Sanatın her alana ve kavrama dokunduğuna tüm kalbimle inanırım çünkü onunla yaşıyorum. Sanatçıların birbiriyle olan mektuplaşmalarını okumak en büyük zevklerimden biri. Van Gogh ve Gauguin arasındaki dostluk, paylaşım ve sanatsal bilgi alışverişi muazzam. İkisini sanatçı olarak ele alıp anlatmak, yazıp çizmek çok makul görünmüyor zira artık çoraplarda bile resimleri mevcut! Ancak onların dostluk ve sanat bağlarını incelemeyi önemli buluyorum. Sizi tamamlayan dostlar daha özgür, cesur ve güvenli olmanıza olanak tanır. Bu olanaklar sizi, en çok yeteneklerinizin ortaya çıkmasında ya da gelişmesinde teşvik eder kuşkusuz.
Van Gogh ve Gauguin sanatla ilgilenmeye ileri yaşlarında başlamışlardır. Gauguin, 1870’lerin ortasında çalışmalarını sergilemeye başlar ve 1879’lardan itibaren tamamen izlenimcilere katılır. Van Gogh ile tanışması ise, Van Gogh’un sanat simsarı olan kardeşi Theo aracılığı olur. Theo, 1888’den itibaren ayda bir resim karşılığında Gauguin’e ödeme yapmaya başlar. Theo’nun ek bir şartı daha vardır, Gauguin’in Fransa Arles’da yaşayan kardeşi ile arkadaşlık kurması ve ona mukayyet olmasıdır. Bu vesile ile mektuplaşmaya ve çizimlerini birbirlerine göndermeye başlayan ikili boya kullanımı, çizgi, gölge kullanımı gibi pek çok teknik özellik içinde birbirlerinden fikir almaya başlar. Bir mektubunda Gauguin;
“İki portremizde gümüş beyazı içermiyor, kurşun beyazı kullandım dolayısıyla renk kararıp ağırlaşabilir. Ayrıca, özellikle renk kullanıma odaklanarak da yapılmadı. Ne yapmaya çalıştığımı açıklama ihtiyacı duyuyorum, kendi başına tahmin etme yetisinden yoksun olduğundan değil tabi ki, sadece ben bunu çalışmamda başardığımı pek sanmıyorum. Kötü giyimli ve Jean Valjean gibi güçlü, asaletini ve nezaketini koruyan bir hırsızın maskesi bu. (Gauguin kendi portresini, Victor Hugo’nun hırsız kahramanı Jean Valjean’dan ilham alarak adlandırır. O nedenle mektup içerisinde kahramanın adını geçirir.) Gözlerin ve burnun çizimleri İran halılarındaki çiçekler gibi soyut ve sembolik bir sanatı örnekliyor. Ve toplumun baskıladığı yasa dışı Jean Valjean; sevgisi, gücü, kuvvetiyle bugün o da bir izlenimcinin gücü sayılmaz mı? Onu kendi yüz hatlarımla yaptığımdan bu şahsımın bir resmi olduğu kadar hepimizin, toplumun, ondan öcünü iyilik yaparak alan zavallı kurbanlarının da portresidir. Ah! Sevgili Vincent’cığım, buradaki tüm ressamları görerek söylüyorum, seni epey eğlendirirlerdi, sirke içindeki hıyar turşuları gibi kendi vasatlıkları içinde turşu olmuşlar.”
Gaguin’in bir mektubuna cevaben ise Van Gogh şu satırları kaleme almıştır,
“ Mektubun için teşekkürler ve en çok da yirmisi gibi erken bir tarihte gelmeye söz verdiğin için teşekkür ederim. Baksana, sana geçen gün yazdığımda gözlerimin tuhaf şekilde çok yorulduğunu bildirmiştim ya, iki buçuk gün dinlendikten sonra işte yine çalışmaya döndüm. Ama henüz dışarıya çıkmaya cesaret edemiyorum. 30 no’lu kanvasa o bildiğin ak keresteden mobilyalarımla yatak odamı resmettim; yine kendim için. Doğrusu bu çıplak iç mekanı resmetmek çok keyif aldım. A la Seurat bir sadelikle. Düz renklerle fakat dolu dolu bir impastoyla; duvarla açık leylak, zemin kırık ve soluk bir kırmızı, sandalyeler ve yatak krom sarısı, yastıklar ve çarşaf çok açık limon yeşili, yatak örtüsü kan kırmızı, komodin turuncu, lavabo mavi, pencere yeşil. Tüm bu farklı tonlarla kati istirahat halini ifade etmek istemiştim, görüyorsun ya aralarındaki tek beyaz, siyah çerçeveli aynadan yansıyan ışıkta var. Neyse, diğerleriyle beraber göreceksin ve üzerine konuşacağız. Ne yaptığımı genelde pek bilemediğimden neredeyse bir uyurgezer gibi çalışıyorum.”
