(Lütfen dikkat! Birazdan okuyacağınız bölümde ismi geçen bazı karakterler, Kadınların Öldüğü Yer romanı ile doğrudan bağlantılıdır; çünkü bazı hikâyeler, “son” diye yazılıp bitirildiği an başlar.)
Sevgili Eeva,
İnsan dediğimiz varlık; yaşadıklarına yüklediği anlam, verdiği değer, çektiği acı, hissettiği sevgi kadar var olur; aksi takdirde gerçek olamayacak kadar yoktur. Birini sevdiğinde, duygularındaki cesaret belirler kendi değerini. Birini kaybettiğinde ise, duruşundaki metanet belirler kendi bilgeliğini. Neticede önce yandığı, sonra kanadığı yerden yeniden doğar insan, ölümün arkasından gelen doğum gibi. Neticede duyguları yoksa hiçtir insan; silinip gider evrende hiç var olmamış gibi…
Ah sevgilim, sana yazdığım bu mektuplar amacından şaştı; tehlikeli bilgiler içermeye başladı, diğer evrenin geleceğini etkileme ihtimali olmasının yanında; beni hiç tanımayan biri yazdıklarımı okusa, kesin aklımı kaçırdığımı düşünüp deli der bana. Kimseye okutmamalı, gizli bir yere saklamalı, belki ben de unutmalıyım eve döndüğüm anda. Bak, iyi ki aklım biraz olsun başımda; her şeye rağmen hâlâ… Keza önce yüreğimi sıkan ve uykularımı kaçıran, sonra da beni parçalayan ve dağıtan bir hikâyeyle geliyorum sana. Her şeyi anlatacağım, ama sırasıyla.
En son mektubumda uyumalıyım diye yazıp noktayı koymuştum ama yapamadım. Yangından ertesi gün, gündüzü gece etmiştik ya hani. O gün öğle saatlerinde pansiyon odamızda uykuya dalan Ella’nın yanı başında yazdığım önceki mektubumu akşam saatleri henüz bitirmiştim. Göz ucuyla Ella’yı kontrol ettim. Netta havası ona yaramıştı belli ki; başını yastığa her koyuşunda olduğu gibi deliksiz uyuyordu. Fırsat bu fırsat diye içimden geçirip telefonumu kaparak, hafif ve zarif adımlarla odadan çıktım; hem taptaze havayı koklamak hem de gizli eylemler uygulamaktı niyetim. Yolculuk boyunca Ella bana her seferinde engel olmuş, annesini arayıp haber vermeme karşı çıkmış olsa da, hislerimi takip ederek kendimce doğru olanı yaptım; o uyuduğu sırada gizlice aradım. Dış verandada dikilip karşımdaki –havada yüzen bir sis denizi içindeki– şaşalı ve karlı ormanı izleyerek konuştum malum kadınla. Bir dostumun refakatinde seyahat ettiğimi belirterek, ikimizin kendisini ziyaret edeceğini söyleyince şen şakrak karşılık verdi; tereddüt dahi etmeden evine davet etti. En azından, sandığımdan daha iyi bir buluşma olacağı önceden netleşmiş oldu.
Aramayı sonlandırıp odaya döner dönmez uyumaya yeltensem de, Ella ile konuştuğumuz ve yaşadığımız onca şeyden sonra tek damla uyku yoktu gözümde. Duş almıştım, ama pijamalarım yerine temiz günlük kıyafetlerimi geçirmiştim üzerime. Nihayetinde uyumayacaktım; sersemliğimi anca atabilmiş, pek çok şeyi anca idrak edebilmiş, fazlasıyla ayılmıştım. Hele hele, tepedeki kadın ile Ella’nın ne türden ilişkisi olduğunu değil merak etmek, düşünmek dahi istemezken, gözümü her kapatışımda kadının o tehditkâr varlığı beliriyordu zihnimde. Dehşete kapıldığım böylesi bir anda, Ella’nın yatağı dibindeki sandalyede buluverdim kendimi. O esnada ben bir sandalyede oturuyor olsam da, bazı şeyler –tam tezatlıkta– oturmuyordu aklıma. Hâl böyle olunca, başka bir odadan gelen akustik ve melankolik gitar nameleri kulağımı sıyırırken, onu seyrederek düşüncelerde kaybettim kendimi. Kucağımda ise seyahatnamem; onun anlattıklarını yazdığım satırlar; her biri kaba saba iğne darbeleri gibi batıyordu her yerime. İnanasım gelmiyordu belki de; bize göre farklı hayatlar yaşamış olan insanların, bir vakitler bir yerlerde birbirlerini öldürüşüne. Nitekim ben çok yabancıydım böyle şeylere; bu yüzden buğulanmış gözlerimle bir yandan Ella’nın anlattıklarını defalarca okuyordum, diğer yandan ona bakıyordum. Netta’nın karanlık yansımasının gölgesinde kalmış bir evrende, ölüp yitenlerin sere serpe zeminde yattığı hayat filmi kesik kesik zihnime inerken, gözümün önüne düşüveren kanlı sahneler yüzümü acıyla ekşitmeme sebep oluyordu; aynı anda ağzıma gelen kekremsi tat ise cabası. Oysa o, tüm bunlara rağmen uyurken öyle masumane görünüyordu ki, kolu kanadı kırılmış olsa da, ruhundaki saf çocuğun ışığını söndürmemişti besbelli.
Sen de bilirsin ki Veera kıyamazdı; çünkü Veera her halükarda empatiyle bağ kurardı; hatta Veera, oturduğu yerde sessizce ağlayıp iç sesleri ile hesaplaşacak kadar sağlamdı. Kuzey bölgesinin çekik gözlü şaman soyundan gelmiş olan annem, seni kaybettikten sonraki yas sürecimde bilge ifadesine bürünüp karşıma geçmiş ve şöyle demişti: “Dingin ve aydınlık biri olabilirsin, ama içinde uyuyan agresif ve karanlık bir yansıma ile psişiksin. Eğer olur da uyanır başına dikilirse, onu iyice tanıyıp ehlileştirmeyi bilmelisin, yoksa her şeyi mahveder.” Tam da şimdiye göre cümlelerdi galiba; zira kendi karanlığım gibi yaklaşmalıydım Ella’ya. Sonuç olarak bir kez daha anlamıştım kendi içimi; kendi yaralarımın üstünü örter gibi Ella’nın yorganını örterken ona kıyamayacak kadar anlamıştım, şifa verip iyileştireceğim karanlık yansımamın ondan başka kimse olamayacağını… Zira anlamıştım onun içini; onun örselenmiş, terk edilmiş, her şeyini yitirmiş bir yetim olduğunu, ayrıca ona tüm şefkatini verip annelik etmiş olan kadını her şeyden çok seviyor olduğunu ve o kadını öldürenleri öldürmüş olduğunu… Sana dediğimi hatırla Eeva, ben hep evlat edinmek isterdim, sense tam tersi. Ella’nın varlığının kanıtı ile sen de görüyorsun işte, anneler ile evlatları arasındaki derin bağlar için illa biyolojik bağlara gerek olmadığını…
Derken ben yorganını düzeltip üstünü iyice örtüyordum ki, aniden gözlerini açıverdi. Kısık ve buğulu; daha çok sisli gri; direkt bana kaydırdı o gözleri. Yatak keyfini bozmaksızın, “Saatlerce orada, o kıytırık sandalyede oturduğunu söyleme sakın,” dedi bana. Neyse ki hep cana yakındı bana; biraz alaycı olsa da.
