Sanatçı Sema Maşkılı ile Söyleşi // Coşkun Sami

Coşkun Sami Sordu, Sanatçı Sema Maşkılı Yanıtladı

Sema Maşkılı
Sema Maşkılı

Coşkun Sami‘nin, Sema Maşkılı’nın 4 Mayıs- 8 Temmuz 2023 tarihleri arasında İstanbul Concept Gallery’de yer alan son sergisi “Güç Canavarlar Yaratır” üzerine yaptığı söyleşisi.

Şu anda Istanbul Concept Gallery’de devam eden “Güç Canavarlar Yaratır” serginin çıkış noktasından başlayalım. Sergi başlığının çokça yöne yansıması olduğu için hemen aklıma tabi Goya da, Nietzsche de geliyor. “Güç Canavarlar Yaratır”‘daki “gücü”, “iktidar” olarak mı anlamamız gerekiyor, yoksa daha ilkel, daha vahşi bir güçten mi bahsediyorsun?

Bu resim serisinin başlangıcı 2017 yılına dayanıyor. Evet, Bu seriye koyduğum isim Goya!nın İspanyol toplumunu akılsızlıkla suçladığı “Los Caprichos” serisi ile benzerlik taşıyor. Fakat bu sadece isim benzerliği. Eserleri üretirken Goya hiç aklımda yoktu açıkçası. Ama senin de dediğin gibi resimler ortaya çıktıktan bir süre sonra Nietzsche’nin fikirleriyle bir noktada buluştular.

Benim çıkış noktam bir varlığın ikinci bir varlığı reddi düşüncesiydi. Canlıların kendine ait olmayanı ya da kendine benzemeyeni neden reddettiği üzerine kafa yoruyordum. Sonra peş peşe bir çok kağıt iş ürettim. Neredeyse hepsi birbiri ile itişen bedenlerdi. Sonra bu bedenleri zamanla büyük tuvallere resmetmeye başladım. Bu süreç 5 buçuk yıla yayıldı. Sonraları insanın gücünü ne zaman nasıl kullandığı üzerine düşünmeye başladım. Bu geniş zaman dilimi içinde kompozisyonları üretirken elbette bir taraftan bu konular üzerine okuyordum. Okuduğum şeylerin hiçbiri tam olarak benim anlatmak istediklerimi karşılamıyor gibiydi. Bu resim serisini tamamlandıktan sonra bir gün Nietzsche’nin “Güç İstenci” üzerine yazdıkları ile karşılaştım. Varlıklar arasında farklılıktan ötürü yaşanan ilk çatışma, diğerine üstünlük kurma ile sonlanıyordu. Nietzsche bunun ardındaki dürtünün canlıların gücünü yayma isteği olduğunu söylüyordu. Ama bir de sadece insanın sahip olduğu bir hâkimiyet kurma güdüsü olduğundan bahsediyordu. Şunu diyebilirim ki benim resimlerimde birbiri ile çarpışan bu bedenler tam da bu güç istencinden ve hâkimiyet kurma arzusundan doğan mücadeleyi anlatıyor. Sergi ismindeki “Power”ın karşılığı budur.

Bu durumda, eğer Nietzsche’nin patikasından devam ediyorsak, senin meselen -onun kullandığı anlamda- yapıcı olan “kraft” güçle değil de, yıkıcı ve üstünlük arayan “macht” ile ilgili midir? Eğer öyleyse, bu “macht” gücü maskülen bir kimlikle tanımlanabilir mi? Bu konular çağdaş sanatın tam da merkezinde olduğu için sormak zorundayım: Resimlerindeki bedenlerin bazlarında cinsiyet belli edilmiş, buna dayanarak, resimlerinde cinsiyetler arası eşitsizlik ve buna ilişkin mücadelelere ilişkin bir yönden de bahsetmek mümkün mü? Örneğin, zannedersem İran’daki protesto olaylarından yansıyanlardan yola çıkarak ortaya çıkan bir resmin de var (“Benim Hayatım, Benim Kurallarım”)..

Evet ; “macht” ile ilgili, otoriter güç arayışı, üstün olmaya duyulan istek bu resim serisini iyi tarif ediyor. Resimlerimdeki bedenlerin çoğunda cinsiyet belirtmesem de maskülen havaları olduğu doğru, çünkü bedensel olarak dövüşüp itişmek çoğunlukla erkeklerde rastlanan bir durum. Bedenleri kaslı ve yapılı göstermeyi işlediğim konuya uygun buldum. Demek istediğim cinsiyet ayrımı amaçlanmaksızın bu durum kendiliğinden oluştu. Mesele kontrolden çıkmışçasına güce duyulan istek ise hem kadın hem de erkeğin eşit derecede yıkıcı olabileceğini düşünüyorum. Ama elbette yaşamda çoğunlukla erkeklerin kadınlar üzerinde üstünlük kurma isteği olduğu gerçeğini de görüyor ve bu durumdan son derece rahatsız oluyorum.

