Sancının Metaforu: Anadolu Leoparı // Fatma Leylâ Ak

Emre Kayiş ile söyleşi…

“Bir başka ülkeye,
bir başka denize giderim,” dedin,
“bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin
olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
– bir ceset gibi – gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yılı tükettiğim bu ülkede.”
Yeni bir ülke bulamazsın,
başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın.
Aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma –
Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok.
Ömrünü nasıl tükettiysen burada,
bu köşecikte,
öyle tükettin demektir
bütün yeryüzünde de.
Konstantinos Kavafis
(1863 – 1933)
( Yunanistan )
Çeviri: Cevat Çapan

Ellerimi yüreğimin üzerine bastırıp Kavafis ile orada buluşurken Sevgili Cevat Çapan’a da bu kıymetli çevirisi için minnet duyuyorum.

Kendinizi bazen şehrinizden gitmelere koyulurken bulduğunuz oluyordur. Benim uzun zamandır sık sık oluyor, ayakkabılarımı kaybetmişim de bir türlü gidemiyormuşum gibi de hissediyorum. Aslında yaşadığım şehrin arkamdan geleceğini Kavafis’i okuduğumdan beri çok iyi biliyorum. Daha iyi bir şehir aramıyorum bir yer iyiyse insanlarıyla ve orada biriktirdiğimiz anılarımızla bize ve iyiye ait oluyor fakat Cânım Kavafis ne mahallemiz aynı mahalle, ne de kentimiz aynı kent. Bundandır bu bedenlerimiz aynılıklarda kocayamayacak. Her şey değişti, biz sancı çekiyoruz. Bazen bu sancıları yalnız çektiğimizi zannederken bir başka ruh ile ortak kıvranışlarda buluştuğumuzu görüyoruz. Anadolu Leoparı da belleğin kıvranışını duyan, Türkiye’nin hafızasını yoklayan, aynı dertlerde buluşabileceğimiz bir film.

Sancının Metaforu: Anadolu Leoparı // Fatma Leylâ Ak
Sancının Metaforu: Anadolu Leoparı // Fatma Leylâ Ak

Filmin yönetmeni Emre Kayiş, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki lisans eğitimi sırasında sinema ile ilgilenmeye başlamış ve iyi ki başlamış. Yüksek lisans eğitimini İngiltere’de London Film School’da, film yönetmenliği bölümünde tez filmi olan “Çevirmen” ile tamamlamasının ardından “Çevirmen” en iyi kısa film dalında 28. Avrupa Film Ödülleri için aday gösterildi, elliyi aşkın uluslararası film festivalinde yarıştı, çeşitli ödüller aldı. Bunca taçlandırılmış başarıdan sonra ilk uzun film Anadolu Leoparı ile de dünya prömiyerini Toronto’da yaparak festivalin eleştirmen jürisinden FIPRESCI ödülü ile döndü. Antalya film festivalinde “En İyi İlk Film” “En İyi Sanat Yönetimi” ödüllerini aldı. 32. Ankara Film Festivali Ulusal Uzun Film Yarışması’nda; “En İyi Kadın Oyuncu” ile İpek Türktan, “En İyi Erkek Oyuncu” ile Uğur Polat ve “En İyi Görüntü Yönetmeni” Nick Cooke, “En İyi Film” ödüllerine Emre Kayiş’in “Anadolu Leoparı” filmi layık görüldü. Film bize açtığı pencereden Türkiye’yi izletirken biz ise zaten çoktan yüreğimizden vermiştik takdiri Anadolu Leoparı’na ve filme dokunan, emeği bulunan herkese.

Ben Ankara’da yaşayan bir kadınım ve gençlik yıllarıma doğru yaşlar aldığımdan bu yana, Kızılay Büyülüfener Sineması’nda tek başıma film izleyip ardından şehrin sokaklarına karışarak filmden payıma düşenleri ruhumla ve zihnimle yavaşça sindirmek bu şehirde yapmayı sevdiğim nadir şeylerden biri oldu. İki yıldır pandeminin yeni normallere evrilmesinin ardından da şehrime gelen film Anadolu Leoparı ile bu hisse yeniden kavuştum.

Film, yirmi iki senedir Ankara Hayvanat Bahçesi’nin müdürü olarak görev yapan Fikret’i anlatırken ülkenin konformist narsistlerinin eylemsizliklerinden dert yakınıyor. Türkiye’de hemen her yerde yaşanan dönüşümler (yok edişler) bir gün Fikret’in müdürü olduğu hayvanat bahçesinin kapısına da dayanıyor. Hayvanat bahçesinin kapatılıp, Araplara satılıp yerine eğlence parkı yapılması planlanıyor. Ancak bunun gerçekleşmesini engelleyen şey ise koruma altında olan hasta bir Anadolu Leoparı’nın varlığı. Hayvanat bahçesinin kapanabilmesi için leoparın başka bir hayvanat bahçesine taşınması gerekiyor. Fikret ise ancak kapıdakilerin gırtlağına kadar dayandığını anladığı vakitte eylemsizliğini bir gün eyleme dönüştürmeye karar veriyor. Sonrası hep yaşadığımız gibi iş makineleri bizi hep anılarımızın yurdundan ediyor.