Utangaç bir tebessümle süzüldüm ki zaten melankolimi içimden atmakla meşguldüm; sessiz kaldığım o dakika odamızı süzdüm. Bir kere sandalye hiç de kıytırık falan değildi, hatta odamız o güne kadar kaldıklarımızın en konforlusuydu; film arşivi olan televizyonu, çift kişilik iki yatağı bile vardı. Üstelik bir köşeden öteki köşeye dek uzanan pencereye doğru bakınca karlı dağları ve çamlı ormanı görebildiğin, yarı ahşap yarı cam, sıcacık bir oda; dışarıdan bakılınca maceraperest dağcı turistlerin konakladığı şirin bir pansiyondu bura; nehrin dibindeki dağın eteğinde, bir düzine verandalı bungalovdan oda ve bir restoran yan yana…
Silkelenip kendime gelince, seyahatnamemi sol elimle sallayarak, “Boş boş oturmak veya uyumak yerine saatlerce yazdım tabii ki,” dediğimde, Ella’nın gözlerinin ışıldaması ile ayılması bir oluverdi. Hevesli bir çocuktan farksız tavırlarıyla, “Ben de okuyabilir miyim? Hem yazım hatalarını düzeltirim, bu konuda iyiyimdir,” diye karşılık verdi. Elbette okumasını istemediğimden boş bulundum, bakışlarımı ondan kaçıracak kadar sustum. Bakakaldı bana; suskunluğuma mana ararcasına hâlimi inceledikten sonra iç çekerek doğruldu ve keyfi kaçmış gibi konuştu. “Demek anı defterini benden gizliyorsun ha? İntikamcı bir katil olduğumu da yazdın mı yoksa? Ne de olsa sizin gibi değilim; sizin gibi evrimleşmedim, evrimsel medeniyet şokunu resmen yandan yemiş vaziyetteyim,” diye söylenerek kinayeli laflar edince, biri yarı uykulu diğeri uykusuz iki insan için hararetli bir sohbetin içine dalıverdik.
Onaylamaz bir ifadeyle gözlerimi yumup başımı iki yana salladım. “Sandığın gibi değil,” diye söylenirken elimi onunkinin üzerine koyup devam ettim: “Bu yolculukta benim öteki yarım olmanla gurur duyuyorum. Ya sen dün gece bir kahraman olduğunun farkında mısın? İki hayat kurtardın. Geçmiş, gelecekte yaptıklarınla telafi edilebilir ve kefaret neyse elbet ödenir. Ama öyle ama böyle kirli sayfaları çevirip temizi açarsın önüne. Baksana kalbine, geçmişinin o kirli sayfalarını çoktan çevirdin, değiştin bile. Ayrıca ben senin, vaktinde yaptıkların için kendine göre haklı nedenler olduğunu anlayabiliyorum,” der demez aklıma telefon konuşmam gelince duraksayıp ekledim. “Aslında, annen gibi sevecen bir kadının android formunda kötü birine dönüşmüş olmasını hâlâ anlamıyor, hayal dahi edemiyor olsam da,” dediğimde hemen lafa girdi. “Yanlış anlamışsın, dediklerimi çarpıtma,” diye başladı düşüncelerimi düzelten sözlerine. “Kötü değildi; sadece önceden bildiğim ve sevdiğim annem gibi davranmıyordu, o kadar. Aslına bakılırsa bilindik insan ile kıyaslandığında empati duyguları fazla gelişmiş bir android olduğu netti; tüm insanlığı ve diğer canlıları kurtarmayı her şeyinin merkezine koyup kaosa savaş açmış, ama kaosun ateşini körüklemişti. Tek yanlışı fazla agresif hamleler yapmasıydı. Velhasıl geldiğim dünyanın yozlaşmış döneminde şiddet hem çekici hem de itici bir güçtü. Kaldı ki zaten gelecekte Lofn’un başardığı gibi ilahi ve pasifist bir devrim yapması bir android için mümkün değildi. O savaş aklıma geldikçe kusacak gibi oluyorum; suçsuz bir sürü androide ve muhalif azınlıklara kesildi faturası; zavallıların hepsini tek tek yakalayıp katlettiler. Buradaki gerçeklikte ayrımcılık yapmamak adına hiçbir şekilde ırklardan bahsetmediğinizi biliyorum ama sen Veera, benim loncamdakilerin yarısı gibi Sami ırkındansın; benim gerçekliğimdeki gelecekte senin köklerinden olan çekik gözlü yerlilere yapmadıklarını bırakmadılar. Büyük bir soykırımdı bu! Gerçi kısa zaman önce ancak anlayabildim kaderin herkes için çizdiği yolu. Herkesin üstlendiği görev ile olması gereken buymuş meğer. Yıllar önceme ait, bambaşka ve çok uzun, hatta alengirli bir hikâye bu, unut gitsin, hatta dün geceki olayı da unut!” deyip sustu.
Mademki unutmamı istiyordu, bir daha bu konuları açmamak en doğrusuydu. Aman! Zaten ben de unutmayı yeğlerdim. Derken, bana kızacak olmasını göze alarak asıl konuya girdim. “Şey, ben, anneni aradım,” dedim neredeyse kekeler gibi. Bunu duyar duymaz sırtını yastığa dayamasıyla donuklaşan gözlerini benimkilere kilitlemesi bir oldu tabii. Anlatmamı istercesine ürkek bir merakla yüzüme bakakaldığından devam ettim: “Çok konuşmadık, sadece bir dostumla birlikte yolumun şehre düşeceğini, kendisini görmeyi istediğimi söyleyince, ikimizi de evinde bir akşam yemeğine davet etti, hem de önümüzdeki cumartesi… Yani buluşma gününü teyitlediğimizden bir iki gün daha burada kalıp dinlenebilir, sonrasında yola çıkıp dosdoğru evine gidebiliriz. Bana kızdın mı?” diye sordum.
Gayet sakindi; sanki benden beklediğini yapmışım gibi. “İçindeki sesi dinleyip uygun olan neyse onu yaptığın için sana kızamam,” diye cevap verdi yatıştırıcı bir ses tonuyla. “Demek önümüzdeki cumartesi ha? Üstüne üstlük şubat ayında!” diye mırıldandıktan sonra üstümü başımı süzerek es verdi. Baktıkça baktı, ta saçlarımdan asimetrik siyah kazağıma, kot pantolonumdan vintage botlarıma kadar. Öyle bir incelemişti ki beni, kendimde terslik ararcasına bir yandan üzerimdekilere, diğer yandan ona bakıyorken, “İki ricam olacak,” diyerek devam etti: “Eğer yemeğe gideceksek, öncesinde kıyafet alışverişi yapmalıyım, ayrıca saçlarımı kesmeni istiyorum, bu konuda bana yardım eder misin?”
Başımı hevesle sallayarak, “Seve seve,” dedim. Aklındakini uygulamaya geçirene kadar bilemeyecektim, görünce de dönüştüğü kişiye hayret edecektim. Gerçi hep derdim, kıyafet ve saç tarzındaki değişiklik, insan ruhuna iyi gelir diye. Hâlbuki onunkisi öyle bir değişiklik değildi; âdeta başka bir kişiliğe bürünmekti. Bu değişimi gördüğüm ilk an içimden geçen, “Ella’nın bu yeni ve hayli çekici tarzını, şimdi Sónata görse düşüp bayılabilir, hatta bir kez daha âşık olabilir,” cümlesinden başka bir şey değildi.