“Benim Hayatım, Benim Kurallarım” adlı resim sergide konusu nedeniyle diğerlerinden ayrılan ve dikkat çeken bir iş oldu. İran’da Mahsa Amini’nin gözaltına alındıktan sonra hayatını kaybetmesiyle başlayan olaylarda İranlı kadınlar büyük bir direniş sergilediler. Bu direniş beni çok etkiledi. Bazı kadınlar saçlarını keserek bunu protesto ettiler. Ben de hem saçımı kestim hem de kendimi saçlarımı keserken resmettim ve bu resmi de sergileyerek direnişe kendi çapımda destek olmak istedim. Kadın bedeninin tehlike olarak görülmesini benim aklım almıyor. Kadın ve bedeni üzerinden yürütülen ciddi bir sömürü var. Erkek egemen düşünce yapısına hizmet eden bir “kadın” algısı yaratılmış durumda. Kadın bedeni ya kapatılıyor ya da cinsel obje olarak sunulup metalaştırılıyor. Her şekilde sömürü kadın bedeni üzerinden yürüyor. Bu konu üzerinde de eser üretmeyi düşünüyorum. Genelde beni rahatsız eden şeylerin resmini yapıyorum.

İran, bu dağın en yüksek noktası olmayabilir. Zira, senin deyiminle, bu “dövüş itişme” çağdaş hayatımızın her hücresine sinmiş durumunda. Buna bazı sinikler, “güçlü olan kazanır”la doğrulamaya kalkışsalar da antropoloji bize başka bir şey öneriyor, birlikte çalışan organizasyonlar daha başarılı olduğu bilimsel bir gerçek. Elbette sistem, daha kolay kontrol amacıyla atomizasyonu gerektiriyor, bu noktada da Pasolini’nin de değindiği “gerçek faşizm” safhası başlıyor, bedenlerin, akılların ve belki de en önemlisi, hayallerin ve arzuların kontrol edilmesi isteniyor. Buradan hareketle, bu sergide başka, daha ardıl bir taraf da aramak, görmek mümkün mü sence? Kontrolden kaçma isteği, bastırılmış duyguların dışavurumu, delice hareketler, kendinden geçmeler… farklı bir enerji seziliyor ama illa ki adlandırmak gerekiyorsa, “Diyonizyak” bir niyet var mıdır?

Sorun tam da burada yatıyor, Güç nedir ve kazanılan nedir? Nereden baktığımıza bağlı veya Güç kavga ile kazanılan bir şey midir? Van Gogh hayattayken ona sorsak, belki bize güçsüz olduğunu söylerdi. Şimdi büyük bir güç oldu ve ölümsüzleşti.

1971 yılında Zimbardo’nun yaptığı Stanford hapishane deneyini biliyorsundur. Deneye katılan gönüllü bir grup öğrenci güce sahip olduktan sonra nasılda gaddarlaştılar. Çünkü bize öğretilen; güçlü olanın saldırması gerektiği, saldıranın da güçlü olduğu.

Evet, çağdaş yaşam hep bir yarış, koşturmaca ve itişmece üzerine kurulu. Bu itişmece olmadan bir şey kazanılmayacağı daha çocuk yaşta öğretiliyor. Farklı davranış ve yaklaşım biçimleri asimile ediliyor, rekabete dayalı mücadele dayatılıyor. Başarının ne olduğu söyleniyor ve ona gidecek yollar gösteriliyor. Üzerine kitaplar yazılıyor, herkes dönen çarka entegre olamama korkusunun içler acısı ezikliği içinde. İronik olan ise yine aynı insanın nereye ulaşırsa ulaşsın bir türlü mutlu olamıyor oluşu. Demek ki bir yerlerde bir hata var.

Bu sergideki figürlerde yoğun bir dışavurum var, içine itildikleri kavgada saldırganlaşarak kendini kaybeden bu bedenler aynı zamanda acı çekiyorlar ve bu da bir karşı çıkış ve başkaldırı yaratıyor. Bu taşkınlık Diyonizyak bir durum oluşturuyor tabii. Ama çarkın dönmesi için itişme devam ediyor. Örneğin Sergide “Kontrolünü Kaybetmiş Kadın Figürü” adlı bir eser var. İzleyici bu resimde bir kadın bedeninin boş bir odada gölgesiyle birlikte isyankâr biçimde sağa sola savrulan hareketini görebilir.

