Kibirle Var Olan Şehir – Main Üzerindeki Frankfurt

İnsan, farklı ve zıt duyguları aynı anda yaşayabilen en garip türdür. Bu özelliğiyle yeri geldiğinde övündüğü gibi aslında sürekli de ağlanır. Yürek adı verilen ve iman tahtasının içine konuşlanmış o et parçası, onca hayal kırıklığıyla zaferi eş zamanlı kutlarken beyin, tüm bu yaşananları en tepeden izler. Bazen o bile çaresiz kalır bu duygu geçişlerine ve ‘oradaymış gibi’ davranmaya başlar. İşte o beyin bazı hallerde öyle bir davranış sergiler ki, bedenlerimizde hayat bulan tüm o duyguların samimiyeti yok olur. İlk cümlede andığım o eş zamanlı ilerlemeyi ya da çöküntüyü gölgede bırakan, devreye girdiği an her şeyin tesirini yitirdiği bir davranıştır bu. Bilgiyi yetersiz, cehaleti spektaküler kılan bir tutum.

Frankfurt boasts 15 museums for visitors to discover. © Getty Images - iStockphoto
Frankfurt boasts 15 museums for visitors to discover. © Getty Images – iStockphoto

‘die Arroganz’ , dilimizdeki anlamıyla ‘kibir!’. Ne olduğumuz, ne yaptığımız ve hatta nasıl yaptığımızdan ziyade çevremize karşı her koşulda üstün olduğumuz hissiyatının, Arapça ‘kbr’ kökünden türeyen ‘kibr’ kelimesinin dilimizdeki karşılığı. Frankfurt ‘un, daha doğrusu Main üzerindeki Frankfurt ‘un tek kelimelik özeti. ‘Kibir, kaçınılmaz olarak yalnızlığa yol açar.’ diyen Almanların, harita üzerindeki en yalnız şehri.

Frankfurt ya da asıl adıyla Frankfurt am Main, Türkçesiyle Main üzerindeki Frankfurt, Orta Çağa dayanan geçmişiyle Avrupa tarihinde hep sahnede bulunmuştur. Main, doğu-batı düzleminde 527 kilometre boyunca vücudu saran damarlar misali uzayan ve Ren ile Tuna nehirlerini birbirine bağlayan bir nehirdir. Onlarca farklı şehirden geçmesine rağmen sadece Frankfurt şehri onu yüceltmiş, kendi adının önünde anmıştır bu nehri. Ya da onun gölgesine sığınmıştır ünlü olmak için. Babasının ismiyle kendisini kalabalıklara tanıtan erkek çocukları misali bir özgüvensiz bir kibir! Main üzerindeki Frankfurt! Polonya sınırında bulunan ve Oder nehri üzerindeki adaşı diğer Frankfurt’ta görmediğimiz bir şey. Ya da Boğazdaki İstanbul, Bengal körfezindeki Chennai veya Akdeniz’deki Valletta diye adlandırmadığımız bir manasızlık. Tabi bununla da kalmaz Frankfurt’un kibri. Mesela Ekim ayındayız. Bavyera’da başlayan ve 1810 senesinden beri kutlanan, günümüzde Almanya sınırlarını aşarak hemen hemen tüm Avrupa’da dört gözle beklenen Oktoberfest’in, Main üzerindeki Frankfurt’ta esamesi okunmaz. Zaten kendisi de bütün Alman kentlerinin tersine biradan çok elma şarabıyla meşhurdur. Evet, bakıldığında onlar da en az Brüksel ya da Prag kadar yabancılardır esasında bu festivale ancak bu nasıl bir kibirdir ki hepi topu 16 gün süren ve tüm Avrupa’nın beklediği bu festivali etkinlik alanı kurmaya dahi tenezzül etmeden es geçip, bu günlerde yerel barlarında sadece kendi şehrinin biranı satmak? Pes!

