Almanya sergilerinden: Saarbrücken’de 1985’de GALERİE AM ALTEN SEE / BU SÜRE İÇİNDE karton üstüne karışık teknik 100 x 70, 1985, Utku Varlık
Almanya sergilerinden: Saarbrücken’de 1985’de GALERİE AM ALTEN SEE / BU SÜRE İÇİNDE karton üstüne karışık teknik 100 x 70, 1985, Utku Varlık

Sis ve Işık Arasında: Utku Varlık’la Şehirler, Düşler ve Akademi (I. Bölüm)

2 Şubat 2025

Utku Varlık resimlerine bakarken hep Jean Baudrillard’ın şu sözünü düşünürüm, “Gerçeklik asla göründüğü gibi değildir, ama belki de asla başka bir şey de değildir.” Görünen ile kaybolan arasındaki sarkacın salınımda var olur Utku Varlık’ın çalışmaları. Figürler sislerin arasında bir anlığına belirir ve usulca kaybolur, mekanlarda tanıdık izler olsa da bir o kadar da yabancıdır. Akademi’den Paris’e uzanan sanat yolculuğu bir yer değiştirmeden ziyade bir var olma keşfidir.

Bir sonbahar günü sanat tarihi kitaplarından çıkıp karşımda belirdiğinde tanıdığımı sandığım Utku Varlık’ın ötesini görmemi sağladı. Genç dimağında kalan sanat, hayat ve şehirler üzerine uzun konuşmalarımızda anıların ve hafızanın sınırlarında dolaştık, dolaşıyoruz. İki bölümden oluşan bu söyleşi sis ve ışık arasında andığımız sayısız şehrin, ismin ve mekanın birinci bölümünü oluşturuyor. Utku Varlık bir sanatçı ve yaşadığı çağın tanığı olarak, bizi zamanda resimler ve şehirler arasında bir yolculuğa çıkarıyor.

Aslı Bora, Utku Varlık
Aslı Bora, Utku Varlık

Hocam yaptığımız sohbetlerde beni çok şaşırtan bir detay vardı. Hep sanatla ilgili olmanıza rağmen yüksek öğretimdeki eğitiminize matematikle başlıyorsunuz. Bu pek alışılagelmiş bir hikâye değil. Bir taraftan sanat ve matematik paletteki mor ve sarı kadar uzak gözüküyor. Diğer taraftan siz o kadar sanatı içselleştirmiş ve bizler için sanat dışında düşünülemeyen birisiniz ki matematik eğitimi almanızdan başlamak istiyorum. Matematik eğitimi alma fikri nereden çıktı ve hangi aşamada sanat eğitimine yöneldiniz?

Yaşantımızı yöneten bir şey var ve ben onu katiyen tanımlayamıyorum; şans, talih, tesadüf, yazgı ne bileyim bir metafor misali bir yörüngede gidiyoruz ama herkesin çekim alanı ya da yörüngesi başka, örneğin karşılaşmalar. Fazla uzak değil, daha geçenlerde Nişantaşı’nda yürürken (amacım Remzi Kitabevi’ne gitmekti), karşıdan gelen Aslı Bora’nın beni tanıması, ilginç ama ya karşı kaldırımdan yürüseydim! İşte ben buna Almanca’da eflauf , yani kafamdaki nehir diyorum; bizi yöneten değil, bizi götüren!

1960 yılıydı, 27 Mayıs’da Askeri Darbe, Demokrat Partiyi yönetimden indirmişti, Devlet Radyolarında askeri marşlar, sokaklarda kutlamalar, bir şenlik sürerken, üst düzeyde hesaplaşmalar başlamıştı. Benim için üniversite bir konum değildi, Güzel Sanatlar Akademisi’ni düşlüyordum. Lisedeki Sanat Tarihi hocam Fethi Kayaalp beni yönlendirmişti, kararlıydım. Üniversite konusunda suskun olan annem, daha önce ilkokul öğretmeniydi, kanımca çevresinin de etkisiyle bana bu konuda ne düşündüğünü açtı: Akademi’den başka nereye gidersem gidebilirdim.