Sema Maşkılı, Breathing the Violence - Şiddeti Solumak. 2022 Oil on canvas 130x195cm
Sema Maşkılı, Breathing the Violence – Şiddeti Solumak. 2022 Oil on canvas 130x195cm

Biraz da işlerin plastik yönüne değinelim istersen… Senin figüre yaklaşımın görece ortodoks bir çizgide başladı, ama son birkaç yılda daha serbest bir anlayışa da olanak tanıdın, sonuçlarını da bugün derli toplu görebiliyoruz. Bir yandan çağdaş figür resminin öğelerini tabi ki görüyoruz, ama resimlerinde geleneksek bir altyapının olduğu da aşikâr. Bu dengeyi tutturmak için bazen ip üzerinde yürüyormuş gibi hissediyor musun, dengeyi nasıl kuruyorsun?

Çok küçük yaşlarda bu işin eğitimini almaya başlamanın getirdiği bir kendine güven durumu var. Avrupa sanatındaki ustaları o kadar çok inceledim ki, bazen sanki onların atölyelerinde çıraklık yapmışım gibi hissediyorum. Bu işin altyapısını çok iyi bilmenin getirdiği bu cesaretle belki de resmi bozmaktan, bir şeyleri değiştirmekten hiç korkmuyorum. Bir taraftan geleneğe bağlı kalırken figüre çağdaş bir yorum getirmek gerçekten zor ve dediğin çok doğru, ip üstünde yürümeye benziyor. Bir noktada dengeyi kuran ve bu resimleri çağdaş kılan şey sanırım tamamen güdüsel bir biçimde davranarak boyuyor olmam. Yılların getirdiği eğitim, deneyim ve çalışma sonucu üretirken bilinçaltım zaten kompozisyonun temel öğelerini geri planda hali hazırda kullanıyor oluyor. Artık o kısımla eskisi kadar ilgilenmiyorum. Ben sadece tamamen kendimden hareketle ve yoğun bir duygulanımla kendimi serbest bırakarak eseri benzersiz kılan o en üst noktaya varmaya çalışıyorum. Burada en zor iş kendini serbest bırakmak, içten ve çok derinden gelen akışı yakalamak ve onu eser üzerinde sürdürebilmek. Sanırım denge burada gizli.

Resimde figür meselesi, Batı’da çok tartışılan bir süreç oldu. Ne zaman “öldü” denildiyse daha inatçı bir şekilde geri döndü. Gerçi zaman perspektifinden yoksun herkes her şeyi iddia edebilir, ama güncel sanatın geldiği daha konseptüel, araştırmaya, fotoğrafa, enstalasyona ve yeni medyaya dayalı dilin hakimiyeti de yadsınamaz. El becerisine ihtiyaç duyulmayan ortamda kendini sıkışmış hissettiğin oluyor mu?

Planlı şekilde teknolojiye dayalı yeni sanat biçimlerinin piyasaya sürülmesinin dışında figür resminin bir dönem geri plana atılmasının en masumane bahanesi artık figürde yeni bir dil yaratmanın zorlaştığı düşüncesiydi. Fakat zaman öyle olmadığı gösterdi. Sanatın üretim dillerinden birinin ölmesi bence mümkün değil. Kavramsal yaklaşım diline değinecek olursak; konuya karşı biraz çekimserim. Aslında, benim takıldığım husus yaratıcı sürecin nasıl işlediği ile ilgili. Şöyle ki; sanatçı yapısı diye bir şey var. Bu yapıda olan insanlar bir konu araştırmasına girmezler, konu zaten gelip onları bulur. Ama bu yapıya sahip olmayan fakat yine de bir şekilde üreten bir kesim var ki sayıları göz ardı edilemeyecek kadar fazla. Gözlemlediğim kadarıyla, onlar önce hiç yoktan bir konu araştırmasına giriyorlar, nihayet bir konu bulununca, o konu derinlemesine araştırılıyor, akışkan ve organik olması gereken yaratım süreci bir nevi projelendiriliyor. Sanatçı kendiliğinden bir sanatsal yaratım süreci yaşamıyor, bu çalışma biçiminde üretilen işler arasında fikirsel olarak belki bağ kurabilirsiniz ama plastik anlamda bir tutarlılık yakalamak zor, ayrıca kavrama bu kadar odaklı gidilirse izleyiciye her sefer başka bir marifet göstermeniz gerekir. Sanat düşünsel ve planlı bir şaşırtmaca olmak zorunda değil. Eser, kendi hakikatiyle izleyiciyi şaşırtabilir.