Main üzerindeki Frankfurt -ki yazı boyunca böyle anmakta fayda var, çünkü orada bulunduğum ekim ayı başında ne zaman Frankfurt desem nasyonalist(!) yerli halk tarafından ‘Frankfurt am Main’ diye düzeltilerek defalarca uyarıldım- , Almanya’nın 16 eyaletinden biri olan Hessen ‘in en büyük, Almanya’nın 5. büyük şehridir. Hessen ismi, 7. yy ait kayıtlarda Chassi, 8.yy ait kayıtlarda da Hessi olarak anılan bir cermen kavmi olan Chatti kabilesinden gelmektedir. Hessen dilinde de Frankfurt kazan, tencere anlamına gelmektedir, bu da ayrı bir dipnot. Kelime anlamı hususundaki genel kanı ise Frenk’lerin kurduğu yerleşim şeklindedir. Schengen vizesi ile gidebileceğimiz Main üzerindeki Frankfurt ‘ta iki şey ön plana çıkmaktadır. İlki 90’lı yılları kasıp kavuran ve o dönem herkesi tesiri altına alan, başlarken ilk örneğini dinlediğiniz Eurodance, diğeri ise Johann Wolfgang von Goethe! Tabii ‘Frankfurter’ olarak anılan ve koyun bağırsağından elde edilen sosisi de es geçmemek lazım. Frankfurt, Almanya’nın diğer şehirlerindeki hayata göre daha tekdüze bir hayat ve elitizm vaad eder ziyaretçilerine. Her köşesi farklı sürprizler barındıran sokaklarıyla ve her yerin her yere yakınlığıyla, ‘illa ki şu bölgede kalın’ diyemeyeceğim bir şehir burası. Kararınızdaki tek etmen bütçeniz. Bu ayki Frankfurt seyahatimizde de, havasından mı suyundan mı bilinmez ama bana da bulaşan bir kibir örneği ile size kendi yazdığım ve bir kısmı da bu topraklarda geçen ‘Göz’ isimli kitabı tavsiye edeceğim yol arkadaşlığı için.

Seyahatinizin ilk gününde uçak yorgunluğunu ivedilikle atmak, Hessen şehirlerinin yaşantısını keşfetmek ve tabii ki bir nebze de soluklanmak için meşhur Main nehri kıyısında yapacağınız bir yürüyüş, müthiş bir terapi niteliğinde. İlk durak Sachsenhausen bölgesi. Burası Frankfurt’un en eski ve bir dönemin en zengin mahallesi. Aynı zamanda bir şeyler yemek ve içmek için en ideal nokta. Arnavut kaldırımlı yollarda, ‘gökten düşen üç elmayı’ temsil eden bronz heykelciklere basmamaya dikkat edin. Sonrasında, şu anda kapalı olan ve bu sebepten dolayı halk ile belediye arasında ciddi sorunlara yol açan Marco Polo isimli ikonik binanın önünde güzel pozlar verebilirsiniz. Sosyal medyayı aktif kullananlar ya da bağımlılar için bir hac noktası olan bu yerde de işiniz bitince rotamız, trabzanlarına takılan kilitlerle sembol olmuş ve sadece yaya geçişine izin veren ‘Eiserner Steg’ ya da anıldığı şekliyle ‘Iron Footbridge’ köprüsü üzerinden nehrin karşı yakası. Kalbinden geçeceğimiz meşhur kartpostal güzelliğindeki ‘Römerberg’ sonrası Frankfurt’un siyasal sembolü Aziz Paul Kilisesi karşımızda belirecektir. Burası, tarihler 1848’i gösterirken halka açık ve özgürce seçilen ilk Alman yasama organı olan Frankfurt Parlamentosunun toplandığı yerdir. Kilise ve siyaset, bildiğiniz gibi Avrupa’da yıllarca el ele yürümüşlerdir. Ancak Almanya siyasi yaşamını değerlendirirken, tarihsel olarak Katolik Roma Kilisesiyle yakın zamanda ters düşen Protestan Alman Kilisesinin ayrıştığı noktaları bilerek değerlendirme yapmakta fayda var. Devletin ve hanedanın bekası, bir yerde ruhban ile eş zamanlı hareketine gebeydi o zamanlarda da. Ruhbanı karşına almak demek, kışkırtılmaya hazır ahaliyi de karşına almak demekti. Katolik Vatikan’dan ayrışma sebepleri de zaten bir başka Alman, Martin Luther isimli bir keşişin ait olduğu halkın maruz bırakıldığı zorbalıklardı. Bu adam cennetten arsa satan kiliseden cehennemi satın almak istemiş, almış ve ondan sonra da Avrupa’da hiçbir şey eskisi gibi olmamıştır.

