“İşçi sınıfının içinde doğmuştum ve on sekiz yaşımda başladığım noktanın da altındaydım. Toplumun mahzenindeydim; öyle sefil bir düşkünlük içindeydim ki, bahsetmek uygun düşmez. Uygarlığımızın çukurunda, uçurumundaydım; insan atıklarının, pislik ve kemiklerin toplandığı yerdeydim.”
Yüz yılı aşkın bir süre önce, Cosmopolitan dergisi Amerikan yazarlardan “Bana Göre Hayatın Anlamı” başlığı altında makaleler yazmalarını istediğinde, Jack London’ın yazdığı makaleden bir alıntıdır yukarıdaki. Makale aynı zamanda, onun gibi bir yazar olan karısı Chairmian’ın deyişiyle, “Onun, kendini kapitalizmin ayıplarına ve pisliklerine başkaldırmaya adamışlığının açık bir belgesidir,” demiştir.
Bildiğiniz üzere dün takvimler 1 Mayıs 2020’yi gösteriyordu ve sessiz sedasız bir İşçi bayramını geride bıraktık ki zaten şu pandemi günlerinde tüm dünyanın aynı hâlde olduğunu, sönük bir işçi bayramı geçirildiğini, meydanların boş kaldığını söylemeye gerek bile yok. Bu sabah, yani 2 Mayıs 2020 Cumartesi günü erkenden uyanıp gözlerimi açınca ve yatağımın başucundaki pencereye doğru bakıp perdenin aralığından sızan gün ışığını görünce aklıma geldi onun hakkında yazmak. O an şunu düşündüm; eğer işçi bayramına özel olarak bir yazar hakkında köşe yazısı yazmamı benden isteseler, hiç şüphesiz bu, Jack London hakkında olurdu diye. Çünkü Amerikan kapitalizmine direnen, yokluk ve sefalet içinde yaşarken inancını kaybetmeden hem yazan hem de –her ne kadar bir süre gazetecilik yapmış olsa da– işçi olarak çalışmaya devam eden bir yazardı o. 2 Kasım 1916’da, –bana göre bir yazar için fazla gençken, üretkenliğinin baharında– 40 yaşında gözlerini ebediyete yumup dünyaya veda edene kadar arkasında, on sekiz ciltlik kısa hikâye, on dokuz roman, yedi düz yazı kitabı, bunun yanında derleme, deneme, makale ve eleştiri yazıları bırakıp gitti bizlere miras olarak. Sizi bilmem ama onun ayrı bir yeri vardır bende. Bazı insanlar sahip olduğu ve okuduğu ilk kitabı asla unutmazlar çünkü. Ben de o insanlardan biriyim. Henüz ilkokula giderken annem tarafından bana hediye edilen, hayatımda sahip olduğum ve okuduğum ilk kitabın üzerindeki isim onun adıydı; kitap kapağında, bir Sibirya Kurdu resminin hemen üzerinde BEYAZ DİŞ yazılıydı, altta ise Jack LONDON. Kitabın konusu, vahşi bir dünyada özgürce yaşamak dururken; uygarlıktan, insandan kaçacağı yerde, onların arasına katılmak uğruna ormanını terk eden vahşi bir kurt köpeğinin epey acı, hayli buruk, son derece şaşırtıcı yaşamını anlatır. O vakitler, yani ben çocukken, iriliği pek de azımsanmayacak ölçütte, –sevgiyle psişik olarak bağlı olduğum– hatta ormanda yaşamak yerine, bizim yanımızı tercih eden bir köpeğim de vardı tabii, Beyaz Diş’i daha bir merakla okumamı sağlamıştı içimdeki bu sevgi. Bu ayrı buruk bir hikâye, oraya girmeyeceğim, tıpkı yıllar içinde Beyaz Diş kitabını kaybetmem gibi kaybettim köpeğimi. İkisi de sanki bilinmez diyarlara gidip kayboldu. Neyse, konuyu saptırmadan devam etmem gerektiğinin farkındayım, araya bazen kendimden bir şeyler de karışıyor, mazur görün lütfen.
Jack’e dönmek, kısa hayatına bakmak gerekirse; 12 Ocak 1876’da San Francisco’da doğup beş yaşında okuyup yazmayı öğrenen, dokuz yaşına kadar California çiftliklerinde yaşayan, okul hayatı devrimci yönünü ortaya çıkaran, kırk yıllık hayatı boyunca da durmadan okuyup yazan ve 2 Kasım 1916’da ölene kadarki süre içinde zamanını çok iyi kullanmış bir yazardan bahsedeceğim bugün sizlere. Ne var ki, yazdığı eserlerin hepsinin Türkçeye çevrilmediğini üzülerek söylemek zorunda hissediyorum kendimi. Dilerim bir gün her biri çevirilerek raflarda yerini alır.