Yeni medyaya dayalı dilin hakimiyeti ele geçirdiği bir gerçek. Şahsen durumu garipsemiyorum, zaten beklediğim bir şeydi. Daha önce de kendi sanatımın dilini tehdit altında hissedip hissetmediğimi soran çok oldu. Hiç öyle bir endişem olmadı. Yapmayı en iyi bildiğim ve en yakın hissettiğim teknikle sanatımı yapıyorum ve bana sağladığı olanaklar benim sanatımı üretmem için hala yeterli. Aklımda hiçbir zaman bir yaratım dilinin eskiyebileceği düşüncesi olmadı. Bence durum şöyle; tuval üzerine yapılan sanat eskimedi, sadece gelişen teknolojiyle birlikte sanata yeni üretim biçimleri eklendi. Sanatçı hangi dile daha yakın hissediyorsa oradan ilerler. Üslup, özgünlük ve sahicilik olduğu müddetçe sanatın dili bence her çağda, her şekilde olabilir. Bugün hep dijital sanatı, teknolojiyi konuşuyoruz. “Yeni” olana heves çok insansı bir tavır ve popüler kültürün de bir getirisi, fakat 21.yüzylda da bir sanatçı kendini en ilkel tekniklerle sanat üretmeye de yakın hissedebilir. Yüksel Arslan gibi sanatsal üretim dili olarak idrar ve kan gibi malzemeleri kullanmayı seçmiş bir çağdaş sanatçımız var mesela. Önemli olan tekniğin güncel olup olmadığı değil, çıkan eserin güncel ve özgün bir plastik anlayışa sahip olup olmadığı.

Yine Nietzsche’ye referansına dönecek olursak, güncel sanatın disipline ve araştırmaya dayalı yönü rasyonellik ve ölçütler üzerine kurulduysa, yani “Apolloniyen” ise, bu bir tür katılaşan akademizme de işaret eder mi? Eğer öyleyse, bu pek çok insan için iyi bir haber olmayabilir… Örneğin, 19. Yüzyılda hâkim olan akademizmin tarihçesi adeta sanat tarihinin çöpü gibidir, teknik ve kompozisyon açısından müthiş ressamlar üretmiş, ama neticede “amatör” olarak nitelendirebileceğimiz bir avuç empresyoniste de yenilmiş. Bu konuda fikrini merak ediyorum…

Apolloniyen yaklaşımda uyum ve düzenin hayatı daha yaşanılabilir kılacağı düşüncesi vardır. Sanatsal deha ise yıkıcıdır ve uyumlu değildir. Empresyonistlerin çıkışına dek Avrupa sanat akademilerinde işte bu uyuma bağlı güzellik anlayışıyla belirlenmiş estetik kurallar hüküm sürdü. Aynı zamanda entelektüalizme de vurgu yapıldı. Akademizmdeki rasyonelciliğinin yaratıcılığı öldürdüğü muhakkak. Aynı merkeziyetçi ve otoriter yapıyı günümüz sanatında görüyoruz. Aklı ve bilgiyi ön plana koyan, sanatsal dehanın ise ikinci plana atıldığı bir yapılanma var. Bu konuda fikrim, tarihin tekerrür edeceği yönünde. Sanatı daha ilkel ve saf haliyle eserlerinde gözlemleyeceğimiz sanatçıların bu fazlasıyla akla dayalı yapıyı bozacağını düşünüyorum. Akademizmin yanılgısı sanatı teknik ve entelektüel bilgiye indirgemesiydi, Bugün de sanat araştırmaya dayalı proje odaklı giden bir yapıya eklemlendiriliyor. Bugün yere göğe sığdırılamayan bu yaklaşımın sanat tarihine nasıl geçeceğini bilemeyiz. Senle daha önce hayattayken kazanılan başarının ne kadar gerçek olup olmadığı hakkında konuşmuştuk. Bu durum da biraz öyle işte…

Sema Maşkılı, My Life My Rules - Benim Hayatım Benim Kurallarım - 2023 Oil on canvas 85x110cm
Sema Maşkılı, My Life My Rules – Benim Hayatım Benim Kurallarım – 2023 Oil on canvas 85x110cm

Son olarak, biraz da işin mutfağından bahsedelim istersen. Degas’nın bir cümlesi var, “Eğer bilmiyorsanız resim yapmak çok kolay, ama bilince bir o kadar da zordur” … Çalışmalarında nasıl bir yol izliyorsun, canlı model kullanımı, fotoğraf, kolaj, Photoshop vb. tekniklerden yararlanıyor musun?