Anayol üzerindeki alışveriş merkezine gitmek için mecburen sabahı bekleyeceğimizden, o akşam ilk olarak saçlardan başladık elbette. Büyük beden siyah tişörtü içinde yarı çıplak yataktan çıktığını görünce, telefonumdaki blues şarkılarını açarak sabırsızca dikiliverdim karşısına; elime makası aldığım gibi, “Nasıl bir şey olsun?” diye sordum ona. Odanın ortasına –duvardaki boy aynasının tam karşısına– çektiği sandalyeye oturup, “Seninki gibi omuzlara kadar değsin, gerisini kes gitsin!” diye cevap verince makası vurdum hâliyle. Kül renkli ipeksi ve upuzun saçlar zemine düşerken sorup durdum kendime, bu değişim olayı bir yas ritüeli mi, yoksa sadece çocukluğa dönüş olabilir mi diye. Yahut üçüncü hayatına yaraşır biçimde Nettalı Ella’ya dönüşüyordu belki de. Yasa veya geçmişe dönüş yerine, Nettalı Ella’ya dönüşmesini tercih ederdim haklı gerekçelerle. Aman neyse ne, kendimce psikanalizci yazar tespitlerimi yapıp durdum işte. Saç kesme işi bittiğinde aynı anda karşımızdaki aynaya bakıp kalmıştık ikimiz birlikte. Öyle şapşal ama bir o kadar benzer bir tebessüm yayılmıştı ki yüzlerimize; ben şaşkınlıkla eserimi izliyorken, o da ilk defa tanışıyormuşçasına yeni kendini inceliyordu. Hiç kuşkusuz, pozitif ve fevkalade bir değişim oldu bu. O dövmeleri yok mu? Bu yeni tarzıyla her biri, sanki daha estetik görünüyordu gözüme. Bir de, o yangın olayı onu fazla yumuşatmıştı nedense; o gece ne yaşayıp kendinde ne gördüyse, kökten değişmek istemişti büyük ihtimalle.
Rutini bozulmuş, öğünlerini atlamış iki insana göre, karnımız gurul gurul ötüyordu tabii. O akşam devam eden saatlerde restorana gittik ve nasıl yediğimizi anlamadan tıka basa doyduk. Ellerimizde büyük kahve bardakları ve çikolatalı keklerle gece yarısı odamıza döner dönmez, yataklarımıza uzanarak iki saatlik bir film keyfi yaptık. Kültleşmiş bir bilim-kurgu olunca, gözümüzü kırpmadan, çıtımızı çıkarmadan izledik tüm filmi. Hayal etsene; lacivert bir gece, elde kahve, önümde film sahneleri, pencerede kar taneleri… Karşı konulmaz bir eğlence değil de ne? Bu faydalı etkinlik ardından Ella kitap okuduğu sırada sükûnete yenilip uyuyakalmışım. Öyle tükenmiş hâlde bayılırcasına uyumuşum ki, sabah uyandığımda üstümü örttüğünü fark etmemle ilk aklıma gelen horlamadan uyumuş olduğumu ummaktı. Bunu yapıp yapmadığımı utançla Ella’ya sorunca, gözlerini kırpıştırıp dudaklarını büzecek kadar cevapsız bıraktı. Yastığımı düzeltip beni çevirmişti herhalde. Neyse…
Her şeyin ötesinde, Ella’yı baştan yaratacağımız yeni bir güne uyanmış olmaktan coşkuluydum. Ki zaten sabah saatlerinde arabaya atlayıp anayola vardık, birkaç kilometre ilerleyince de elips şekilli bir alışveriş merkezinin önünde bulduk kendimizi. Hiç vakit kaybetmeden, biraz da benim sabırsızlığımdan kaynaklı koşar adım daldık içeri. Neredeyse her kafaya göre her tarz kıyafetin satıldığı o kocaman mağazalardan birine girmiştik. Ella neye bakacağını sapıtmış bir hâldeydi; yardım istemeden edemedi. “Ne olur, benim için uygun olan bir şeyler seçer misin? Ben seni kabinde beklerim,” dedi. Zevkime güvenmesi o kadar hoşuma gitmişti ki, ona yakışacağını düşündüğüm ne bulduysam kucakladım; pantolonlar, gömlekler, suni deri montlar ve botlarla soyunma kabinini arşınlamaya başladım. Yarım saat sonra kendine yakıştırdıklarını giymiş hâliyle kabinden çıkınca da, ardına kadar açtığım gözlerime inanamadım. Yolda görsem tanımam desem abartmış sayılmazdım, çünkü tepeden tırnağa farklı görünüyordu, orası kesin. Kabaca tarif etmem gerekirse, ne maskülen ne de feminendi; yani âdeta yeni nesil bir Nettalıdan farksızdı. Biraz kasabalı, biraz şehirli, biraz entelektüel, biraz oturaklı, ama hafiften pervasız bir uçarı… Saçlarını geriye atıp şekil vermesinin yanında, vintage koyu kahve bir motosikletçi montu, bordo ekoseli bir ormancı gömleği, siyah renkli eskitme bir kot pantolon içindeydi, ayağında da eskitme botlar…
“Çok yakışmış! Tam bir Nettalı olmuşsun!” diyerek resmen klişe bir tepki ile hislerimi ifade ettim; daha yaratıcı bir cümle kurabilirdim ama beynimdeki karıncalanma hissinden olsa gerek, beceremedim. Of Ella! Ağlak gözlerini benimkilere dikerek konuşmaya başladı. “Aslında olması gerektiği gibiyim; kendi hâlim bu benim. Eğer ki hayatım düzgün gitseydi, yani annem ve diğerleri hâlâ hayatta olsaydı, işte şimdi aynen böyle biri olacaktım. Kör olasıca kader işte ne yaparsın?” dedi içimi burkarak. Üstüne üstlük bir de boynundaki –gizlediği için ilk kez o an gördüğüm– kolyeyi çıkarıp bana göstererek, “Tüm ailemin küllerini bu kolye ucunda taşıyorum,” demez mi? Ah sevgilim! Lütfen yorum bekleme! Bunun üzerine hislerimin tarifine dair tek kelime yazmamı bekleme benden! Nihayetinde buradaki sensiz ben, küllerle boğulacak kadar nefessiz kalıyorum halen.
Hâlinden öyle memnun görünüyor, öyle tazelenmiş hissediyordu ki, üstünü dahi değiştirmedi; haklı olarak lateksli derilerine dönmek istememişti. Anlattığı/anladığım kadarıyla hayatının önceki döneminde siberpunk geçmişi olan diğer evrenin geleceğinde yaşamışlığından, sert görünüşlü distopik ve sentetik bir habitata entegre olmuştu. Oysa artık siberpunk değildi; tamı tamına ütopik olan; interneti abartmadan, hatta teknolojiyi bile hiçbir canlıyı tehlikeye atmayacak biçimde kullanan organik bir solarpunk evrende; Netta’daydı. Geçmişine elveda dercesine çıkıştaki geri dönüşüm konteynırına atıverdi eski kıyafetlerini. O yeni tipiyle ve satın aldığımız diğer yedek kıyafetlerle pansiyona döndük. Pansiyon yolunda ilerlerken, yüzündeki mahcup ifadenin sebebini merak ederek sürmüştüm arabayı. Kendimizi odaya atar atmaz iyi olup olmadığını sorunca, fazlasıyla yardım edip didindiğimi, bir gün mutlaka ve mutlaka başka bir şekilde borcunu ödeyeceğini söyledi. Bu sözleri beni ondan beter mahcup etti; karşılıksız iyilik, dostluktu benimki; söz etmek gereksizdi.
Derken konuyu değiştirdim. “Hadi, sürpriz yapıp Sónata’yı arayalım, bir video konferans yapalım da seni görsün,” dedim. Aradık. Zavallı âşık, hemen de cevapladı aramayı. Muayenehanesindeki ofisindeydi; beyaz önlüğünden görünen o ki, çalışıyordu. Ama bir gündür Ella’dan haber alamayınca, âdeta telefona yapışık hâlde beklemiş olduğunu fark edişim sebebiyle hüzün yüklü bir tebessümle baktım ona. İlk olarak ben çıkmıştım kameranın karşısına, tabii hemen Ella’nın nerede olduğunu sordu bana. Yaramaz bir kıkırdama ile karşılık verdiğim esnada Ella gelip aniden yanıma oturunca, onu görür görmez gözlerini belerterek, “Nasıl ya!” deyip kaldı. Sonra da davetkâr bakışlarını Ella’ya diktiği gibi direkt onunla konuştu. “Merhaba, tanışıyor muyuz? Sevgilimi gördün mü acaba? Burada onu özlemekten bitmiş tükenmiş, çaresizce ezilmiş durumdayım da. Bu yüzden sevgilimi atıp senin gibi seksi bir yaratığın cazibesine kendimi bırakabilirim, çünkü biliyor musun, her gece rüyalarımda ben…” diye başlayıp devam etti esprili sözlerine.
