanların hikâyesi ön planda; hele ki bu anlamda Part II daha sert gerçekçi ve vahşi. Dolayısıyla hem Part I hem de Part II’yi ele alırsak, ahlaki ikilemler ve travmalar, intikam ve empati, aşk ve terk ediliş, suçluluk ve yalnızlık, baba-kız sevgisi gibi insani duyguları işlemesi sevilme nedenlerinden birkaçı olarak gösterilebilir. Soundtrack albümünü oluşturan country/folk müzikleri Gustavo Santaolalla sayesinde muazzamdır. Western havasında bir yol arkadaşlığı hikâyesi olması o kadar iyi işlenmiştir ki, tekinsiz bir atmosfer olsa bile oyunun içine girip maceraya atılma isteği uyandırmaktadır. Kabaca konuyu özetlersem, –iyisiyle kötüsüyle bütün olayları ezbere biliyorum ancak hiçbir ayrıntı ve spoiler vermeyeceğim– olaylar 2033 yılının ABD’sinde geçmektedir. İnsanları koşucu ve yırtıcı mantarsı varlıklara dönüştüren salgın bir hastalık dünyayı yıkıp geçmiştir. 14 yaşında bir yetim olan Ellie’nin bu hastalığa karşı bağışıklığı vardır ve tedavi, beynindeki iyi huylu tümörde saklıdır; daha önce ısırılmış ama hasta olmayınca bağışıklığı anlaşılmıştır. Bir kaçakçı olan Joel ile Marlene sayesinde yolları kesişir; böylece Joel, Ellie’yi aşı geliştiricilerin araştırma tesisine götürmekle görevlendirilir. Joel da kızı Sarah’ı yıllar önce kaybetmiş travmalı bir baba olmasının yanı sıra gözü pek bir anti-kahramandır. İkisinin yaptığı bu uzun seyahat, Amerika Birleşik Devletleri’nin bir ucundan öbür ucuna kadar sürecektir ve seyahat boyunca aralarında oluşan baba-kız ilişkisi sadece kendilerinin değil, çoğu kişinin geleceğini bütünüyle değiştirecektir. Hastaneye vardıkları kısımda bazı elim olaylar yaşanacaktır. Bunlar olup bittikten sonra bayıldığım Wyoming eyaletinin Jaksonville kasabasına yol alırken Part I, yani Sezon 1 sona ermektedir. Oyunun senaristi ve yönetmeni Neil Druckmann, dizi versiyonunda da mutfak tarafında; hatta Çernobil dizisinin yapımcısı Craig Mazin ile birlikte çalışıyor. Bu bir artı, ama yeterli olmamış, çünkü dizinin analizini üstünkörü yaparken bile aşağıda sayacaklarım hakikaten can sıkıcı geliyor bana.

THE LAST OF US Part I
THE LAST OF US Part I

Bir kere her şeyden önce şunu belirteyim, gerek edebiyatta gerekse diğer sanat dallarında olsun, benim için, orijinal eserdeki orijinal karakterler esas olanlardır; bu nedenle dizi tarafındaki oyuncu seçimlerinden hiç ama hiç hoşlanmadığımın ve izlerken yadırgadığımın altını çizmeliyim. Pardon ama herkes gibi Bella Ramsey güzellemesi yapmayacağım; evet, çok iyi oyuncu olabilir ama iyi bir Ellie seçimi olduğu kanısında değilim. “Bella Ramsey kırk takla atsa boncuk gözlü Ellie olduğuna inandıramaz beni!” diye haykırdığım çok oldu ve diziyi bitirdikten sonra bile içimi sızlatarak içimde kalan his hakikaten de bu oldu. Ben biraz yazar kafasıyla ve biraz da kişisel mevzularla bakıyorum bu olaya. Zira Ellie’nin gözleri pırıltılı bir su birikintisi gibidir ve ona bakınca kendi çocuğum gibi çilli yanaklarını sıkıp sevesim gelir. Açıkçası kızcağızın tipi böyle; bu şekliyle sevildi ama kalkıp böyle bir profili bozarsanız kurgu parçalanır. Dolayısıyla dizideki Bella Ramsey’i maalesef kaşlarımı çatarak izledim, iyi bir oyuncu olsa da üzgünüm ama Ellie olarak pek sevemedim onu. Madem yapımcılar aynı senaryoyu işleyeceklerdi ve dünyanın bütçesini diziye gömeceklerdi, peki neden Ellie’yi Ellie’ye benzetemediler ve uygun bir oyuncu seçemediler diye düşündüm durdum hep. ABD’nin kasabalarını gezip yarışma falan düzenleselerdi, eminim birebir benzeyen onlarca oyuncu bulabilirlerdi. Aslında çok tipik bir kasabalı ergen havasına sahip. Dizi/sinema dünyasında işler farklı kafayla yürüdüğü için bir şey diyemiyorum tabii ki. Her neyse.