Seyahatimizin bugünlük son noktası, az evvel bağrından geçtiğimiz, kartpostallara konu mankeni olan Römerberg. Burası benim görüşümdür ki Frankfurt’un en özel, en anlamlı noktası. Gerek tarihsel gerek zarif mimari dokusu bunda baş etmen. Daha evvel Brugge’de denk geldiğim ve sizlerle paylaştığım rögar kapağı hikayesinin² bir benzeri de burada bulunmaktadır. Belediye binası önünde 1933 senesindeki ‘unutulmaz kitap yakma’ trajedisini temsil eden bir rögar kapağı bulunmaktadır. Bu rögar kapağının hissettirdikleri ise yaşananların çok ötesinde. Caddelerdeki pisliği yer altına atmak yerine, tüm pisliği gözler önüne sererek bize bu utancımızı sürekli anımsatacak bir dekor esasında. Üstelik ‘Adalet Çeşmesi’ ‘nin, Adalet tanrıçası Themis’in gözleri önünde. Themis, Uranüs ve Gaia’nın kızı, Zeus’un da ikinci eşidir. Adalet ve düzen tanrıçasıdır. Anlık, kişiler arasındaki değil, genel evrensel yasaları ve doğa kanunlarını temsil eder. Sol elindeki kılıç adaletin verdiği cezayı, sağ elindeki terazi adaletin eşit derecede dengeli dağıtımını, gözlerinin kapalı olması ise tarafsızlığı temsil eder. Kadın oluşu ise bağımsızlığını! Bir kez daha hatırlatmakta da fayda var ki, Themis Adaleti temsil eder, cezalandırmayı değil. Ceza mercii Nemesis’tir. Themis’e bazı Orta Avrupa şehirlerinde ve özellikle İtalya yarımadasında ‘Justitia’ ismiyle rastlarız. Justitia > Justice > Adalet. İşte bu noktada, bu meydanda Themis’i karşınıza alın, Gustav’ın Wut&Liebe adını verdiği 2023 tarihli albümünden ‘Klima der Gerechtigkeit’³ şarkısına kulak verin. Dilimizde ‘Adaletin iklimi’ anlamına gelen bu şarkıyı Themis’in gözlerinin içine bakarak bakalım kaçımız dinleyebilecek?

Ertesi günümüzde konaklayacağımız yerin yakınlarında yapacağımız kahvaltı sonrası kahve ya da çay içmeyin. ‘Binding Schirn’⁴ adını kullandığınız harita tarayıcısında etiketleyin. Keyif verici içecekler olan kahve ya da çay içerken sadece damağınızı değil, gözleriniz ve ruhunuzu da tatmin edin. Buradan çıktıktan sonra Frankfurt’ta ziyaret edilmesi gereken üç yer daha kalıyor. Bunlardan ikisi zaten iç içe. Diğerinin ziyaret saati ise etkinlik takvimine göre değişiklik göstermektedir. Goethe Evi ve DRM olarak anılan Alman-Romantizm Müzesi. Romantizm demişken lütfen ağzında gül tutan adamlar ya da oturdukları giyotin pencereli cumbalarındandan yere mendil atan kadınlar tasvir etmeyin kafanızda. Alman Kültür ve Sanat tarihinin zaman tüneli mahiyetinde bir güzellik ve estetik fuayesi burası. Goethe evi ise sanatçının doğduğu, ilk çalışmalarını yaptığı ve aslında ailesine ait olan, baba ocağı diyebileceğimiz bir hane. Sıradaki ve son durağımız Alte Oper, Opera Binası. Burası tamamen Frankfurt halkı tarafından finanse edilerek 1880 tarihinde açılmıştır. II.Dünya savaşında epey zarar görse de 28 Ağustos 1981’de, Gustav Mahler’in 8.Senfonisi⁵ ile tekrar açılmıştır. O anları, durduğunuz bu noktada kulaklıklarınızda tekrar hissetmenizi isteyeceğim. İlk icrasındaki kişi sayısına ithafen ‘Binler senfonisi’ olarak adlandırılsa da Mahler bunu hiçbir zaman onaylamaz. Dinleyeceğiniz kısım, eserin ikinci bölümüne, sözleri de Goethe’nin Faust’una aittir.

Frankfurt, diğer Alman eyaletleri ve şehirlerinden farklı bir hayat sürmekte. Kendi kendine yetebilme ve Dünya’nın geri kalanının gözünde aldığı ünvanlarla da bu hayatı haketmektedir. Main üzerindeki Frankfurt, Dünyanın küçüklüğünden şikayet edip hep aynı yere gidenlerin, sonbaharda seyahat planı yapmak isteyip nereye gideceğini bilemeyenlerin ve popüler Avrupa başkentlerinin tekdüzeliğinden sıkılanlar için alternatif bir rota oluşturmaktadır. Elinizdeki kitapta da yazdığı gibi. ‘Dünya gerçekten bu kadar küçük müydü? Bu kadar küçük olduğu için mi hep yakınımızdakilere yer kalmıyordu?’ Ya da biz gidemediğimiz için mi onlar gidiyordu yer açmak için? Merak etmeyin, Frankfurt’ta herkes için yer var.

Sevdiklerinizle beraber, her anından keyif alarak yaşayacağınız günler dilerim. Aslında Dünya hepimize yetecek kadar boş⁶.

İyi gezmeler.

Aykut Bildan, 1986 Sakarya doğumlu. Şehirleri, o sokakların notaları ve kitaplarıyla keşfetmek isteyenler için kelimelere döker.