Sónata her daim cilveliydi sevgilisine; ideal sevgili tipim olan senden pek farkı yoktu, nasıl da takılgan ve utandıran, ama aynı zamanda güven veren ve motive eden bir kadındı görsen. Bu noktada ben, yana doğru kaya kaya kadrajdan çıktım mecburen. Ama kulak misafiriydim konuşmalarına. Yaklaşık bir saat boyunca uzun uzun sohbet ettiler yanı başımda; neler yaptığımızı sevgilisine tek tek anlattırmıştı Sónata. Aramayı tam sonlandırıyorlardı ki garip bir ifadeyle gerildi Ella. “Kamerayı yüzüne yaklaştırsana,” dedi Sónata’ya. Onu dikkatle inceledikten sonra, “Hmm… Betin benzin neden böyle atmış görünüyor senin? Hasta mısın?” diye sordu ona. Sónata ise onu sakinleştiren hızlı bir cevap verdi. “Son günlerde çok çalışıyorum, bu yüzden kendimi aşırı hâlsiz hissediyorum, ayrıca senden uzak kalınca üzülmeden edemiyorum, durum bu. Endişelenme. Hadi öptüm, bir kurdun ortopedi ameliyatı beni bekliyor,” deyip kapadı.
O sırada ormandaki nehir kıyısında yürüyüşe çıkmaya hazırlanıyordum; oda kapısı önünde montumu giyiyordum, ancak ekran kararıp sevgilisi kaybolduğu an Ella’nın boynunun büküldüğünü gördüm. Yatağın ucunda eğri büğrü oturup kalmıştı. Enkazdan farkı yoktu; parmağımın ucuyla hafifçe ittirsem düşüverecekmiş gibi görünüyordu. İşin aslı şu ki, elindeki telefona dalıp gitmiş vahim vaziyeti içindeki çaresizliği dışa vuruyordu. Yardımı olacak iki çift dost lafı etmem gerektiğini düşünerek yanına oturdum. “Demek abayı fena yaktın ha?” diye sordum. Önce derinden bir iç çekti, sonra fısıltıyla cevap verdi; sanki birilerinin duymasından korkuyor gibiydi. “Abayı öyle yaktım ki içten dışa yanıyorum, öyle fena bir durumdayım ki kaybetme ihtimali yüzünden korkudan inliyorum, çünkü bundan sonraki hayatımı yalnızca onunla geçirmek istiyorum ama bunu nasıl yapacağımı bilmiyorum. Buraya gelirken düşüneceğim en son şeydi aşk. Hâlbuki şimdi ondan başkası yokmuş gibi hissediyorum ki zaten geldiğim yerde sevip özlediğim, geri dönmek için nedenim olacak hiç kimse yok,” dedi ağlamaklı ve çatallı bir ses tonuyla.
Kendi kalbimi gördüğüm dürüst ama kırık aynalara bakar gibi bakıyordum ona. Hatta iç seslerimden geçen ne varsa çekinmeksizin söyledim. “Öyleyse geldiğin yere, yani diğer evrene dönmeme gibi bir şansın varsa, onunla olmak istiyorsan kullan o şansı,” dedim. Kaşlarını çatıp yan bakacak kadar bozuldu ifadesi. “Of Veera, of!” diye başladı aklımı karıştıran krizine. “Hiç bilmiyorsun, milyon tane evrende bu konuda bana tavsiye verecek en son insanın sen olduğunu, nasılsa ileride bir gün anlayacaksın bu durumu,“ diye mırıldandığında allak bullak oldum. “Ne ima ediyorsun?” diye sordum. “Hiçbir şey, kendi derdimden saçma sapan konuşuyorum işte!” diyerek kestirip attı. İçime de huzursuzluk kattı.
Böyle üstü kapalı laflardan hakikaten hoşlanmıyorum, bu yüzden saatlerce onunla konuşmayacak, imalarına kafayı takıp duracaktım. Öyle de yaptım; kendimi hemen dışarı attım! Ve dönünce de onunla konuşmadım, tıpkı oyun arkadaşına küsmüş küçük bir çocuk gibi kaçtım ondan, ta ki iki saate karşıma geçip kendini düzgünce ifade edene dek. İyi ki triplerimiz aynıydı; aniden harlayıp çabuk sönüyorduk; dargınlığa dayanamıyorduk. Özetle, üzüntüsünden frekansları karıştırdığını, ara sıra böyle saçmalayabileceğini söyleyince tüm olayı kavradım. Derdini de açıkça anlatınca ona kıyamadım. Meğer kendisinin Netta’da kalmak istemesine, onu buraya getirip bırakan Lofn’un karşı çıkacağından korkuyormuş. İşte ben de o an ilk kez korktum Lofn’dan; ola ki aksi yönde hüküm verirse, tek bir işaretiyle portalını açarak Ella’yı Netta’dan postalayabilme, ikisini altüst etme, yani iki aşığı birbirinden ayırıp ilelebet farklı evrenlerde yaşamaya mahkûm etme potansiyeline sahipti. Farklı bir ülke veya farklı bir gezegen değildi ki; basbayağı birbirinden ayrı iki evrendi! Lofn yapar mı ki bu acımasızlığı? Of ki ne of! Halen böyle bir sonu düşündükçe yüzümü acıyla ekşitmem bir oluyorken, tüylerim diken diken olacak kadar ürperiyorum. Hiç şüphe yok, tanrıçaların derdini kendime dert edinecek kadar büyüyor dertlerim. Gel gör ki hep beni dertlere sürükler ve üzer keskin dürtülerim. Neyse ki o an Ella’yı bir nebze olsun rahatlatan sözler sarf edebildim. “Lofn’un bu konudaki fikrini bilmeden yorum yapmak bizi paranoyaklaştırır, şimdilik annene odaklanalım ve her şeyi iyiye yoralım,” dedim.
O gün akşama doğru karlı orman manzarasına karşı kitap okumak üzere verandaya çıktık ikimiz birlikte. Kış ortasında bu tarz çılgınlıklar yaptığım için kızma bana. Nasılsa her seferinde beni soğuktan koruyan kadim bir kadın var yanımda. Üşümeyeyim diye şezlongumun yanına ısıtıcı koymuştu Ella, hatta üzerime battaniye atmış, ardından bir koşu restorana gidip elinde sıcak çikolatayla dönmüştü sürpriz yaparcasına. Ah, bir elimde sıcak çikolata dolu bardağım, diğer elimde heyecan dolu kitabım! Öyle güzel yayılmıştım ki, uyku vaktine değin orada sakince zaman geçirebilirdim, ama ikinci saate geçince olaysızlığın bana çok görüldüğünü anlayıverdim. Çam ağaçlarının arasında tekinsiz bir hareketlenme fark edince ister istemez gerildim; o kadın geldi sanarak ürperdim. Başımı öne doğru eğe eğe baktıkça baktım ileriye, ta ormanın derinliğine. O saniye karanlığın içinden sapsarı renkte bir çift iri ama sivri gözün bakışlarını üzerime doğrulttuğunu görür görmez nefesim kesildi hâliyle. Az kalsın elimdeki her şeyi fırlatıp Ella’ya sarılacaktım ki, onun sakin sesi sakinleştirdi beni. Gözlerini elindeki kitaptan ayırmadan, istifini dahi bozmadan, “Rahatla, ondan korkmana gerek yok, sandığın kişi değil,” dedi bana. Gözlerimi belerte belerte, biraz da hararetle, “Değilse, kim o hâlde?” diye sordum ona. O an kaldırdı başını kitabından; yüzüme bakarak konuşmaya başladı. “Akrabalarımdan biri. Sana kendine has bir melez olduğumu, hatta lanetli bir soydan geldiğimi söyledim ya hani, unuttun mu? Efsanelere inanan biri olduğun düşünülürse bence sen de onun ne olduğunu gayet iyi biliyorsun,” diye cevap verdi ve sanki olağan birinden bahsedermiş gibi devam etti: “Onu dün gece fark ettim, ama sorular sormayasın diye mevzu etmedim. En dişi, en çekici şekline bürünmüştü; karların içinde hiç üşümeksizin çırılçıplak hâliyle hareketsizce dikiliyor, sanki ben de senin gibiyim dercesine kendini bana gösteriyordu. Onun gibiler bazen yaratık formuna dönüşürler; bazense göz kamaştıracak kadar güzel görünürler, ayrıca ormanı ve hayvanları canları pahasına gözetirler. Aslında normal şartlarda varlıklarını kimseye belli etmeden ormanda gezinirler, ama sanırım o, benim buradaki varlığımı önceden sezmiş olmalı, ondan etrafımızda böyle rahat geziniyor. Şu an sadece meraklı, hepsi bu. Bana hatırlat da giderken ona hediye bırakayım.”