Dizi, 9 bölümden oluşuyor ve aklıma kazınan dört bölümü var. Biri, hikâyeye sonradan dâhil edilen Frank ile Bill’in aşk hikâyesinin anlatıldığı bölüm olan üçüncü bölüm; aşırı romantik queer bir aşkı gözler önüne serdi. Bill ve Frank karakterleri oyunda vardı ama aşk hikâyeleri bu denli anlatılmamıştı; tatlı bir sürpriz oldu. Diğeri, Ellie ile Riley’nin –Left Behind– bölümü; burada hem Ellie’nin nasıl ısırıldığı hem de eşcinsel olduğu izleyiciye sunuldu ve gelecek zamanda aşka dair bir şeylerin olacağı mesajı verildi. Öteki de kesinlikle, yetenekli bir oyuncu olan Ashley Johnson’ın rol aldığı final bölümü ki onun orijinal Ellie olduğunu düşünürsek, 9.bölümde Ellie’nin annesi rolünü üstlenip kendi kendini doğurduğu metaforik sahne mest etti beni. Bilindik hisler yaşattığından dolayı, galiba beş kere izledim o bölümü. Her zaman söylerim, 40 yaşına merdiven dayamış olmasaydı, hiç şüphesiz Ellie rolünü ona oynatırlardı diye. Bunların yanı sıra bölüm başlarında kısa film olarak servis ettikleri hikâyeler devam etseydi hoş olurdu ama birkaç bölüm ardından kesildi. 8.bölüm olan David’in bölümü fena değildi, yine de oyundaki kadar kanımı dondurup sinirlerimi bozmadı. Ki oyun tarafında Ellie’nin düştüğü duruma oturup ağladığımı çok iyi hatırlıyorum. Yine 9.bölüm olan final bölümünde Joel’un Ellie’yi kurtarmak için –izleyiciyi ahlaki bir çelişkiye sürükleyip– hastanedeki herkesi öldürdüğü sahneler neredeyse birebirdi; ayrıca o kısım, gelecekte olacaklar için büyük önem arz etmekte…

