Türk edebiyatının önemli kalemlerinden, bugüne kadar 60’ı aşkın çevirisi kitaplaştırılan yazar ve çevirmen Tomris Uyar, 23 yıl sonra yeniden Can Yayınları’nda!
Tomris Uyar’ın mayıs ayında okurla buluşacak kitapları arasında, 1965-1970 yılları arasında yazdığı on yedi öyküden oluşan ilk kitabı İpek ve Bakır, ilk olarak 1973’te basılan Dizboyu Papatyalar ve annesinin yağlıboya portresi üzerinden 1930’ların “diğer” kadınlarının hikâyelerini ele aldığı Otuzların Kadını yer alıyor.
Uyar, İpek ve Bakır’da aile içi çatışmalar, yalnızlık, çocuk eksenli öyküleriyle küçük burjuva kökenli insanların yaşama biçimleri üzerine yoğunlaşıyor. Sonraki yıllarda daha da keskinleştirerek işleyeceği temaların ilk örneklerini gösteren kitabına yıllar sonra dönüp baktığında şu yorumu yapıyor yazar: “Bu yaşta tıpatıp öyle yazmazdım onları belki; biraz daha mı damıtırdım, bazı sözcükleri mi değiştirirdim yoksa biraz daha deneyim yükleyip o genç-öyküyü yokuşa mı sürerdim bilemem. Zaten hepsinin altına imzamı gönül rahatlığıyla bugün de atabileceğime göre fark etmez.”
Annem saçlarımı bile örmüyor artık. Babamla yalnızlıklarına çekildiler. Birlikte ve ayrı ayrı. Kalorifer borularıyla dolu bu sımsıcak şehir odasında, kullanılmayacak ucuz likör kadehleri, deterjan adları, koca bir buzdolabı, transistörlü radyo ve çöp kokuları arasında ufaldılar. Biliyorum, akşamları kapı önlerine birikip eski konuşmaları sürdürmeler, türkü çığırmalar, oya işlemeler bile geçirmiyor bu küskünlüğü. Buralı değiliz. Babam, eski babam değil. Annem saçlarımı bile örmüyor.
Dizboyu Papatyalar’da yer alan öykülerde Tomris Uyar, hangi sınıftan gelirlerse gelsinler, yaşadıkları baskılara boyun eğmeyen bireylerle onların uyumlu sınıftaşlarının kişilik ve değer çatışmalarına yer veriyor. Tomris Uyar’ın her zamanki yalın, süssüz anlatımı içinde kendine özgü kurgu ustalığıyla yarattığı bu öyküler, edebiyatımızın kalıcı yapıtları arasında yerini alır.
Evet, iyi bildin. Hep kapalı yere veririm sırtımı otururken. Tezgâha, varsa. Çünkü çok tattık arkadan gelen serseri kurşunları, çok gördük sarhoşluk numarasına vurup bıçağı geçiriverenleri insanın ciğerine. Alışınca kolaydır inan. Zorlu yıllardan kalma bir alışkanlıktır, gelir kendiliğinden yerleşir yüreğine. Herifler haklı çünkü. Adam vurmaktan on yıl yatana kim iş verir çıkınca? Ama biz de haklıyız. Yani yaşayacağız.
Otuzların Kadını’nda ise annesinin 1936’da Osman Hamdi tarafından yapılmış yağlıboya portresinin iç çizgilerini okumayı deniyor Tomris Uyar. Onun yaşadığı dönemdeki toplumun dış çizgilerini saptamakla başlıyor bulmacaya: Nesnel ve kişisel tarihin dökümünü yapıyor. Yine de bu tür bilgilerin özgün bireyleri açıklamakta fazla işe yarayamayacağı inancıyla kendi yaşamı süresince tanıdığı, kimi zaman fiziksel özellikleriyle kimi zaman davranışlarıyla onu andıran otuzların öbür kadınlarının öykülerinden yararlanıyor. Onun, odaktaki portrenin katı çerçevesinden kurtulup özgürlüğüne, eski canlılığına kavuşması, günümüzde de –sayıları her ülkede gitgide azalan– türdeşleri arasına karışması için.
Kalabalık bir çarşıda, kızgın güneşin altında kalmış bir kedi yavrusu kadar çaresizim. Geçmişi silinmiş birini anlatmak zorundayım. Yeni çaresizliğim ondan. Ertelenmiş bir ceza olsa seve seve çekerdim. Değil ki. Yaşandığı sırada çok güzel geçmiş ama artık anıları bile silikleşmiş bir tatilin, bir turizm şirketinin ayarladığı eski bir yaz tatilinin, kış ortasında önüme gelen son taksiti, son faturası gibi duruyor karşımda.