Ella’nın insanlardan biraz farklı olduğunu unuttuğum anlarda hep böyle tuhaflıklar yaşıyordum ve hakkında yeni detaylar öğreniyordum. Bu sefer kimlerle akraba olduğunu keşfedivermiş, lanetli dediği soyağacının nerelere dayandığını iyiden iyiye kavramıştım. Kâhin’in halüsinojen karışımı vesilesiyle çıktığım zihin seyahatinde şahit olduklarıma gitmişti aklım bir anda; ta o savaş meydanına. Sevdiğinin cesedini taşıyan Lofn’un arkasını kollayan Huldraların, Ella’nın akrabası olduğunu anlayınca da, âdeta apışıp kalmıştım o dakika. Ansızın doluveren gözlerimle bakakalmıştım ona; çünkü yanımdaki bir başka Huldra, beni koruyup kolluyordu yolculuğum boyunca. Bana kalırsa lanet falan yoktu soyunda; devlere karşı duracak kadar cesaret, yastaki âşıklara saygı duyacak kadar onur vardı fazlasıyla.
Bunun üstüne hayli olaysız bir gece geçirmemizin ertesinde, ta şafak vaktinde başladık sonraki güne. En nihayetinde beklenen ama neler olacağı bilinmeyen buluşmaya doğru hareket etmeli; Feresa Salina şehrine, Ella’nın annesine varmak üzere yola düşmeliydik. Nedendir bilinmez, o gece hiç uyuyamamış, yatağımda dönüp durmuştum. O kadar uykusuzdum ki, araba kullanacak takati kendimde bulamayınca Ella’dan rica ettim. Bunu söylediğimde ifadesini görmeliydin. Meğer başından beri arabayı kendi kullanmak istiyor, ama dile getirmeye çekiniyormuş. Eşyalarımızı güzelce yükledikten sonra arabaya binip tam yola çıkacaktık ki, hatırıma geleni yapmadan koltuğa geçemedim. Koşar adım ağaçlara ilerledim, oradaki ilk çam ağacının dibindeki taşın üzerine gümüş bilekliğimi bıraktım; arkamdan bakarak ne yaptığımı merakla izleyen Ella’ya hatırlatmak yerine Huldra’nın hediyesini bizzat kendim vermek istedim. Ne yaptığımı hemen anlamış olmalıydı ki, başını iki yana sallaya sallaya sırıtarak direksiyon koltuğuna geçti.
Ve yine senin arabanda ikimizin sevdiği şarkılar ardı ardına çalarken ilerliyordum Netta’nın yollarında, sanki sen yanımdaymışsın, şefkatli dokunuşlarınla boynumu severmişsin gibi. Ve yine ama uzun zamandır ilk kez yolcu koltuğundaydım, beni arkanda bırakıp gitmenden önceki günlerde olan gibi. Ella’nın güneşe doğru sürdüğü arabada bir yandan onu, diğer yandan yolları seyrederek gidiyorken hislerime engel olamayıp not defterimi çıkardım; yamuk ve buruk iki satır karaladım. Sadece senin için yazdım ve evrenlerin her birine yayılması için buruşuk bir kâğıda büyü gibi bıraktım. “Ah şimdiki günlerimde beni bir görebilsen aşkım, sensizken karanlığıma sığındım; yetim bir çocuğun kılığına, yaralarına, ızdırabına, kayıplarına, intikamına, savaşına ve aşkına yaslandım. Çektiğim acıyı hissetmeyecek kadar güçlü ve ölümsüz olmak için her şeyi yaptım. İşin aslı içten içe yandıkça yandım, kanadıkça kanadım ve sızıyı bir türlü durduramadım; hepsini sadece o çocuğun karanlığı içine, katmanlı derinliğine bastırdım. Galiba beni bu şekilde koruyor dışımdaki zırha sonsuz bir dua gibi kazınarak yazılmış olan parçalanmış yansımalarım.”
Netta’nın kuzeyinden güney yönüne doğru denize uzak olan arazilerde durmaksızın ilerliyorduk ki, elli kilometre sonra Ella’nın dikkati dağıldı; bir kasaba tabelası görünce hoplatarak durdurdu arabayı. Görünüşe göre bir şeyler hissetmişti yine. Bense yüzüne bakıp çözmeye çalışıyor, açıklama bekliyordum sadece, oysaki sessizliğine gizlediği sırlarıyla bana hiçbir şey söylemeden dosdoğru o yöne çevirdi direksiyonu. Modern bir kasaba meydanına varana kadar sürdükçe sürdü ve devasa bir kütüphane görünce hislenmişçesine hemen park etti önüne. “Benim ufak bir işim var, istersen sen de gel,” der demez kapıyı açtığı gibi fırladı; daldı kütüphaneye. Tabii ki takıldım peşine. Arkasından içeri girdiğimde danışmada yalnız başına beklediğini görerek sokuldum dibine. Çok değil, bir dakika beklememizle görevli adam çıkageldi; az yaşlı, siyahi, salopetli, sevimli… “Size nasıl yardımcı olabilirim Kitap Kurtları?” diyerek ve bize takılırcasına gülümseyerek bankonun arkasına geçti. O an titreyen ellerini zarifçe bankoya koydu Ella; sanki adamı çok iyi tanıyormuşçasına bakması yanında; özlemişçesine de süzüyordu tepeden tırnağa. Ne var ki adam tam bir yabancı gibi davranıyordu ona. Ella bir anda, elleri kadar titreyen çatallı bir ses tonuyla konuşmaya başladı. “Şey ben, bir kitap…” deyip kaldı iki nefes soluklandığında, sonrasında bankodaki kâğıda bir şeyler yazıp adama doğru ittirerek, “Şu kitabı arıyorum da, elinizde var mıdır acaba?” diye sordu. Adam ise gözlüklerini düzelterek kâğıda yazılanı okudu. “Ah, evet, çok eski bir masal kitabı bu; artık hiçbir çocuk bunları okumadığından arka köşede bir tanecik olacaktı,” dediği an bankodan çıkıp aramaya gitti. Ella ise suskun, durgun, hatta bozgun; gık desem ağlayacak; kim olduğunu merak ettiğim bu adamın her hareketini uzaktan izliyordu büküle büküle. Beş dakikalık bekleyişimiz neticesinde, “Ah işte buldum!” diye seslendi adam; uzun rafların arasından çıkıp direkt yanımıza geldi ve Ella’nın yüzünü süzerek duraksadı. “Çok tuhaf,” demesiyle başını iki yana salladı; kitabı teslim ederken gözlerini onunkilere dikerek, “Neden bilmiyorum ama sana bunu hediye etmek geldi içimden,” dedi ona. İşte o an tüm film koptu Ella’da; o kitabı almasıyla birlikte ağlamaklı başladı konuşmasına. “Çok teşekkür ederim, yaptığın her şey için, hep aynı yerde var olduğun ve hep kitapların içinde seni bulabildiğim için,” der demez de dışarı attı kendini. Adam ve ben, onun bu örtülü sözlerine ve ansızın çekip gidişine şaşkındık; arkasından bakakaldık. Zavallı adama kibar bir açıklama borçlu olduğumu hissederek yaka kartını okudum. Böylelikle, “Sevgili Ram,” diyerek adıyla hitap etmiş oldum. “Zor günler geçiriyor da, ne olur üstüne alınma. Evet, her şey için benden de teşekkürler sana,” deyip ayrıldım o dakika.
