Hikaye,
bir kadının göğüs kafesinin
içinde yaşadıkları ile
bir adamın zihninden
geçirdiklerinin gölgesidir.
Dışarıdan görünen ise..
Nasıl tanıştıklarının pek de bir önemi yok. Aslında tanıştılar mı onu bile bilmiyorlar. Gerçekliğini koruyan tek şey, şu an aynı koordinatları sebepsiz paylaşmaları. Soyadlarını bile bilmiyorlar birbirlerinin. Gerçi lavanta kokusunu belli belirsiz sunan upuzun saçları yetiyor esasında kadına bir isim yakıştırmasına adamın. Hoşuna gidiyor bu fikir, gülümsüyor hafiften. Kadınsa bir “ilişkide” ne kadar az soru sorulması gerektiğinin bilgeliğiyle bakıyor sadece. 2Tek olabilmenin kıymetini bilenlerden olacak ki sormuyor adama karşısındaki denizin maviliğini gölgede bırakan gülümsemesinin sebebini. Adamın da sormadıkları var. İşine geliyor belki de böylesi. “Ne içmek istersin? Şunu sever misin?” diye sorma zahmetine bile girmeden, “Pardon! Bakar mısınız? Bir şişe Riesling alabilir miyiz lütfen?” diyor menüye baktıktan sonra. Her ne kadar verdiği siparişin yanı başında yazılmış rakamlar olabilecek en büyük üç haneli sayının sınırlarında gezinse de adam pişman değil yaptığı bu harekete. “Belli mi olur?” diye düşünecekken engel oluyor bastırdığı duygularına. İzlemek istiyor bugüne dek muadiline denk gelmediği yüzü. Aklından geçenleri merak ediyor garsonun getirdiği Riesling şişesine uzanırken. “Lütfen bu güzel hanımefendiye servis etme şerefini bana bahşet genç dostum,” diyor gülümseyerek. Ruhunu büyük bir ustalıkla perdeleyerek iki kadeh dolduruyor, kendinden epey emin. Yine sormadan uzatıyor kadına; sevsin istiyor. Öncesi önemli değil, onunla sevmeye başladıkları kıymetli, biliyor bunu. Bunu, kendi gerçeği kılacak kadar mağlubiyetler yaşamış. Üstelik kendi sahasında. O yüzden sormak da öğrenmeye çalışmak da yasak. Merak edecekse ince sızıları merak edecek insan, gözlerdeki buğulu tebessümleri, müjganda ıslak dalgınlıklar bırakan yaşanmışlıkları. Yine de sormayacak, yüreğiyle görebilecek. Kudreti yeterse şayet. Gerekiyorsa da burnu sızlayacak! Adam bunu yapabilmeyi istese de kadının anlatmasından korkuyor. Kadınsa kaçırıyor badem gözlerini kulaklara asılı kalabilecek bir soru’nun ihtimalinden korkup. O da anlatmış olmaktan yorgun belli ki. Dillendirmek ise başlı başına bir uçurum korkusu. Geçmişiyle, sevmeleriyle sulh yapamayanlardan; tek bir sözün dokunuşuyla gözleri dolabilenlerden değil miydi zaten? Kendini ele vermek istemiyor o da karşısındaki gibi, elindeki kadeh bile yetebilir o an boğulmasına, ardında meçhulu bariz ölüsünü bırakmasına. Soylu tutkular ve yalın zevklerle döşenmiş şu yüksek tavanlı mekana sığamaz oluyor bedeni aniden.
Göğüs Kafesindeki Ses..¹
“Sebebini bilmediğin bir şey ‘doğru yerdesin kızım’ diyor! Hem de ‘ahir ömründe hiç olmadığı kadar en doğru yerdesin!’ Doğru yer, doğru zaman.. Peki ya malik? Cevabı olmayan tek şey bu. Mümkün mü bu soruya hakkı olan cevabı düşmek? Hele usulca sokulup kendine mabet kılmak istediğin şu güzelim boynu gördükten sonra? Ya da cevabını karşı tarafın verebileceği tek soru bu mu? Ne oluyor sana yahu? Onca ağlanılan karanlık gecelerde mahrum kalınan yakamoz boşuna mıydı? Hani soru sormayacaktın? Oyunu kuralına göre oynayan biriyken mızıkçılık yapmak yenilginin alası değil de neydi şimdi? Sustur şu kafandan atamadıklarını bir an önce! Bu adam başka, ufacık bir damlayla kuraklığını yok edebilecek kadar hem de. Sustur, anlayacak yoksa!” diyor yüreği.