Annenizin Akademi’ye bu denli karşı çıkmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Babamın 1951 yılında, 47 yaşında erken ölümünün nedeninin, sanat, edebiyat, şiir ve aşırı duygusallık ve bunu içeren içki ve sigara olduğunu düşünüyordu! Evet,  Babam Cumhuriyetin ilk kuşağı Edebiyat öğretmeni, Halk Evleri Yöneticisi, edebiyat dergileri çıkaran – Duyuşlar ve Küçüksu dergileri, kız kardeşi ünlü Avukat Mediha Varlık’la – bir karakterdi.  Doğru o yılları yaşayan bilir: yalnızlık “bir tebeşir daire”ydi.  İletişim: kitap, birkaç gazete, dergi, iki devlet radyosu; adeta yaşadığın kentin ufuk çizgisi gözle görülürdü. Akşam düştüğünde melankoli de beraberinde gelirdi, babamla içkisini paylaşmaya; giderek yeşilleşen küçük bronz masa, üstünde birkaç kitap ve bir kadeh rakı! Annem kararlıydı; biliyorum sanatçı profili hep “bohem” sözcüğüyle tanımlanır. Nedense ünlü ressamlar hep alkoliktir, hepsi de Akademiden çıkmadır, bu yadsınamaz! Mayıs ayından başlayarak 24 saat askeri marşlar, yargılamalar ve de üstüne hayal de sekteye uğramıştı, bir çeşit depresyondayım, tarifsiz bir vertige; imlemek gerekirse!

Gerçeğe dönelim: böylece Akademi Sınavlarına girmedim, can sıkıntısından günümü Beyazıt Sahaflar Çarşısı’nda ve Laleli Sanat Tarihi Fakültesi’ndeki konferansları dinleyerek ve Çınaraltı kahvesinde projeler kurarak geçiriyorum; Friedrich Nietzsche bir sözü ve o günlerdeki ruh halimi çok iyi tanımlar: “Umut kötülüklerin en fenasıdır, çünkü işkenceyi uzatır.”

Ders yıl yeni başlamıştı ama bazı fakülteler kayıtları uzatmışlardı, Yüksek Matematik de bunlardan biriydi. Sanat Tarihi Fakültesi’yle karşı karşıyaydı, bu yüzden gözüme ilişmişti.

Felsefeyle matematiğin yakın ilişkisini bir yerlerde okumuştum.  Felsefe de gelecek yıl projelerimin içindeydi; hiç belli olmaz annem Akademi konusunda tavrını sürdürürse!

Kayıt için gittiğimde iyi karşılandım ve de bana matheux olup olmadığımı sormadılar fakat matematiğin konumlarından birini seçmem gerekiyordu. Beni aydınlatmak için gelen asistan, durumumu anladı.  Amacımın sanat ya da felsefe okumak olduğu, üniversiteye yazılıp oyalanacağım resmi olarak netleşmişti.  Fransızca intrus sözcüğünün anlamı gibi: “davet edilmediğiniz bir yere girmek” gerçekleşmişti. Sonuçta 4. Öğrenci olarak fakülteye yazıldım, Analitik’i  seçmiştim. Yaşamımın “absürt” bir fragmanı olarak kendimi fakültede buldum.