Anlaşılan o ki, bu yaşlı adamı tanıyor ve seviyordu ta diğer hayatından. Direksiyon koltuğunda ağlayarak oturması kalbinin paramparça olmasındandı; kendisini hiç tanımamış olmasından, hiç sarılamamasından, omzunda ağlayamamasından… “Of Ella!” diye geçirdim aklımdan, “Kim bilir annenle neler yaşanacak, ona daha varmadan böyle yıkılıyorsan, parçalarımızı dağılmadan nasıl bir arada tutacağız biz?” Aklımda dahası varken, çekimser hareketlerimle yan koltuğa geçtiğimde olur da yanlış bir söz eder, canını yakarım diye tek bir soru bile sormadım, sadece, “Bu direksiyon yeterince gözyaşına şahit; ağlak sürücülere alışkın. Ama hâlin yoksa ben sürerim,” dedim. Nasıl başardıysa çarçabuk topladı kendini; sanki son kez içleniyormuş gibi çekti içini ve tek cümleyle özetledi derdini. “Galiba iki boyutta da arabayı hızla sürerek bu kasabayı terk etmek benim kaderim, hallederim,” dedi ve gaza bastığı gibi arkamızda bırakarak terk ettik mazisini. Kasabadan çıkmak için başka bir yolu kullanmıştı; hatta kasabanın merkezini geçince, evsiz ve kimsesiz bir arazideki eğimli tepeye titreyen gözlerini kaydırmıştı; sonra da o gözlerden yaşlar süzülürken, iki beyaz geyiğin kıyısında koklaştığı masmavi bir gölün çevresinden dolaşan dar bir orman yolundan yavaşça süzülerek geçmişti. Bense sessiz; kaçamak bakışlarımla etrafı seyrederken, yoksa bu kasaba gerçekten, o malum kasabanın Netta’daki pozitif yansıması mı diye merak etmiş olsam da, sırf onu üzmemek adına sorgulamadım insani duygularımla.
O an gittiğimiz dostumun –yani Ella’nın annesinin– yaşadığı Feresa Salina’dan, Netta’nın yeni çağına yaraşır biçimde gelecekçi bir şehir diye bahsedilirdi. Yani bizim Sula Gleda şehri gibi tam olarak neonlu ve retro-fütüristik mimaride değildi; gün geçtikçe modernleşen ve neo-fütüristik bir mimariye evrilen solarpunk yapılaşmanın en mühim eserlerindendi. Eskilerde neon şehir olarak anılsa da, sürekli gelişen ve değişen Netta’nın eğitim-öğretim ve araştırma laboratuvarları alanında başkentiydi. Seyahatim süresince bütünleştiğim taşra yaşamı sonrası yolum ilk kez büyük bir şehre düşecekti, dolayısıyla bu keşif için ayrı heyecanlıydım. Oraya doğru ilerledikçe yoğun ve sık olan kar yağışı yerini, hafif ve aralıklı yağışlara bırakıyordu. Arada mola verdiğimiz önemsiz yerleri anlatmayı pas geçip, o günün gecesini de olaysız ve hızlı geçirip cumartesi sabahı tekrar düştük yola. Aynı gün öğleden sonra varmıştık istikametimizdeki son noktaya. Ella’nın ritmik folk şarkıları arabamızda çaldığı sırada, rüzgâr türbinlerinin yükseldiği iki vadi arasından süzülürcesine otobandan aşağı inerken belirdi önümüzde bahsi geçen görkemli şehir; göğe uzanan iki hermafrodit gümüş heykel gelenleri selamlıyordu ilk girişte. Karşımızdaki heybeti görünce, iki şapşal gibi gözlerimizi dikmiştik, sanki ilk defa heykel görmüşçesine. Şehir merkezine girince ise katlanarak artmıştı yüzümüzdeki şaşkınlık; büyülenmişçesine bakıyorduk her şeye. İnsanların, hayvanların ve robotların uyum içinde etrafta dolaştığı; muntazam bir düzende ağaçların sıralandığı modern caddelerde sürdük; iklim dostu yemyeşil ve tertemiz parkların, gösterişli ve sanatsal binaların arasında ilerledik. Öncelikle kalacak bir yer bulup hazırlanmalıydık; neticede davet için misler gibi kokmalıydık. Kış ortasında bile sakuralar açmış ağaçlarla süslü parkın sonunda gözümüze çarpan sevimli oteli görünce de, hiç vakit kaybetmeden oraya daldık. Yüksek katlarda manzaralı bir oda tutar tutmaz, geç kalmamak için manzarayı görmezden gelip koşuştururcasına hazırlanmaya başladık.
Her ikimiz de iki saate arka arkaya duşa girip çıkmış, en şık kıyafetlerimizi üstümüze geçirmiştik; bence muhteşemdik. Hele Ella, yine kasabalı bir entelektüel gibi –benim gibi– görünüyordu; giydiği yeşil ekoseli gömlek, gri kot pantolon ve kahve mont ile hem doğal hem de havalı. Benimkiler mühim değil; ben de benzer şeyler giymiştim işte. Neyse. Malum kadını aramayı düşünüyordum ki, kalp kalbe karşıydı, çünkü ne olur ne olmaz diye düşünmüş olmalıydı ki, bana mesaj atmıştı; evinin konumunu iliştirerek hem de. Yatakta oturuyor, adresin bize ne kadar uzak olduğunu haritamdan kontrol ediyordum. O sırada aynanın karşısındaydı Ella; sırtı bana dönük; hem saçlarını düzeltiyor hem de ne yaptığımı aynadan gözetliyor gibi. Gözlerimi onun aynaya düşen gözlerinin yansımasına kaydırıp, “Mesaj yollamış ve şu an bizi beklediğini yazmış. Sadece yarım saat uzağımızda. Hazır mısın?” diye sorduğumda gözlerini benden kaçırdı, heyecanı ve korkusundan olsa gerek, yalnızca başını sallayarak onayladı.