Filmin ardından benim yüreğim bu yok edilişlere ne zamandır sancıyordu diye kendime sordum. Ben dört yıl havasını teneffüs ettiğim Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin Yahudi Mezarlığı üzerine dikili bir bina olduğunu öğrendiğimde, yaşadığım ülkede duyduğum yoklukların benim sancıma dönüştüğünü fark ettim ve on sekiz yaşımdan beri burnumdan gitmedi çürümüşlüğün kokusu. Ardından Sevgili Emre Kayış’ta ne zaman başlamıştır diye merakla sordum:

Ben her gün bir kabir ziyaretinde bulunduğumu hissettiğim zaman burnumdaki koku keskinleşti, sancımı daha çok kavradım. Sizin ruhunuzdaki ilk sancı ne zaman başlamıştı?

“Ben mütemadiyen uzun zamandır sancı duyuyordum, varoluşsal bir sancıydı; on yedi, on sekiz yaşlarımdayken beni saran bir huzursuzluk haliydi. Bazen bir şeylerin akıbetini bilmediğimiz halde burnumuza bir takım kokular gelir; önceleri sezgi ile kavradığımız şeyleri zaman geçtikçe daha çok okuduğumuzda, etrafımızı saran insanlarla ve üzerine ayak bastığımız sokaklarda, zihnimizde anlamlandırmaya başlarız. Hikâyemizi kavramaya başladığımız zaman ise; bizden saklanan, bizi ürkütecek bir şeyler olduğunu fark ederiz. İşte benim için de bu sancı sezdiklerimi zihnimde anlamlandırmaya çalıştığım yaşlarımda başladı. Sancı güzel bir kelime… Ben sezgisel bir sancıyı rasyonelize ettim. Kendisinden bir şeyler saklanan bir çocuk düşünün; bir taraftan saklananlar içinde büyüyor, gelişiyor, bir taraftan da bir şeyleri sezinliyor o çocuk. İşte o çocuğun duyduğuna benzer bir sancıydı. Tıpkı sizin söylediğiniz gibi “Bir mezarlık üzerinde yaşıyormuşum” farkındalığı gibi; Türkiye’de insanlara neler yapıldığını öğrendikçe; soykırımlar, katliamlar, bellek yitimine sebep olan faaliyetler 80’li yıllarda olanlar… Onlar sakladıklarını zannediyor ama o bir koku ve çıkıp, yayılıyor. Sancı duyuyordum evet ama sonra öğrendiklerim sancımı büyütmedi sancımı anlamlandırdı. Çok sterilize edilmiş bir burjuva topluluğu içindesiniz ve daima ileri bakmanız isteniyor ama siz içinde olduğunuz o tuhaf kültürde bir kokuşmuşluk hissediyorsunuz ve onun bir parçası olmayı istemiyorsunuz.”

Anadolu Leoparı
Emre Kayiş / Uğur Polat

Bir süre bu sancıyı saklamak istemiş Emre Kayiş. Bu durumu öyle iyi anlıyorum ki bazen etrafımız duyduğumuz sancıları hafife alır. Bu da yaşadığımız ülkede toplumsal bir şeydir ki açlık ve türlü yokluk ve mutsuzluklardan ölen insanlarımızın yanında sizin varoluşsal sancılarınız küçümsenebilir. Oysaki bu sancılar tüm bunların yaydığı kokuları da içinde barındırır. “Bugün ruhum acıyor” demeniz, bir hatıranın yok edilişine tanıklık ederken, haritaların öteki ucunda birileri acı çekerken üzülmeniz anlaşılmaz. Sancı duymak için illa ki kendi kıyametinizin eşiğinde olmanız beklenir. Peki, kıyametin içinde olmadığımızı kim söylüyor ve buna kim inanıyor? Bilmiyorum.

Türkiye, coğrafyası üzerinde yaşadığı büyük dedikleri beşerin hep şaşmaları ile kıvrandırılmış öldürülmüş bir ülke ve hepimiz bu cesedin tanıklarıyız. Merasimi yapılmamış bir cenazemiz var. Ve ne ölülerimizin sığacağı tabut var ortada ne de bu merasime katılabilecek yürek var bizde. Çünkü ardından “İyi bilirdik” diyebileceğimiz bir Türkiye kalmadı elimizde, çünkü yaşadığımız ülkeye yanlış ilaç verilirken biz oturduğumuz yerden hashtaglerin yanına cümleler kurup tweetler attık. Bir gün Fikret gibi bizde Anadolu Leopar’larımızın karşısına geçip kendimize bağıracağız “Bir köpek gibi sustuk” diye.