Bu arada  askeri yönetimden kötü haberler gelmeye başlamıştı; üniversiteden uzaklaştırılması gereken isimler vardı. Ne yazık ki Sanat Tarihi Bölümü de kendini bu listeden kurtaramamıştı.  Mazhar Şevket İpşiroğlu ve Sabahattin Eyüboğlu da bu listenin içindeydi! Matematikle eş zamanlı derslerini takip ediyordum.  Sahaf dostum Arslan Kaynardağ’ın bana verdiği İpşiroğlu’nun “Fatih Albümü – Mehmet Siyahkalem “ kitabını imzalatmak üzere belki de son kez derse gittim. Konuşmadan sonra kitabı imzalarken Sabahattin Eyüboğlu geldi yanımıza ve İpşiroğlu beni tanıttı: “..bak Sabahattin bu genç arkadaşı ben öğrencimiz sanıyordum, bizim tüm konuşmalarımızı hiç kaçırmadı ama karşıdaki Matematik’te okuyormuş.” Ben de fırsatı kaçırmadım: Eyüboğlu’na kısaca Akademi aşkımı anlattım, bana; “bak merak adama neler yapıyor” dedi ve ilgilendi. Tanışmamızın çok önemli olduğunu düşündüğünü belirtti ve her haftanın ilk günü yapılan toplantılara beni de davet etti. En önemli cümlesi “Bedri de gelecek seni tanıştırayım.”oldu. Bir kağıda adresi ve saati yazdı. Şaşkın vaziyette her iki hocaya da teşekkür ettim.

Utku Varlık
Utku Varlık

Pazartesi toplantılarını biraz anlatır mısınız?

Bakın Ezra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu’nun Pazartesi toplantıları üstüne ne diyor: “Eyuboğlu’nun kapısı herkese açıktır, her isteyen gelir,  yapacağını, yazacağını, yaratacağını danışır. Onun pazartesileri iyi niyetli Türk aydınının sonsuzca gelişmeye olanak bulduğu sıcak bir dostluk havası içinde geçer. Düşünce ve yazın üstündeki tartışmalar belki çok verimli olmuştur, ama pazartesi akşamları oraya gelenlerin Sabahattin’den aldıkları esin kişiliğinin yurt sevgisi, ulusal yapıcılık anlayışı, gülümser olumluluğunun verdiği sonsuz bir atılım ve coşku özlemidir. Bana öyle gelir ki, yıllardan beri İstanbul’da olumlu olarak ne yaratılmışsa, bir yerde Sabahattin’in pazartesilerinden alınmış hızla yapılmıştır.”

Bu pazartesi akşamı yaşantımda bir dönüm noktası oldu, Sabahattin Eyüboğlu’nun eşi Magdi Rufer’i unutmayacağım. İsimlerini, kitaplarını, ne kadar önemli olduklarını bildiğim bu çevre  benim için bir “renaissance”, bana başka bir sinerji kaynağı oldu. Anımsadıklarım: Mina Urgan, Azra Erhat, Vedat Günyol.., Bedri Rahmi biraz geç geldi, öykümü anlattığımda,  “Annen halt yemiş reis, göreceksin şimdiden pişmandır, dinleme Akademi sınavlarına gir, umarım görüşürüz.” deyince herkes bunu onayladı. Sonra Magdi’nin kısa bir konserini dinledik. İlerleyen yıllarda Vedat Günyol o akşamı katiyen unutmadı ve sergilerime geldi.

Bir süre sonra gazetelerin manşetlerinde “üniversiteden uzaklaştırılan 147 profesör” manşetlerde yerini aldı. Ben daveti beklerken sanki bir özel ders misali, biz dört öğrenci, iki asistan, bir Prof. Analitik’in derinliklerine daldık. Bir sonuç beklemediğim için çok rahattım bu ortamda, “Analitik Düşünme Becerisi” beni sarmaya başlamıştı, moralim yükseldi. Artık İstanbul’un damarına girmiştim ama az da olsa tanıdığım ve çok saygı duyduğum birçok profesörün uzaklaştırılması bana derin bir hüzün veriyordu. Tam bu sıralarda İpsiroğlu’nun öğretim üyesi olarak Almanya’ya gideceğini bir gazetede okudum.