İlk eserinin Haziran 1899’da bir dergide yayınlandığı bilinir; o yazı şu an The Son of The Wolf kitabı içindeki altıncı hikâye olarak anılıyor. Haliyle şimdiki gibi internet nimetinin olmadığı, insanlara ulaşmanın hayli zor olduğu o dönemler, bir yazar için eserlerinin yayınlanmasının ne denli zor olduğunu anlatmaya lüzum yok sanırım. Gerek dergi, gerek gazete, gerek kitap olsun, her şeyin kâğıda basılı olarak yayınlanmasından başka alternatiflerin olmadığı zamanlarda, yazarlar hikâyelerini posta yoluyla dergilere gönderir, gönderilen hikâyeler, biraz şansla editörlerin dikkatini çeker, yayınlanmaya layık görülürse işte o zaman yayınlanır, yazarlar ise seslerini bu şekilde duyabilirlerdi geç de olsa.
Bir mektubunda, çocukken kadınlardan Seaside Library romanları –bu romanlar güzel kadın ve erkeklerin süslü konuşup macera yaşadıkları romanlar oluyor– çiftçilerden de ucuz romanlar ödünç alıp yutarcasına okuduğunu belirtmiş, devamında da, “Bana herhangi edebi yardımda ya da tavsiyede bulunan olmadı. Âdeta karanlıkta çekiç sallayıp durarak gün ışığının sızacağı delikler açtım. Dergi yazılarımda kullanılan yöntemler bana vahiy olarak geldi. Bir tek kişi bile bana, burada hatalısın, burada yanlış yaptın, demedi,” diye yazmış. Ki ben de onun bu dediğine katılmadan edemiyorum; çünkü yazılar ısmarlama şeklinde değil, direkt olarak vahiy şeklinde geldiğinde, gerçekten iyi şeylerin ortaya çıktığı kesinlikle doğru…
Yazdığı eserlere bakılırsa; vahşi doğayı, hayvanları pek sevdiği, özellikle işçi olarak çalıştırılan köpekler için ziyadesiyle üzüldüğü gözden kaçmamış olsa gerek. Hikâyelerindeki kahramanlar incelendiğinde, zalim insanın bir o kadar zalim dünyasında, hayvanların ıstırapla yaşadıklarına şahit olmasının katkısı büyüktür herhalde. Vahşetin Çağrısı’nı, Beyaz Diş’i, Kurt Kanı’nı okurken, altın aramaya giderken kim bilir neler gördü bu adam diye düşünmeden edemiyor insan. Peki ya, sınıf ayrımlarını eleştirdiği Martin Eden romanında üst tabakaya mensup kitap aşığı bir kadını, kendine âşık etmek uğruna kitaplara gömülüp kendini eğitmek için çabalayan alt tabaka Martin’in hikâyesine ne demeli? Öte yandan, distopya edebiyatının ilk örneği olarak kabul edilen, faşist devlet yapılanmasının şiddeti ve gaddarlığını eleştiren Demir Ökçe romanı nasıl ortaya çıkmış olabilir acaba? Hiç kuşkusuz bunların hepsini yazarken, severek okuduğu Darwin, Marx ve Nietzsche’nin görüşlerinden etkilenmiş olmalı. Bir de işçi olarak çalışırken yaşadığı onca zorluktan… Nihayetinde kapitalistler tarafından merhametsizce sömürülürken, güçlü kaslarıyla onlara para kazandırırken, yaşantısında hiçbir değişiklik olmayan bir işçiden de bahsediyoruz aslında burada. Altın arayıcılığı, tayfalık, liman işçiliği ya da vasıfsız işçilik yapan, konserve imalathanelerinde, fabrikalarda, çamaşırhanelerde çalışan, yeri gelince halı yıkayan, pencere silen, tarlalarda ot biçen, bunlara içerlemeyen ama “emeğimin karşılığını asla alamadım,” diyen, hatta ölümüne çalıştırılan bir işçiden de söz ediyoruz yazarlığının yanında. Tüm bu zorluklarla boğuşarak, yoğun hayat telaşesiyle baş ederken, 17 yıl içinde 50 kitabı nasıl yazabildiğini, ne ara vakit bulabildiğini hayal etmeyi sizlere bırakıyorum artık.