Geçenlerde bir gazeteci arkadaşımın göndermiş olduğu fotoğrafta Fikirtepe’de kentsel dönüşüme giren evlerin birinin duvarına yazılmış bir söz yer alıyordu: “Elveda çocukluğum, elveda gençliğim, elveda altmış yılım, hakkınızı helal edin” Türkiye’de dönüşümler böyle yapılıyor; insanlar yaşadıkları yerden koparılırken ya da bir yeri insanlardan söküp alırken oradaki hafızayı hiçe sayıyorlar. Bir gün bütün anılarımızdan helallik mi isteyeceğiz ya da kaldı mı hakkımız bir şeyde?

Anadolu Leoparı öyle çok soru ile doldurduki zihnimi fakat yüreğimle sormak istedim: Sizin anısına yakından tanıklık ettiğiniz bir Anadolu Leoparı’nız var mı?

“Derinden somut olaylar değil belki ama yaşadıklarım ve gözlemlediklerim o kadar içime sinmiş ki onu bir simge eylem ile tekrar dirilttim. Hayvanat bahçesi yerine başka bir şey, Fikret yerine başka biri de olabilirdi… Önemli olan onun duygusu. Bir çürümüşlük var ve o size zehir gibi yaklaşıyor ondan artık kaçamayan onun artık içine hapsolmuş birileri var. Bir çeşit soyut resim gibi bunu farklı şekillerde somutlaştırabiliriz. Doğrudan bir olaydan etkilenmedim. O dekadansı, o hissi, insanın doğasına ilişkin düşündüklerimi bir simge eylem yaratarak anlatmak istedim. Gerçek bir eylem kullanmak istemedim. Melankolik-mizahi bir şekilde içinde yaşadığımız dünyayı, toplumu ve aynı zamanda evrensel ölçekte zamanımızın dekadansını, çöküşünü irdelemek istedim. İlk soru ile bağlantılı her şey; o sancıyı taşıyorsunuz ve o bir şekilde somutlaşıyor.

Oliver Sacks “Hatırlamak Unutmak ve Yeniden Yaratmak Üzerine”de dinlediği bir anıyı kendisini de o fotoğrafa dahil ederek yeniden yarattığından söz ediyor. Anadolu Leoparı da benim için öyle oldu. Belki ben de Anadolu Leoparının absürt ve trajik hikayesini bir yerlerde okuyup unuttum ve sonra da onu bir metafor olarak yeniden yarattım. Şöyle ki bir hayvan var bu coğrafyada yaşıyor; heykelleri yapılıyor, resimleri çiziliyor, insanların hayatında yer ediniyor ve git gide yok ediliyor ve sonunda soyu tükenme noktasına ulaşıyor. Arada sırada haberlerde birileri çıkıp gördüğünü iddia ediyor, her yirmi senede bir tane vuruluyor. Var mı? Yok mu? Çoğalacak mı? Tamamen yok mu olacak? Bu sancıyı taşıyan, bu çürümüşlükten kaçmaya çalışan insanların soyunun tükenip tükenmeyeceği ve onlarla bir benzerlik kurması bakımından hoş bir metafor olacağını düşündüm. Biraz saldırgan bir tarafı da vardı zira filmin ana karakteri olan Fikret’in Türkiye’nin tek gerçek burjuva sınıfından gelmesini istedim. İdealizmini yitirdikten sonra hiçbir tarafa meyledememiş, boşlukta sallanan, konformist, kendine öfkeli, eylemsizliğini soylu bulan ancak aslında patolojik bir narsisizmin içinde olduğunun farkında olmayan bir karakteri parçalamak ve onu bir eyleme sürüklemek, dizlerini kanatmak istedim. Muhalif taraftaki, eylemsiz olup bunu soylulukla eşleştirip, ellerini çamura bulamayan insanları anlatmak istedim. Benim derdim patolojik narsisizmi irdelemekti.”

Eylemliliğe saldırdıktan sonra eylemsiz karakter en sonunda romantik bir adam dönüşüyor ve hiç tutmayacağı sözler veriyor. Her şeyi soylulukla yapan Fikret bir kadının hayatını da mahvetmemek adına tüm sorumluluğu üzerine almak istiyor fakat “Hiçbirimizin özgül ağırlığı yok burada sen hiçbir şey değilsin” diyerek onun narsisizmini parçalıyor yönetmenimiz.