On dakikaya aşağı inip akşamın karanlığında arabaya bindik. Asansördeyken, Ella’nın ellerinin zangır zangır titrediğini ve bana belli etmemek için bir eliyle diğerini tuttuğunu fark edince ona, “Ben sürerim,” demiş, bu sefer direksiyona kendim geçmiştim. Şehrin öteki yakasını gösteren adrese doğru yol alırken de, bizi nelerin beklediğini düşündüğümüzden tek kelime etmedik, ta ki adresteki apartmanın önüne park edene dek. Beklenen an gelmişti, ama biz henüz kendimize gelememiştik; arabadan bir türlü inemiyorduk. Ben heyecanımı bir nebze olsun kontrol edebiliyordum, oysa Ella için aynı durum söz konusu değildi; hareketsiz hâlde boşluğa bakıyordu. Hayalleri bırakıp sert gerçekçi olmamın tam vaktiydi; içimde sakladığım o konuşmayı artık yapmam gerektiğini düşünerek başımı ona çevirdim. “Sana oradaki kadının gerçekten annen olduğunu söylemeyi çok isterdim, bir mucize olacak ve seni görür görmez tanıyacak demeyi çok isterdim, ama aslında onun başka biri olduğunu, gerçek olmadığını sen de benim kadar iyi biliyorsun. Evet, sen de benim kadar aksine inanmak istiyorsun, keşke olsa diyorsun, seni çok iyi anlıyorum ancak bazı şeyleri düzeltemeyiz. O yüzden sadece bir dostun evinde akşam yemeğine davetliyiz gibi düşünmeye çalış,” dedim; onu cesaretlendirip harekete geçirmekti niyetim. İşe yaradı; başını bana çevirdi; ille de o donuk bakışlarıyla bakarak, “Evet, sadece bir akşam yemeği,” dedi ve kısa bir es verip devam etti: “Beni tanıyıp boynuma atlayacak hâli yok ya! Başka bir hayatta annem olsa da, burada asla var olmadığımdan dolayı, onun için bir yabancıdan farksızım sonuçta. Bu yüzden yaşadığını görsem bana yeter; onunla iki saatim olsa, hayat boyu bana yeter, çünkü içim ancak böyle rahat eder,” der demez arabadan indi, hemen arkasından da ben.
Alt katında bir kitapçı dükkânının olduğu, oldukça mütevazı, ince ve uzun bir apartmandı geldiğimiz yer; banliyöye yakın oluşundan sokakları da hayli sakindi. Kapı zillerinin olduğu panoya yanaştık. Ella bana, “Daire numarası kaç?” diye sordu. Telefonumdan kontrol ederek çekine çekine, “9” diye cevap verdiğimde, “Şaka ediyor olmalısın!” diye homurdanarak gözlerini devirdi; sanki kötü bir sözle devam edecekmiş gibi gerindi ama vazgeçti ya da dili mühürlü olduğundan edemeyip anca zihninden geçirebildi. Aynı anda sanki tüm hırsını zilden çıkarmak ister gibi uzunca bastığından hiç beklemedik, kapı hemen açılıverdi. İkimizin vaziyeti aynıydı bence; nefesler alıp vererek, ellerimiz terleyerek, dizlerimiz titreyerek binaya girdik. Asansöre binip beşinci kata vardığımızda Ella arkama geçti, o anki hâlini görsen kesin saklanıyor derdin.
Dairenin kapısının aralık olduğunu fark edince tıklattım. Tabii ki o saniye ilk karşımıza çıkan ne yazık ki malum kişi değildi; onun hayat arkadaşı olan kızıl afet Milena’nın ta kendisiydi. İnce bedenine oturan yakası kayık beyaz kazağı, uzun boyuna yakışan siyah pantolonuyla o kadar zarifti ki, betimleyemem. Beni görür görmez sevinçle boynuma atladı; sarılarak, “İşte beklediğim dost, çok özlemişim seni, hoş geldin,” dediği an, elimden tutup içeri sürükledi minyon bedenimi.
O telaşlı kapı önü şamatası sırasında durum itibarıyla ben kendimi çoktan içeri atmıştım, ama Ella’nın halen içeri giremediğini; kapının dışında Milena’ya bakarak âdeta donakaldığını gördüm. Beti benzi öyle atmıştı ki, hayalet görmüş gibiydi. İçindeki travmayı, onda kopan fırtınayı barizce anlayabiliyordum, başka bir boyutta ve zamanda aslında öldüğünü bildiği –sert ve üzücü bir tabirle cinayetini araştırdığı– o kadın capcanlı vaziyetiyle karşısında duruyordu. Onun yerinde kim olsa aynı şekilde, belki daha beter hâliyle donup kalmaktan ziyade bayılabilirdi bile. Yardım etme niyetiyle saçma sapan hareketler yaparak kendine gelip doğal davranmasını işaret ediyordum ki, imdadımıza yetişircesine araya giren Milena oldu. O içtenliği ile Ella’nın omzunu kibarca tutarak, “Sen Ella olmalısın, Veera telefonda senin de geleceğinden bahsetmiş. Hadisene, çekinme lütfen, içeri gel,” diyerek buyur etti. Ella’nın çenesi kilitlenmiş gibiydi, ne cevap verebildi ne de ses çıkarabildi; sadece başını salladı, o kadar. En azından Milena sayesinde kendinde cesaret bulup içeri girebilmişti; ama korkuyla etrafı inceleyip annesini ararken, annesinin eline yapışmış çocuklardan farksız, annesi ben olmuşum gibi benim dibime kadar girmişti. Bununla beraber endişesi bana geçmiş, onun başına girmeyen ağrılar benim başıma girmişti.
Dairenin funda renkli geniş salonundaydık üçümüz birlikte; loş bir ışık altında ve arka fonda hafifçe çalan caz müzikler eşliğinde hem de. Evlerinde kedileri bile vardı herhalde; biz içeri girdiğimizde orta yerde gezindiği ilişmişti gözüme, ama galiba gürültülü girişimiz yüzünden kaçmıştı başka bir yere. İlle de gözlerim –Ella’nınkiler gibi– geliş sebebimiz olan kadını arıyordu her köşede. Milena’ya dönerek, “Peki ya o nerede?” diye sordum biraz kaygılı ifademle. Oysaki mahcup bir tebessüm oluştu Milena’nın yüzünde. “O uyuşuk hâlâ hazırlanıyor, çünkü yeni duştan çıktı. Lütfen keyfinize bakın, ben de onu sürükleyerek getireyim,” diye cevap verdikten sonra salondan gidince, biraz nefeslenerek attık kendimizi kanepeye.
Boynunu uzata uzata etrafa bakıyordu Ella; bir köşeden öteki köşeye kadar her eşyayı inceliyordu. Sanki tanıdık bir şeyler arar gibiydi meraklı ifadesi; belki bir kitap, belki bir plak… Kim bilir? Ben de baktım onun baktığı yerlere. Şehir manzarasına nazır geniş pencerenin önünde yuvarlak bir masa; üzerine dört adet servis konulup davet için önceden hazır edilmiş… Karşı tarafında benimkinin aynından, boydan boya bir kitaplık; kitaplar sığmamış, tepeleme sıkıştırılmış… Hemen köşede teknolojik bir pikap; yanına iki kutu antika plak koyulmuş… Zeminde gezip şirin sesler çıkaran sevimli bir robot; bastığımız yerleri temizliğe dalmış… Aniden yerinden kalkıp giden Ella’nın, incelemek üzere karşısına geçtiğinde ancak fark ettiğim duvarda fotoğraflar; neredeyse bir düzineden çok, çerçevelenip güzelce asılmış… Ella ise bir eliyle ağzını kapatarak bakıyordu her birine; duygu patlaması yaşadığından olsa gerek, çığlık atıp bağırmasın diye böyle yapıyordu bence. Kendi varlığının hiçbir şekilde dâhil olmadığı hayatının nasıl geçip gittiğini görmüştü hâliyle; onun yerinde olsam ben de kahrolurdum kaybedilen her güne.
İşte tam sırada çıkageldi; Ella’nın arkası dönükken, beklenen o kadın birden benim karşımda belirdi. “Nihayet Saara Ava yanımızda!” diyerek kalktım yerimden; Ella’yı uyarmak için yapmıştım bunu. Köyden beri bildiğim gibiydi Saara; gülümseyen yüzü, ışıldayan masmavi gözleri, yazar gözlükleri, upuzun ve simsiyah saçları, mavi kot gömleği, siyah kot pantolonu ile yine doğaldı. Hemen yanıma gelip bana sarıldı; biz kaynaşıp gülüştüğümüz o dakika, Ella haklı olarak bir türlü arkasına dönememiş, bakamamıştı ona. Zira dönüp bakarsa onu orada capcanlı hâliyle göreceğini biliyordu ve anladığım kadarıyla henüz hazır değildi buna. Ta ki onun varlığı Saara’nın dikkatini çekene dek. “Hey Ella, sana da merhaba. Fotoğrafları beğendin galiba,” diye takılırcasına seslendi ona. “Mila, yani Milena ile ne kadar seyahat anımız varsa hepsi orada,” diye ekledi gülümseyerek.