Sizi bilmem ama ben bu adamı tanıyorum; gözümün önünden film gibi geçip gidiyor hayatı, empatiyle zihnimde imgeleniyor görüp aklına kazıdıkları. Bana göre Jack; çalıştığı gemilerde diğer işçiler uyuduğu sırada uykusundan feragat ederek loş bir fenerin ışığı altında ranzasında yatarken defterine hikâyeler yazan veya çamaşırhanede çalışırken kısacık molada köşeye çekilip işçileri süzen sonra cebinden çıkardığı bir kâğıda hikâyeleri için notlar alan veya tarlada çalışırken ağaç gölgesi altına geçip kasketini çıkararak vahşi doğayı kısaca süzdükten sonra ilham alıp, sonra da eskimiş defterini çantasından çıkararak yazmaya dalan veya aralarındaki statü farkı nedeniyle toplum baskısına dayanamayarak kendisinden ayrılmak zorunda kalan aşkı Mabel’den ilham alıp “Ruth” karakterini yaratarak Martin Eden romanını kurgulayan veya fabrikada ölümüne çalıştırılırken dönen çarklara, pislik ve kan ter içinde çalışan işçileri seyrederek Demir Ökçe’yi yazmaya karar veren veya limanlarda gemilerden indirilip çalıştırılmak için satılan zavallı hayvanları görüp içi içini yiyen, yanlarından geçerken, “onlar hakkında da yazacağım,” diyen bir adam…
Sıradan bir adam değil Jack; hem tutkulu bir yazar, hem ülkesinin her yerini çalışmak için gezen bir işçi, hem de katıldığı işçi yürüyüşleri nedeniyle bir süre hapis yatmak zorunda kalan, kapitalizme karşı mücadele eden bir devrimci… Amerika’nın en çok kazandıran yazarı olduysa da, gelirleri hiçbir zaman giderlerini karşılamaya yetmemiş ve daha çok kazanabilmek için aceleyle, art arda yazmaktan kendini alamamış. Eserleri, Amerika’dan ziyade, o dönem SSCB olan şimdiki Rusya’da daha büyük ilgi görerek yayınlandığı ilk 5 saat içinde tükenmiş. Sağlığı çok genç yaşlarda bozulunca –onca ağır işte çalışmaktan olsa gerek– erkenden ölmüş. İntihar ettiğini söyleyenler olduysa da, bunun doğruluğu asla kanıtlanmayarak havada kalmış.
Uzun lafın kısası; bunca emeğe, uykusuzluğa, açlığa, parasızlığa rağmen, yazdıklarıyla kâr elde etmeyeceğini bile bile kısacık bir hayatın her köşesini değerlendirip yazan bu yazarın ve onun gibi tüm yazarların arkasında bıraktığı bütün eserleri sadece okumak, onlarla birlikte yolculuklara çıkmak kalıyor bizlere.
Unutmayın, “zor” diye bir şey yoktur, “zaman yok” diye de bir şey yoktur; yolculuktaki insan, zoru da, zamanın yokluğunu da, boş yere gözünde büyütüp devleştirir, önüne engel koyup işini daha da zorlaştırır, sonunda da varmak istediği yere varamaz. Ünlü bir yazar sözü aynen şöyle der; “Edebiyat da, sanat da hamallıktır.” Bu değerli sözü hatırlayıp, hamallıktan asla gocunmamak, gurur duyarak üretmek bizlere kalmış.
Bu köşe yazısı, her şeye rağmen tutkuyla yanıp yazan, yokluk içinde sanat yapan ve dürüstçe üretip çalışan herkese, tüm işçilere, emekçilere adanmıştır.
Sevgilerimle.
Şeyda AYDIN
“Beni –tüm bu mücadele boyunca ne hissettiğimi, ne düşündüğümü– bilmiyor, tanımıyorsun. Açtım! Açtım! Aç!” (Martin Eden/Jack London)
Jack LONDON’ın Bazı Eserleri
- Kurt Kanı (1900 -Yayınlanan ilk romanıdır)
- Vahşetin Çağrısı (1903)
- Deniz Kurdu (1904)
- Beyaz Diş (1906)
- Demir Ökçe (1907)
- Yanan Gün (1910)
- Martin Eden (1913)
Kaynakça: Bana Göre Hayatın Anlamı, Jack London (Derleme)