“Üzerinize gelen o pis sudan hep kaçtınız, kapınızın önüne geldi kapıyı kapattınız, pencerenizin önünden geçti camınızı kapattınız, yukarıdan sızmaya başladı kovalar koydunuz, evinize girdi üzerinize yorganınızı çektiniz… Fikret de mevzi kaybederek yaşamaya devam ediyor. Konformizmi ve eylemliliğe geçmeye ilişkin o korkunç narsisizmi onun alanını daralttıkça daraltıyor. Leoparın öldüğünü görünce o suyun artık evini basacağını düşünüp süreci durdurmaya çalışıyor.”

O kirlilerden sızanlarda biz de boğuluyoruz, bir nefeslik yerimiz kalsın diye sızıntı yapan yerlere bezler mi tıkayacağız? Durdurmuyoruz ya, bir gün süreci yavaşlatacak bir Anadolu Leoparı’mız bile kalmayabilir elimizde. Hala gülebiliyorsanız bunu siz kimlere borçlusunuz bilmiyorum. Ben ölmüş şairlerle aşkı yaşıyorum, çoğu şiir ve şarkıyı kendi ruhuma yazılmış gibi kabul ederek keyif alıyor, kendimi bir şekilde mutlu kılmanın yollarını buluyorum. Aşkın karşımıza hep ansızın belirivermesini bekleriz, bazen soğukta üşüdüğümüzü anlamadığımız anlar gibi de sonra çıkar acısı. Tıpkı Fikret’in karşısına ansızın çıkan Gamze gibi… Emre Kayiş’in Çevirmen filmindeki Mülteci Yusuf’un zorlu hayatının içinde de işçilik yaparken kum taşıdığı el arabasıyla heyecanla yerde dönerek daireler çizdiren Amina ile karşısına çıkıyor aşk. Fikret’in söylediği gibi “Bazen insan burnunun ucundakini görmez uzakta zanneder” Fikret görse de o soylu haliyle kadının hayatını bir türlü bozmak istemiyor. Yusuf’u sorarsanız aşık olduğumuz da “Ben de bunu yapar mıydım acaba?” diye sorduruyor. Neticede pek çok aşkta olduğu gibi kadın ve erkeğin yolları ayrılıyor ve ben merak ediyorum ne oluyor bu kadınlara?

Kendi başlarının çaresine bakacağını bildiğimizden midir biz her iki filmin sonunda da kadınları göremiyoruz?

“Galiba bu tip karakterlerin hayatında etraflarını saran o düşmanca havanın içinde aşk onları bir biçimde sarıp sarmalıyor fakat karakterler ona izin vermiyor yahut bir şekilde katı gerçekliğe geri dönüyorlar. Yusuf bir mülteci ama Fikret de Jerzy Kosinski’nin deyimiyle bir iç mülteci… Belki de sebebi o iç mülteci hissini benim hep taşımam ile ilgili. O kadar tekinsiz bir atmosferde ki bu karakterler, aşk doğal olarak değil de bir kurtarıcı olarak ortaya çıkıyor. Bir süre sonra mecburen bunun gerçekliğini sorguluyor ve bunu gerçekten hissedip hissetmediklerini sorgulayınca duygunun gerçek olmadığını düşünüyorlar. Karakterleri çevreleyen tekinsiz atmosferin dezavantajı burada ortaya çıkıyor; galiba aşkın doğal oluşma halini ortadan kaldırıyor bu atmosfer ve ben o duyguyu karakterlerimin elinden almak durumunda kalıyorum yahut onlar ellerine yüzlerini bulaştırıyorlar.”

Anadolu Leoparı evimden zorla giyinip çıktığım sancılı Ankara günlerimden birinde yoluma ‘Gel kimsenin kabuğu kimseye benzemez ama içine sığdırmaya çalıştığımız ruhlarımız benzer sancıları duyuyor’ der gibi beni kendisini izlemeye çağırdı. Bir şeye birlikte üzülmekten de öte aynı ruh hissinde üzülebilmek başka… Bir derdin karşısına geçip birlikte sancımak çok kıymetli. Eğer siz de yüreğinizdeki anının konuştuğu dili size unutturmaya çalıştıklarında üzülüyorsanız ve filmi henüz izlemediyseniz mutlaka izleyin. Elinizi göğsünüze bastırdığınızda sancınız azalmasa da bir ruh ile buluşabilmenin hafifliğini yaşayacaksınızdır.

Sevgili Emre Kayiş ile film ertesi bu keyifli sohbeti yapmak adına evimden çıkarken bu defa Sohrab’a “Yine birisi beni çağırdı Sohrab ayakkabılarım nerede?” diye sorduğumda yüreğim hafif sordum. Bunun için teşekkür ederim.

Fatma Leylâ Ak, sanat tarihçi kent, bellek ve sanat üzerine yazar.