Gaugin söylediği gibi Arles’e gitti. Sarı ev olarak adlandırılan Van Gogh’un evinde yaklaşık 9 hafta beraber kaldılar. Her iki sanatçı için de oldukça üretken bir dönemdi. Van Gogh 36 eser, Gauguin ise 21 eser tamamladı. Bu eserler dizisi ayrıca sanatçıların birbirlerinin portrelerini de içeriyordu.
Karakterleri birbirlerinden tamamen zıt olan ikili aslında siyah ve beyaz gibiydi. Van Gogh, hırçın, dağınık, dalgalı bir ruh haline sahipken, Gauguin’in daha sakin, düzenli ve çekingen bir yapısı vardı. Van Gogh için şöyle diyordu; “Resmine değil ancak adama hayranım. Kendinden çok emin ve soğukkanlı.”
Van Gogh ve Gauguin aynı konuları kendi üsluplarıyla resmetmişlerdir. Aralarındaki bu tatlı atışmalı rekabet hem birbirlerinin sanat anlamında gelişmelerini hem de farklı tekniklerle aynı görünümün ne şekillerde yorumlanabileceğinin opsiyonlarını oluşturmaktaydı.
Aralarındaki sürtüşmenin giderek artması ve Van Gogh’un ruh halindeki iniş çıkışların sertleşmesi üzerine Gauguin geri dönme düşüncesinden Van Gogh’a bahseder bunun üzerine daha kötüye giden Van Gogh, sokakta elinde bir jilet Gauguin’i kovalar. O gece eve dönemeyen Gauguin, döndüğünde kapının önünde polisleri görür, her yer kan içindedir müthiş korkar. Herkesin malumu kulak kesme hadisesi yaşanmamıştır. Van Gogh kulağını kesmiştir. Bunun üzerine Gauguin Arles’i terk eder ve Van Gogh akıl hastanesine yatırılır. İkilinin hem arasındaki bağ hem aileleriyle olan bağ tamamen kopmaz. Hatta Van Gogh, 1890’daki intiharından hemen önce Gauguin’e şöyle veda eder;
“Sevgili Usta, seni tanıyıp sana çektirdiğim acılardan sonra, aklımı kaybetmiş bir halde ölmektense aklım yerindeyken ölmek daha iyi.”
Van Gogh’un ölümün ardından Gauguin, şehrin karmaşasından kaçarak daha sade bir yaşam tarzı için Tahiti’ye yerleşir orada eserlerinin üretimine devam eder.
Gauguin, kendi günlüğünde de Van Gogh’u hep koruyup kolladığından, ona aslında hayran olduğundan ama aralarındaki inanılmaz zıtlıktan sıkça bahsetmiştir. Bu iniş-çıkışlı dramatesi yüksek ilişki pek çoğunun dikkatini çekmiştir. Tüm zıtlıklarına rağmen birbirlerine ve sanatlarına saygı duyan bu iki isim beraber geçirdikleri kısa sürede bile inanılmaz bir sanatsal ilerleme kaydetmişlerdir. Çünkü aralarına hiçbir zaman ego girmemiştir. Sanat yapma tutkusuyla taşan iki sanatçı ve dost olarak kendi sınırlarını keşfetme arzu ile yolluna ışık olan meslektaşına içten bir minnet duymuşlardır.
Günümüzden bakınca bu iniş-çıkış bile ne kadar özenilesi oluyor değil mi? Arkasına yaslanıp dostunun başarını alkışlayan, beraber üreten ne kadar az şanslı insan var. Takım oyuncusu olabilmek diye bir sıfat bile türettik ne kadar ihtiyaç duyduysak başkasının fikrine tahammül edebilene. Gauguin ve Van Gogh kadar şanslı olanlar elindekine sahip çıksın, olamayanlar ise aynada kendiyle konuşmasın ancak bir durup soluklansın mı?