Önümüzdeki Akademi sınavlarına girmeyi kafama koymuştum ve bu geçen zaman süresinde yolum Beyoğlu Balık Pazarında Lambo’nun ufak meyhanesine düştü (bu harika mekanı burada anlatmıyorum, Blog yazılarımda “Kayıp Zamanın İzinde” okunabilir). Burada şair Metin Eloğlu ve Cahit Irgat ilk dostlarım oldu.

Eğitim hayatınızın başında Sabri Berkel ve Bedri Rahmi Eyüboğlu gibi isimlerle çalıştınız. Benim gibi kitaplar ve bıraktıkları resimler aracılığıyla bilinen bu sanatçılarla olan kişisel anılarınıza biraz değinmek istiyorum.  

60’lı yıllarda Türkiye genel olarak değil ancak büyük kentlerde, Roma’da, Madrid’de  nasıl yaşanıyorsa özellikle İstanbul’da öyle yaşanıyordu.  Akademi’ye gelince öğrencilik hayatımız öteki üniversitelere nazaran farklı bir atmosfere sahipti. Herkes düşlerdi bu okulda olmayı. Sanatın yönettiği bir ortama sahipti. Bütün hocalarımız gençlik dönemlerinde yabancı ülkelerde okumuşlardı ve bunun kazandırdığı toleransa  sahiptiler. Herkes birbirine saygı duyardı. İşte bu nedenle Akademi bizim biyosferimizdi.  Adeta başka bir dünyaydı, gece gündüz orada yaşardık!

Akademi’de birinci yıl “desen” atölyesinde çalışılırdı. İkinci yıl dört yıl sürecek bir pentür atölyesi seçilirdi. Bunlar Cemal Tollu, Zeki Faik Özer, Nurullah Berk, Ali Çelebi ve Bedri Rami Eyüboğlu atölyeleri ve bunun yanı sıra Özgün Baskı Atölyesi’ de Sabri Berkel. Ben Bedri Rahmi’yi seçmiştim, gittim kendimi tanıttım. önce beni anımsamadı ve geleneksel soruyu sordu: “Hoş geldin Reis, ustan kim?”  Ben, “ Georges Rouault”  Diye cevap verince kafasını kaşıdı ve hayretle bana baktı. Belki bir şeyler söyleyecekti, vazgeçti. Sonra dudaklarından şu cümleler döküldü,  “Sen matematikçi olan; sonuçta annen kabullendi demek!” Georges Rouault’u tanımama şaşırmış gibiydi .Bu adamın ismini “hafazanallah” bir türlü söyleyemezdik, nerede gördüğümü sordu. Kitap çantamdaydı, çıkarıp gösterdim; o zamanlar sanat kitapları lüks sayılırdı ve  kolay kolay bulunmazdı.  Sahaflardan bulduğum bu kitap gerçekten şaşırtıcıydı.  Hoca da şaşırdı, “Bir gün verirsin bakarım!”.

Berkel ile nasıl çalışmaya başladınız?