Çalışırken çok gergin ve düşünceli olurum. Sanatımda ilerledikçe ve daha fazla bildikçe iş daha kolay çözümleneceğine daha da karmaşık bir hale geldi. Burada bilgiden kastettiğim plastik elemanları kullanma şeklinde giderek ustalaşmak. Durum aynı Degas’nın dediği gibi. Üretmek ve iyi bir sonuca varmak oldukça zor. Ortaya çıkan eser istediğim sonucu vermişse elbette bu büyük bir hazzı getiriyor. Ama o sonuca varana dek geçen süreç çok sıkıntılı. Bir de ben risk almaktan ve yaptığımı bozmaktan çekinmem. Dolayısıyla iş sürprizlere de çok açık ve çok yönlü ilerliyor. Benim bu tavrım eserin varacağı son nokta için çok fazla alternatif oluşmasına neden oluyor. Öyle olunca sorularda cevaplar da çoğalıyor haliyle.

Hareketli kompozisyon seviyorum, bu da hareketli pozlar kullanmamı gerektiriyor, canlı modelleri uzun süre o şekilde durdurmam çok zor. Modellerin benim istediğim pozları uzun süre durabilmesi için onları iplerle kol ve bacaklarından tavana bağlamam gerekir. Fotoğraf bu noktada daha hızlı çözüm veriyor, modelleri çok hareketli ve anlık pozlarda durduruyorum ya da onlar hareket halindeyken fotoğraflıyorum, hem de imajlar araştırıyorum ve işime yarayabilecek olanları biriktiriyorum, Photoshop kullanmıyorum çünkü ben kompozisyonu öncesinde çok fazla netlemekten sıkılıyorum, çoğunlukla eskiz de yapmıyorum, aslında eskizi kafamda yapıyorum desem daha doğru, bazen kolaj yaparım ama genelde kompozisyon zihnimde epeyce belirdikten sonra doğrudan tuvale boyamaya başlıyorum. Yüzeyde ilerlerken resim kendi kendini doğuruyor. Bu şekilde çalıştığım için önden eskiz yapmaya girişsem de eskiz de başka bir resim olmuş oluyor. Eskiz yapmanın bir anlamı kalmıyor. Fotoğrafı kullanma şeklimde biraz farklı, fotoğrafa bakıyorum ama ona da çok bağlı kalamıyorum. Fotoğraf sadece bir araç olarak devreye giriyor. Fotoğrafın etkisi benim resmimde pek hissedilmez o yüzden.


Sema Maşkılı Hakkında

2006 yılından beri beş kişisel sergi gerçekleştiren Sema Maşkılı çalışmalarında insan bedenini kullanarak şiddet, varoluş ve ego kavramları üzerine yoğunlaşıyor ve bu kavramlar üzerinden insan doğasının karmaşıklığını sorguluyor. İnsanı yüksek etik değerler ile hayvani içgüdüler arasında sıkışıp kalmış bir varlık olarak yorumlayan Maşkılı’nın son sergisindeki çalışmaların çıkış noktası insanın kendinden farklı olanı kabullenmemesi. İnsanın zihinsel ve fiziksel şiddete olan eğilimini farklı kimlik ve kültürlerin birbiriyle sürtüşmesi üzerinden irdeleyen sanatçı, eserleri aracılığıyla farklı olanın dışlanması yoluyla çoğunluğun azınlık üzerinde baskı kurması gibi bazı toplumsal sorunlara da eğiliyor.

Sema Maşkılı, 2017’den beri üzerinde çalışmakta olduğu “Güç Canavarlar Yaratır” isimli son sergisinde insanı resmederken insanın içindeki şiddete odaklandığını ve bunun kendisini hayvani bir şekilde birbiriyle çarpışan bedenlerden, iç içe geçmiş anatomik yapılardan, ezilmiş ve deforme olmuş vücut parçalarından oluşan kompozisyonlar kurgulamaya sevk ettiğini belirtiyor.

İstanbul Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi Resim Bölümü’nde gördüğü ortaöğrenimin ardından lisans ve yüksek lisans eğitimlerini Mimar Sinan Üniversitesi Resim Bölümü’nde alan ressam Sema Maşkılı, 2001 yılından beri yurtiçi ve yurtdışında düzenlenen pek çok karma sergide yer aldı. Geçtiğimiz yıl Lüksemburg’daki Pinacothèque Müzesi ve Kanada’daki SCA tarafından ödüle layık görülen Maşkılı, bu sene de eserlerini Londra’da sergiledi.

Türkiye'nin En Büyük Sanat Haber Portalı, Güncel Sanat Haberleri, Sergi Rehberi, Sanatçı Portfolyoları, Sanat Üzerine Röportajlar