“Bundan sonra ancak yarım bir varlık olacağım;
ben artık eski ben olmayacağım. Gün geçtikçe kendimden kaçıyor, uzaklaşıyorum.”
(Montaigne, Denemeler, Kitap 2, Bölüm 17)
Yalnızlık kavramı bugünlerde üzerine çok düşündüğüm bir olgu. Bu kavramı konuşmak istediğimde ise aklım direkt çocukluğumda tanıştığım bir çizgi dizi karakterine gidiyor. Sponge Bob (Türkiye’deki adıyla Sünger Bob) çizgi dizisindeki Squidward karakterini, günümüzde birçok insan kendisiyle özdeştirir. Aslında bunun nedeni çok basittir. Squidward, Amerikan kapitalist toplumundaki, dolasıyla global kapitalist dünyadaki genel beyaz yakanın ve hizmet sektöründe çalışan sınıfın portresini çizer. Sünger Bob gibi bir çizgi dizide sürekli varoluş sancısı çeken ve kronik bir depresyon halinde olan bir karakterin olması dikkatimi çekmişti. Sonrasında Olivia Laing’ın “Yalnızlık kişiseldir ve aynı zamanda politiktir” sözü eşliğinde Squidward’ün mutsuzluğuna ve yalnızlığına tekrar bakma ihtiyacı hissettim.
Sünger Bob serisinin “Squidvile” adlı bir bölümü, Squidward karakterini odağına alır. Bu bölümde Squidward, artık Sünger Bob ve Patrick’in onu rahatsız edemeyeceği, nefret ettiği bir işte çalışmak zorunda kalmayacağı ve kendisi gibi sanat ile ilgilenen, hobi sahibi insanların olduğu bir yere gider. Artık hobilerine vakit ayırır, kültürel sermayesi daha geniş bir kitle ile vakit geçirir. Başta keyifli vakit geçiren Squidward, zamanla buradan sıkılır ve eskisi gibi yalnızlık çeker. Tıpkı nefret ettiği Sünger Bob ve Patrick gibi insanları rahatsız etmeye başlar. “Portal” adlı Youtube kanalı bu konuyu işlerken Squidward’ün bu davranışını monotonluğu kırma çabasıyla açıklar.1 Hatta devamında Alan Watts’ın geriye dönük yasasıyla açıkladığı, Squidward’ın “anda mutlu” olamadığı ve bu nedenle depresif ve mutsuz olduğu fikrini devam ettirir. Ben açıkçası bu görüşlere pek katılmadım. Squidward’ün mutsuzluğunun reçetesini “anda olmak” ya da monotonluğu kırmak diye sunmak biraz eksik kalıyor. Squidward’ın mutsuzluğunun kaynağını ben “yalnızlık” kavramı ile bağdaştırıyorum. Squidward mutsuz çünkü sevmediği bir işte çalışıyor, sevdiği aktivitelere yeterince zaman ayıramıyor ve sürekli rahatsız ediliyor. Günümüz kapitalist dünyasında birçoğumuz bu mutsuzluk nedenleri ile mücadele ediyoruz zaten. Ama Squidward ile ilgili kaçırılan nokta onun yalnız olduğu gerçeği. Yalnızlıktan kastım kesinlikle sadece romantik bir ilişkiden yoksun oluşu değil. Squidward bu mutsuzluk nedenleri ile çarpışırken sırtını yaslayacağı dayanışma ağlarından yoksundur. Onun hayatında farklı bir ütopya ihtimalini inşa edecek insan ya da insanların eksikliği vardır.