Kadın işte tam da o an anlıyor gelip gözlerine konan bir detaya vurulduğunu. Adamın dudağının kenarındaki gülüşe çıpalanıyor gözleri. Arkada dalgalanmaya başlayan denize kayıyor bakışları bir anlığına. Sonra yine.. Hem de yakalanmayı hiçe sayarak ve biraz da yakalanmayı isteyerek. Çok içmiş olmanın verdiği korkusuzluk belki de, kim bilir. Ezberlerini bozan bu adam her kimse meydan okumak istercesine dudaklarında gezdiriyor bakışlarını. İlk kez korkularını bir kenara bırakabilen birinin acemiliğiyle bakıyor üstelik. Ten teni yakıyor dokunmadan. Boynunun zarafeti bir kez daha içini ısıtıyor. Dağınık saçları kişiliğine sayısız detay düşürüyor adamın. Arkadaki deniz duruluyor o an. Üst dudağında gördüğü yara son durağı oluyor, teslim ediyor gözlerini oraya kadın. Arsızca gülümseme sırası onda şimdi. Hikayeler yaratmak istiyor yaranın geçmişine. Tarih ve mekan düşmek istiyor yine tek bir soru sormadan. “Hem gördüklerin kadar değil midir karşındaki?” Bir yerde mi okumuştu yoksa şimdi uydurduğu bir şey miydi aklına düşen şu cümle, emin olamıyor. Umrunda da değil. Gözleri aynı yerde, hala. Çocuk bir yaramazlığa bahşetmek istiyor yarayı. Yakıştırdığı bu takvime, adamın çocukluğuna şahit kılıyor kendisini belki de. Yapmak istediği tek bir şey var o an. Biliyor. Bir cesaret, bir işaret. Her şeyi daha kolay kılabilecek yalansız bir an. Parmak uçları daha da buz kesiyor. Adamsa her şeyi biliyor gibi bakıyor doğrudan işleri zorlaştırmak istercesine sanki. Belki de anlıyor. Geri dönüşünde kapanları olan yollar yapmak istiyor kadın kendinden adama giden, her şeyiyle. Saklanmadan, korkmadan, “ne düşünür acaba?” demeden. Zapturapt altına alamadığı her zerresini tek bir bakışıyla anlamasını istiyor adamdan.
“Ne olurdu sanki Güneş’in acımasızca daha da aydınlattığı şu anda geceyi giyinsen, bacaklarımdan tırmanıp çocuklar gibi avaz avaz bağıran yerlerimi lal kılsan? Boynumda soluğun, kulağımda sesin hayat bulsa ya! Tarumar edecek yeller estirse, değirmenler döndürse bigane olduğum şu nefesin.. Yoksul kalmayı öğrendiğimiz onca kısacık gecelere inat dört nala sevişsek! Bilmem anlatabildim mi?”
Adam öyle bir gülümsüyor ki kadına; anlamış gibi üstelik, öyle bir bakıyor ki…
Cam kenarında çiçek yetiştiresi geliyor insanın.
Zihinde Dans Eden Kelimeler..²
“Oh be!” diyor adam arkasına yaslanırken. Sırtını denize verdiği de iyi olmuştu üstelik, dikkati dağılmayacaktı konuşursa. Yine de tam rahat değildi. Bu kadında bir şey vardı. Öncekilere benzemeyen bir manyetik kuvveti barındırıyordu omuzlarında. Yüzünün uzun uzun bakarkenki iklim değişikliği, akademi ödüllerine aday gösterilebilirdi yaşam boyu zerafet branşında. Sessizliği ise yeni doğmuş bir bebek huzuru veriyordu. Şimdilik. Yine de kim olduğunu merak etmekten alıkoyamıyordu kendini. Tanımak istiyordu yedi göbek! “Neyse sormayayım şimdi, bi dünya anlatıp kafa açar!” fikri yetiyor susup da yürekler arası mesafeler koyduğunu zannetmesine. Dönüşeceği adamdan korktuğu belli, kendine ırak onca zamanın ardından.
“Bakma işte öyle!” diyor büyükçe bir yudumdan sonra aklı. “Abaşo etme gemilerimi limana! Ben denizde büyüdüm; dalgaların güvertemi ıslatmasından mahrum kılma beni. Hele o baktığın yaramı hiç sorma. N’olur.. Açıklayamam sana bir gün sebebini merak edeceğin hayal kırıklıklarımı. Kıyaslayamam seni kendi çocukluğumla! Ama böyle de bakma. Ucu alevli kaçak tütünün damakta bıraktığı tattan daha acı değil anamdan ilk aşkım için yediğim dayak. Gülme ki kasım ayının ortasında yaz geldi sanmayayım. Bakma öyle ne olur teni Türk Merdivenleri gibi beyazım. Gözlerini görene kadar Palermo’nun o çorak tepelerinden daha güzel bir kahverengi, evet doğru duydun, kahverengi tonu görmemiştim ben. Yıkma tabularımı. Bakma yaralarıma. Ama varsa sende böyle bir acı evveliyatında; müsaade et ki söyleyeyim şifa olmak için.. Yaralarından öpmek istiyorum..”
Kadın sorusuna cevap bulduğunu o kadar iyi biliyor, o kadar hissediyor ki; uzanıyor adamın dudaklarına, yarasına.. Hesapsız, kitapsız, kaygısız..
Lavantalar sarıyor her yeri…
Adamsa gülümsüyor gözleri kapalı.
“Ben değilsem kim, şimdi değilse ne zaman?”
Şarkılar:
Fred Buscaglione, Guarda Che Luna (1987)
Patty Pravo, Pensiero Stupendo (1978)
Kapak fotoğrafı lexica.art’tan alınmıştır.