Sabri Berkel’ in gravür ve litografi  atölyesi tüm atölyelerin olduğu kattaydı.  Bu özgün baskı atölyesinin içinde kendi resim yaptığı özel atölyesi de vardı; sanki özel bir imparatorluk havası eserdi. Sabri Berkel,  özel ve gizemli bir kişilikti. 1993 deki ölümünden sonra da ayrıcalığını korudu.  Üsküp’te doğmuş, Belgrad Güzel Sanatlar Akademi’sinden sonra Floransa’da fresk ve gravür öğrenmiş. 1935’de Türkiye’ye gelmiş. Balkanlara özgü hiç değişmeyen aksanı, düzgün giyimiyle, soğuk mavi gözleri ve  özellikle suskunluğuyla ; atölyesine gelen öğrenciye önce bir pişmanlık mesajı gönderirdi.  Eğer öğrenci uyum sağlanmazsa sonuç kaçınılmaz olarak çıkış kapısıydı! Yalnızlığın ustası gibi görünmesinin nedeni belki hiç evlenmemesi, özel hayatının rutin bir monotonluğa dönüşmesi  olabilirdi. Bu durum elbette yadırganamaz fakat bunu ne anlattı ne yazdı.  Yaptığı resim de yalnızlık ve mutsuzluğun bir dışa vuruşudur. İnsanın “arka odaları” özellikle benim konum olduğu için bunu irdelemediğime  çok pişman oldum sonraları! Beni Akademi’deki yaşantım hocanın gözünden kaçmıyordu kanımca, kız arkadaşlarımla olan ilişkimi görüyordu. Ben litografi çalışırken gelir beni izlerdi, ona dönüp baktığımda gülerek “…çok koşan çok yorulur efendum demiş atasözü” ! İki yıl askerlikten sonra , Avrupa bursuyla Paris’e gitmeden beni çağırdı, burs süresi dört yıldı. Dönüşümde,  kendisi emekli olmadan beni bekleyeceğini; atölyeyi benim devralmamı ve bu nedenle Paris Akademi’sinde litografi çalışmamı önerdi.  Teşekkür ettim ve Paris’e geldiğimde ilk işim Academie des Beaux Arts Litographie Atölyesine yazılmak oldu; Prof. Georges Dayez’le çalışmaya başladım.

Bahsi geçen dört yıl boyunca sürekli yazıştık ve bu süre zarfında Liseden hocam Fethi Kayaalp de doçent olarak atölyede görevlendirilmişti. Çok sevindirici bir haberdi. Yazgı mı diyelim?  1972’lerden başlayarak ülkemizin politik gidişinin yavaş yavaş karardığı gözle görülüyordu, bize ödenen burs paraları aksamaya başlamıştı. 1973 de yazın bir haftalığın gittiğim İstanbul’da Akademi’ye uğramak istedim.  Kapıda dört polis bekliyordu, girmekten vazgeçtim, Paris’e döndüm.

1972 yıllında da bizim “Arnavutköy’deki “Gabiyefler Yalısı” altındaki meyhanede çıkan bir yangında içinde  bıraktığım kitaplarımla birlikte yanmıştı ( bu konu burada anlatılmayacak derinlikte; bir kitap olabilir! ). Bursumun bitmesine yakın ülkemizin üstünde kara bulutlar iyice karardı. Durumun düzelmesi umuduyla bursumu bir yıl daha uzattım. Akademi’den sonra Paris’in profesyonel ünlü litografi  atölyelerinden biri olan  Litograf Marcel Salinas’la çalışmaya başlamıştım. Atölyenin adı  Les Freres Mourlot’du. Bu bir sene hızlı geçti ve bu süre içinde kararımı verdim, her türlü riski göze alıp dönmeyecektim. Ülkede politik ve absürt gidişin yanı sıra faşizmin alarmını duyuyorduk. Sabri Berkel’e bir mektup yazıp, dönmeyeceğimi detaylı anlattım. Yanıt  “…haklısın oğlum, ben de olsaydım;, dönmezdim!” oldu.

Çok yönlü bir insan olarak birçok konuyla ilgilisiniz. Sinema da bunlardan biri. İyi bir izleyici olmanızın yanında sinema için erken dönemlerde ter döktüğünüzü de duymuştum. Az bilinen bu yönünüzü biraz anlatmak ister misiniz?

Çok erken yıllarda herkesin “benim sinemalarım” öyküsü vardır. Nasıl unuturuz RKO’nun Pathé News’la başlayıp sonra bir cartoon ve bir siyah- beyaz filmini! Amerikan sinemasını adımız gibi bilirdik; o yıllar yaşadığımız kentin o ufuk çizgisini aşmak için tek yoldu sinema! Kare formadan panoramik’ e geçiş; siyah- beyaz’dan “Color by Technicolor’a”! Çok ilginç bir yaz ayı 1951 kanımca. Atlas sinemasında üç boyutlu sinema ilk kez Türkiye’de. Perde de bir korku filmi ve beni çok korkutmuştu! Aynı yaz Elhamra’da “Moby-Dick”, birkaç yıl sonra kitabı okuyacaktım!