Joel ve Ellie’nin oyunda yer alan en önemli aksiyon sahneleri ne yazık ki dizide yok! Ellie’nin tek başına kalınca ok atarak veya silah kullanarak savaştığını gösteren sahneler yok! Örneğin, Joel alışveriş merkezindeki dükkânda yaralı olarak yatarken, Ellie’nin, peşlerinden gelen haydutları tek tek avladığı sahneler… Bill’in mekânına gittiklerinde tuzağa düşen Joel’un havada asılıyken hastalıklıları teker teker vurduğu, Ellie’nin de ona yardım etmeye çabaladığı diğer sahneler… Ellie’nin geyik avı sonrasında David ile yıkık barakadayken hastalıklı saldırısına maruz kalıp savaştığı sahneler… Daha bunlar gibi sayamayacağım pek çok aksiyon ve hastalıklı sahnesi hiç edilmiş, ayrıca Joel ile Ellie arasında kurulan sevgi bağının dizi tarafında yeterince işlenmeyip iyi yansıtılmadığını düşünüyorum, oysa oyun tarafında bu bağın kademe kademe derinleştiğini hissediyordum. İkisinin oyundaki diyalogları ve atışmaları daha fazlaydı. Elbette bu eksikliklerin temelinde oyunun daha uzun olması, dizinin ise mecburen kısa tutulması yatıyor. Motion capture teknolojisiyle gerçek aktris/aktörlerin video oyunlarına aktarıldığını hatırlatarak devam edersem, yine oyun tarafında Ellie’ye hayat veren Ashley Johnson ile Joel’a hayat veren Troy Baker’ın sesi ve mimikleri çok daha etkileyici duruyor. Kaldı ki Troy’u 8.bölümde David’in yanında görüyoruz, ona hiç yakıştıramadığım James rolünde oynuyor. Tüm bunları arka arkaya sıraladığımızda ise oyunun diziden çok daha dizi olduğunu kanıtlıyor gibiyim, hem dramatik sinematikleri hem de oradaki oyuncu performanslarının gerçekçiliği sebebiyle. Kimse, saydığım bu kısımlarda dizinin oyundan daha iyi olduğunu savunmasın rica ederim, aksi takdirde kalbini kırarım. Dizi tarafının en güzel artısı Bill ve Frank! Dizi izlenir mi diye sorarsanız, tabii ki izlenir, yüksek bütçeli bir HBO yapımı ile zaman geçirmek istiyorsanız buyurun. Canımı sıkan yanları olsa da her pazartesi sırf oyunun hayranı olduğum için ilgiyle izlediğimi itiraf etmeliyim. Neyse ki Neil Druckmann, onca kuirfobik eleştiriye rağmen Part II’nin hikâyesine Sezon 2’de sadık kalacağı yönünde bir açıklama yaptı, öyleyse helal sana Neil. Velhasıl şimdiden olacaklara hazırlıklı olup konuya hâkim olmak istiyorsanız, arka arkaya Part I ve Part II oyunlarını oynayın veya bir yerlerden oynanış videosunu seyredin. Bunu yaparken de, oyun tarihinin en sert ve en yıkıcı sahneleri için gözyaşı dökmeye hazır olun. Çelişkide kalıp dağılmak ve empati kurmaya çalışmak da cabası… Part II, yani Sezon 2 gelene kadar, şimdilik diyeceklerim bu kadar. Sevgilerimle.

Şeyda AYDIN


Görsel Künye: THE LAST OF US Part I (PS Oyunu)

ŞEYDA AYDIN ya da yurt dışında bilinen adıyla Sheida Aiden, 1981 İzmir doğumlu yazardır ve Dokuz Eylül Üniversitesi mezunudur. Aynı zamanda Türkiye'nin ilk Siberpunk/Solarpunk Queer yani Kuir Bilim-Kurgu romanlarının/hikâyelerinin yazarıdır. Queer Aşk, Ütopya, Distopya ve Paralel Evrenleri esas alan ve yayınlanmış olan eserleri sırasıyla şöyledir: “Diğer Evrenin Senaristi”, “Diğer Evrendeki Kadın”, “Parçalanmış Yansımalar” ve bir spin-off özelliği taşıyan "Kadınların Öldüğü Yer" Nisan 2021'den itibaren SANAT OKUR platformunda yayınlanan ve başka bir spin-off olan "Veera'nın Seyahatnamesi" adlı edebiyat/hikaye dizisini ayda bir bölüm olmak üzere yazmakta/okurlarla buluşturmaktadır. İsim benzerleri ile karıştırılmadan güncel bilgiler almak için resmi internet sitesine seydaaydin.net adresinden erişebilirsiniz.