Yalnızlık ile ilgili yazılar genelde ya yalnızlık içinde dolanan abartılı ve yoğun anlatılardan ya da yalnızlık olgusunu patolojik bir durum gibi algılayıp, onu ortadan kaldırmaya çalışan metinlerden oluşur. Bunların her iki şekli de beraberinde bir sürü sorun doğurur. Yalnızlık ile ilgili en dikkat çekici ve farklı yaklaşımlardan birini de Hannah Arendt yapmıştır. Arendt totaliter ve baskıcı rejimlerin yalnızlığı kullandığını ve yalnızlığın insanları totaliterizme yatkın hale getirdiğinden bahseder.2 Totaliter ve baskıcı rejimlerim var olma şartlarından biri de bireyi izole ederek, insanların politik zeminlerini yok etmek ve kamusal hayatın gerçekliğinden uzaklaştırmaktır. Bunun bir sonraki adımında ise özel hayatı yok ederek, bireyleri yabancılaştırır. Onları yalnızlığa iterek kendisini buradan inşa eder. Bu durumda bizim bu yalnızlığı aşmamız için tek araç dayanışmadır. Burada kastettiğim dayanışmanın her türlüsü. Eğlenmeye ihtiyaç duyduğumuz zamanlarda eğlenceli bir parti yaparak eğlenceyi örgütlemek kadar basit bir şey bile olabilir. Bu dayanışma ve örgütlülük arkadaş, kardeş ya da sevgili gibi ikili ilişkilerimizde bile olabilir. Zaten en yakınımızdakiyle bu dayanışma formunu inşa edemezsek bu ilişki ne kadar sağlıklı bir ilişki olur? Dayanışmayı hayatımızın merkezlerinden biri haline getirmedikçe mutsuzluk genelde kaçınılmaz olacaktır. Dayanışma, yalnızlığın ve mutsuzluğun kesin çaresi değildir belki ama hayat (ya da sistem) bize sert vurduğunda akıl sağlığımızı korumak için bu örgütlülük formlarına ihtiyacımız olduğu su götürmez bir gerçektir. Özetle psikolojik sorunlarımızı tek bir ana tek bir kişiye indirgemek bizi genelde yanıltır. Sorunlarımıza daha toplumsal, politik ve tarihsel zeminden bakmak bize biraz daha doğru bir bakış açısı verecektir.
Yalnızlık ile ilgili düşünürken aklıma ilk gelen figürlerden birini anmadan yazıyı bitiremeyeceğim. Bu isim Charles Baudelaire’in “çünkü bana benziyordu” diyerek yıllarca üzerine çalıştığı ve çevirilerini yaptığı, Guillaume Apollinaire’in cephede kafasına şarapnel isabet etmeden önce onun ile ilgili bir eleştiri okuduğu şair ve öykü yazarı Edgar Allan Poe’dur. Poe’nun yalnızlığının dikkat çekici tarafı, bu olguyu üretiminin merkezine yerleştirmesi ve dehasını buradan inşa etmesidir. Sanırım onun inşa ettiği yalnızlığın çekiciliği de buradan gelir. Yalnızlığı olumsuz bir olgu olmaktan çıkararak kendisinin varoluşuyla birleştirir. Squidward’ün yalnızlığından farklı bir yalnızlıkla karşımıza çıkar. Bu yüzden aynı zamanda farklı yalnızlık formlarının da olduğuna da değinerek Poe’nun “Yalnız” şiirinin bir bölümünden alıntıyla yazıyı bitirmek istiyorum. Dayanışma ruhunun daim olması dileğiyle…
“Başkaları gibi değildim çocukluktan beri,
Görmedim başkalarının gördüğü gibi-
Ortak bir pınardan almadım tutkularımı,
Aynı kaynaktan almadım kederimi.
Uyandıramadım yüreğimi sevince aynı seste
Ve sevdiğim her şeyi yalnız sevdim.”
1 Bknz. https://www.youtube.com/watch?v=mqAM26XyhmM&t
2 Bknz. Hannah Arendt (2021) Totalitarizmin Kaynakları 1 – Antisemitizm, çev: B. Sina Şener, İletişim Yayınları
Okuyunca aklıma Cehenneme Övgü Gündüz Vassaf’ı getiren yazınız…
Şiirsel önsozünde :
“Ufaktım. Yaşadığım bir şeye yetişkinlerin inanmadığını, annemin de yanılabileceğini fark edince çok şaşırdım. Kendimi tutamayıp uzun süre güldüğümü hatırlıyorum… Yatılı okula gittikten birkaç ay sonra kedimin öldüğünü öğrenince anladım yalnızlıktan, sevgisizlikten ölünebileceğini… ” der.
‐—–‐————-‐-
Totalitarizmin kendini yeniden üretmesi, bireylerin sınırlı bir özgürlüğe razı olmasıyla gerçekleşir.Keza seçme özgürlüğümüz düzenin sunduğu kadar vardır.Dolayısıyla seçme özgürlüğümüz kendi tutsaklığımız değil de nedir ??? diyorum ben de..