Sinemayla gerçek karşılaşmam 60’lı yıllarda Akademi’de “Kulüp Sinema 7”yi kurmamızla başladı. Yine o yıl Türkiye’nin Amerikan sinemasına borcu sebebiyle koyulan ambargo nedeniyle Beyoğlu sinemalarının Avrupa Sinemasına dönmesi de bu tanışıklığı güçlendirdi. Gerçekten Fransız, İtalyan ve İngiliz sinemasıyla karşılaştık. Diyebilirim ki Avrupa sinemasının en güzel yıllarıydı. Kulüp Sinema 7’yi bir grup arkadaş kurduk ama içimizden Sami Şekeroğlu bunu çok ciddiye aldı ve yaşamını buna adadı. İlerleyen yıllarda “Sinema Enstitüsünü” de kurdu. Ne yazık ki geçenlerde ölümünü işittim!

İşte 1964 yılında arkadaşım Necati Ayden’le ( Kürt Neco)birlikte  Kulüp’ün ödünç verdiği Süper8 kamerayla (negatif film)  ve 5 kasetle, yazdığım Rilke’nin “Malte Laurids Brigge!nin Notları” kitabından kısa bir alıntıdan hareketle yapacağımız doğaçlama bir kısa film çalışması olacaktı.

Esasen bu projenin öncesi de vardı.  Akademi’de anatomi hocamızla ders kapsamı içinde sınıf olarak Tıp Fakültesi Anatomi Bilim Dalı’nı ziyaret ettik. Tıp öğrencilerinin kadavralar üstüne çalışmalarını gördüğümüz sırada içimizde fenalık geçirenler oldu. Böylece binanın ilk katları anatomi çalışmaları, sonra Anatomi müzesi ve daha aşağılar indiğimizde kadavraların formol’de saklandığı havuzları görmüş olduk. Bu son  bölümü Neco ile benden başka kimse görmek istemedi. Müze çok ilginçti, 50 büyük cam kavanozda formol içindeki fetüsler bizi çok etkiledi. Yapacağımız filmini kurgusunu kafamda çizdim.

Sıra Prof. Hocamızın “güzellik üstüne konferansına geldiğinde daha da etkilendik. Hocanın kendi çalışma odasın bitişik, özel anatomi çalışmalarını yaptığı bölüme girdiğimizde büyük mermer masanın üstünde beyaz örtünün altında yatan biri fark ediliyordu. Profesör güzellik üstüne söylevine “Bizi örten bu derinin altında hepimiz aynıyız”  diye başladı ve örtüyü çekti. Harika bir sarışın kadının yüzüyle karşı karşıya geldik. Bu yüzün yarısının derisi alınmış, öbür yarısı kimliğini ve güzelliğini bize anlatmaya yetiyor. Kanserden genç yaşta ölen bu kadın bedenini tıpa bağışlamış. Tablo o kadar gerçekdışıydı ki ben artık dinleyemiyordum kadına bakarak yaşadığı tragedyayı kafamda tekrar yazıyordum. Film için düşündüğüm o kısa alıntı bir bulmacanın eksik parçası gibi yerine oturdu. Rilke’nin cümleleri kafamda yankılanıyordu:  “…Ve kadınlarda ne hüzünlü bir güzellik vardır; gebe olup ayakta durdukları vakit, ince uzun ellerinin, kendiliğinden üzerine düştüğü şişkin karınlarında iki meyve taşıyorlardı : Biri çocuk, biri ölüm!”

Konferans’dan sonra herkesin çıkmasını bekledik Neco’yla; projemizi Profesör’e açtık. Bize öğrencilerin burada geç vakitlere kadar çalıştıklarını yine de mekanın gece yarısı boş olabileceğini; o sürede müzede bir saat çekim yapabileceğimizi söyledi.  Gece yarısını geçince  morg görevlilerinin  kadavraları üst kattan asansörle aşağıya formal’e koymak için indirdiğini de ekledi. Buna dayanabilirsek, izin veriyordu!  Gerisinin anlatmıyorum; bu gecenin nasıl geçtiği bir başka film olur. Tüm olanaksızlıklar: ışık, kamera, yetersiz negatif film, kadavraların delik deşik olduğu morgda sabaha kadar bocaladık! Bunlar filmde başlıca fragmanlar fakat filmin aktörlerle olan bölümü bir başka öykü ve film 25 dakika olarak gerçekleşti. Şunun altını çizeyim: Eğer elimizde bugün kullandığımız IPhone15 olsaydı, çok ilginç bir film olacağından hiç şüphem yok!

1960’ların İstanbul’u ve 1960’ların Paris’i, bugün siyah beyaz fotoğraflar ve anlatılar arasında merak uyandıran iki şehir. Siz bir sanatçı olarak roman kahramanı gibi bu iki şehrin dokusunu ve zengin karakterli dünyasını yaşadınız. Her iki şehrin sanat ortamındaki gözlemlerinizin sayfalara sığmayacağına eminim. Ana hatlarıyla biraz değinseniz.

Bu soru Charles Dickens’in “İki Kentin öyküsü” ile çakıştı! O yaşadığımız yıllar bir Avrupa vardı, II. Dünya Harbi’ni yaşamış ve yakılıp yıkıldıktan sonra sağ salim çıkmıştı. Bir başka bilinç, moral ve dinamik kurmayı başarmıştı. 1965 Ağustos ayında yapılacak Paris Bienali’ne resimlerim gönderildi, benim kişisel davetiyem yoktu. Ben de beş kuruşum olmadan Edirne’den otostop yaparak Paris’e doğru yola çıktım.

Haziran sıcağı, Akademi’de son yılımdı, amacım müze görmek ve Avrupa medeniyetine de şöylece bir dokunmaktı! Bu gezinin ilginç fragmanlarını “Zero Hipotez” kitabımda yazdım.

Ben 60’lı yılları, çocukluğum ve ilk yeniyetme yaşantılarımın ötesinde tutarım. Tıpkı Gorki gibi: Çocukluğum – Benim Üniversitelerim – Ekmeğimi kazanırken!

Bu dönemde İstanbul 2.5 milyon ve kültürel çeşitlilik muhafaza ediliyor. İlk sarsıntı 1956’da 6-7 Eylül olayları ile oluyor. Düşünce özgürlüğü konusunda adımlar atılıyor. Benim bu dönemde hatırladığım en önemli etkinlik İstanbul Üniversitesi’nin düzenlediği  7. Kültür Festivali. Avrupa’nın bütün üniversitelerinin katıldığı bu festival kentin en önemli salonlarında ve Açık Hava Tiyatrosunda pandomimden dansa, tiyatrodan konsere hiç yaşamadığımız bir şenlik olarak belleğimde. İstanbul’daki yaşamımı Akademi dışında ünlü yazarlar ve çizerlerle dostluklarım oluşturuyordu. Bu biyosferde hemen her akşam eğer kışsa Asmalımescit’te Refik, yazsa Küçük Bebek Nazmi Meyhanesi buluşma noktalarımızdı. İlerleyen süreçte Cuma geceleri Nahit Hanım’ın toplantıları ve daha niceleri. İşte “Benim Üniversitelerim”, İstanbul bir şenlikti!

1960’lar İstanbul’da geçiyor ve ardından Paris yıllarınız başlıyor.

1967 – 69 iki yıl askerlik yaptıktan sonra Devlet Bursuyla dört yıl için Paris’e gidişim 1970; gitmeden istek üstüne yeni açılan Taksim Belediye Resim Galerisinde İçenler başlıklı, desen, gravür ve litografilerimi içeren bir sergi yaptım, ve gidişim nedeniyle tüm sergi satıldı ( o yıllar resim satılmazdı ) ve bu para sergiden sonra her akşam dostlarımızı ağırladığımız, galerinin arkasındaki parkın içindeki harika bir köşk meyhanesine yine üstüne para ödeyerek noktalandı.

Temmuz ayında üç gün süren tren yolculuğu sonucunda Paris’e vardım. Devlet bana uçak biletini ödemişti fakat  (para yenmişti)  ne yazık!

Temmuz ayında Paris dingin ve turistik, 65 yılındaki ziyaretim  kent bilgisi açısıdan bu defa  çok faydasını gördüm. Kenti bu kez gerçekten kuşatacağım ve ele geçecek!

Örneğin Academie des Beaux Arts’a gittiğimde okulun duvarları afişten gözükmüyor. 68 başkaldırısını unutmuşum;  “veba” misali 68 yılını, ağacından kaldırımına kadar tarumar edildiğini, üniversitelerin bir gerilla yuvasına dönüşüp, devlet yönetimine baş kaldırdığını anımsıyorsun. Okulun perişan halinin nedeni de; tüm politik afişlerin orada basılmasından geliyordu. Okulun açılışıyla biz de ortamımızı bulduk, Paris’in en ilginç yanı çok kozmopolit olması; örneğin çalıştığım litografi atölyesinde 14 ülkeden gelen öğrenci vardı; şaşırtıcı Güney Amerika ülkeleri çoğunluktaydı! Pentürün en güzel yıllarıydı 70 yılları, Rue des Beaux’dan, Rue de Seine ‘e kadar tüm galeriler perşembe ve cuma günleri yapardı açılışlarını; dünyanın dört köşesinden gelmiş ünlü ressamların sergileri sokaklara taşardı. İşte böyle kozmopolit bir ortamın sanata nasıl yön verdiğinin tanığı olarak, Çağdaş Sanat virüsünün çöle çevirdiği aynı sokakları bugün arşınladığımda yaşadığım hüznü anlatmak zor. Paris büyük bir okyanustu; ilk yıllar kültür açlığımızı gece gündüz Quartier-Latin’deki kitapçılar, ünlü kiliselerdeki konserler, Sinematek, kafelerdeki dostluklar Paris bir şenlikti!

Aslı Bora

Aslı Bora, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde Sanat Tarihi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi’nde Felsefe eğitimi aldı, yüksek lisansını Batı ve Çağdaş Sanat alanında tamamladı. Arkeolojik kazılar, sanat danışmanlığı ve akademik çalışmalar yürüttü.
2010’dan itibaren uluslararası sergilere danışmanlık yaparken, sanat ve seyahat üzerine yazıları yayımlandı. Ocak 2023’ten bu yana Kalyon Kültür’de Sanat Yönetmeni olarak görev yapmakta; seminerler vermeye ve bağımsız küratörlük projeleri üretmeye devam etmektedir.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Özlem Yıldırım
Önceki

Özlem Yıldırım’dan İçsel Yolculuk ve Umut Arayışı: Kar Küresi

AIMA keman dersleri
Sonraki

2025 AIMA Masterclass Başvuruları Başladı

Kaçırmayın!

Hamidenur Menteş

Portfolyo: Hamidenur Menteş

1988 yılı, Balıkesir doğumluyum. Lisans eğitimimi, 2009 yılında, Muğla Üniversitesi
Volkan Öktem #7

Usta Davulcu Volkan Öktem’den “#7” Albümüne Özel Konser

Türkiye’nin en önemli davulcularından biri olan Volkan Öktem, 2023 yılında