Olanları ayakta ve beriden; şaşkınlıkla izliyordum ben. Ki zaten sezgilerim seslenmişti kalbimden; hiç müdahale etmeden, her şeyi akışına bırakmamın en doğrusu olacağını geçiriyordum içimden. Nitekim benim gibi bir senariste göre; yazılabilecek en iyi satırlar kadar duygu doluydu gördüğüm sahne; saniyeleri yavaşlatarak ağır çekimde kazıdım zihnime; aslında kalbime.
Saara’nın kendisine seslendiğini duyan Ella, direkt olarak ona bakmaksızın başını yana çevirdi; pencereden dışarı doğru. Ki orada kar atıştırıyordu pamuk gibi; sanırım ilkten onlara dikkat kesildi. Sonra da kar tanelerinin yansıttığı cesareti kendinde bulduğu an yavaşça arkasına dönüverdi. Sanki o saniye, Ella’nın zihnindeki hayat filminin makarası âdeta yanıverdi; birdenbire alev almış gibi. Oysaki dengem dediği kadının yüzünü gördüğü gibi dengesini yitirmesi bir oluverdi; dizlerinin bağı çözülmüşçesine sendeledi; bayılacakmış gibi de titredi. Ne var ki tam da olması gerektiği şekilde Saara yetişti; kendi kızı için kendini feda eder gibi; belki başka bir hayatta yaptığı yahut yapamadığının telafisi gibi. Kaşla göz arasında öyle çevikti ki, refleks bir hareketle ona doğru koşuverdi; az kalsın düşecekken kolunu kavrayıp sıkıca tutarak düşmesini engelledi. Şefkatli bir ses tonuyla, “Buradayım işte, tuttum seni,” dedi. Bunu duyduğu an, kızarıp dolan gözlerini onunkilere çevirdi Ella; sanki “hadi, ne olur hatırla beni” diye yalvarırcasına. İkisi de birbirine bakıyordu ama biri ne kadar anlamlıysa, diğeri o kadar anlamsızca…
Hiçbir mucizenin olmadığını anlamış olmam tokat gibi çarpmıştı suratıma; bu tokadın bana verdiği acıyla da, her şeyi film izler gibi izlemekten vazgeçtim ve artık dikilmeyi bırakarak yardıma gittim. Bir koluna Saara girmişti, diğerine ben; böylece Ella’yı aramıza aldığımız gibi kanepeye yerleştirdik hemen. Saara bir anneden farksızdı elbette; öyle ilgiliydi ki, onun nabzını ve ateşini yoklayıp, ancak ve ancak iyi olduğuna emin olduktan sonra karşısındaki berjere rahatça geçebildi, bir yandan da içeriye doğru, “Mila, bebeğim, acilen su getirebilir misin lütfen?” diye seslenmeyi ihmal etmedi. Tüm bunlar oluyorken ben, Ella’nın hemen yanında oturuyor, elimden gelenin en iyisini yapıp güç vermek için elini tutuyordum mecburen.
Karşılıklı oturdukları o ilk anlarda, gözlerini alamıyorlardı birbirlerinin yüzlerinden; ikisi için zaman yavaşlamıştı sanki. Zavallı Ella çok iyi tanıdığından, geçmişine ve geleceğine kahrolmuşçasına bakıyordu; belki içinden gelen, “Anne!” diyerek boynuna atlayıp, saatlerce omzunda ağlamaktan başka bir şey değildi. İşin kötü tarafı, Saara’da aynı vaziyet yoktu; üstündeki bakışları anlamadığından, rahatsız olmuşçasına bakıyordu; belki içinden geçen, –ki maalesef– hemen hemen aynı yaşlarda olduklarından, bu bakışları yanlış yorumlamaktan başka bir şey değildi. İşin iyi niyetli gerçeğini Saara’ya hiçbir şekilde açıklayamayacak olan Ella’nın durumu neresinden tutulursa tutulsun berbattı. Üzgün gözlerimle ve süzgün ifademle izliyordum beriden; hâliyle geçiriyordum içimden, Saara’nın onu, yani kızını tanıyabilmesi uğruna binlerce tanrıçaya yalvarmam yetiyorsa kesinlikle yalvarabileceğimi… Ah sevgilim, o an orada oturan benim yanıma ışınlansan da içime bakabilsen; dizlerinin üzerine çökmüş olan kalbim yalvarıyordu resmen.
Çok şükür ki, Milena elinde bir bardak suyla yanımızda bitiverdiği an, Ella’nın bardağa uzanıp kafasına dikmesiyle bu tuhaf atmosfer de dağılmış oldu. Ve nihayet ilk kez konuştu Ella. Öyle metanetliydi ki imrendim ona; nasıl başardı bilemiyorum ama önce kendini toparlayıp, sonra da durumu toparlamak adına Saara’ya bakarak uygun bir açıklama kondurdu, hem de aşırı kibar sesi ve cümleleriyle. “Lütfen beni bağışla, çocukluğumdan beri değer verdiğim ve zamansızca yitirdiğim birine çok benzettim seni, dolayısıyla sarsıcı bir dejavu yaşadığımdan, kendimi küçük düşürmüş bulundum. Demem o ki, seni de tedirgin etmiş oldum, özrümü kabul et lütfen.”
Bu sözleri duydukları anda Saara ile Milena –anlam veremediğim– garip bir göz teması kurmuş, sanki akılları başlarından uçmuştu. Gözümden kaçmayan bu bakışmalar ile bir ihtimal olabilir mi diye düşünüp heyecanlandım, ama yanıldığımı anlamam Saara’nın olağan davranışları sebebiyle kısa sürdü. Yüzünde dostane bir tebessümle Ella’ya doğru döndü. “Ne bağışlaması, ne özrü, böyle konuşma, herkesin başına gelebilir böyle şeyler, hem insan insana benzer, ama merak ettim hikâyeni,” dedi ve ikimize de masayı işaret ederek, “Hadi sofraya geçelim de, yiyip içerken sohbet edelim, o hikâyeyi dinlenmeyi de çok isterim,” dediği gibi yerinden kalktı.
İçimden, “Eyvah!” dedim ve Saara gider gitmez Ella’nın kulağına eğildim; fısıldayarak, “Bana anlattıklarını anlatıp zavallı kadını dehşete düşürme sakın. Biraz sakin ol lütfen,” dedim. Yan yan baktı bana; esip gürlemesine ramak kalmıştı sanki. “Hayret bir şeysin Veera! Endişe etme anlatmam, hem nasıl anlatayım zaten. Ayrıca kolaysa sen sakin ol, benim yerimde sen olsan kim bilir neler yapardın acaba?” dedi sitem eder gibi.
Biz fısıldaştığımız sırada masayı çoktan hazır etmişti Saara ile Milena. Hâl böyle olunca, hepimiz akşam yemeği için yuvarlak masada yerlerimizi aldık; benim yanımda Ella, karşımızda da onlar. İkimiz hayret ifademizle yemeklere bakıyor, hangisinden başlayacağımızı bilmiyorduk ki hakikaten bir dost davetine göre özene bezene hazırlanmıştı her şey. Mantarlı vegan omletler; vegan suşiler; fırın patatesler; sebzeli krepler; çikolatalı çörekler… Ella ile ben utangaç çocuklar gibiydik; mahcup vaziyetimizle yerlerimizde beklerken, Milena tabaklarımıza yemek, Saara da bardaklarımıza şarap servisi yaptı. Ve Saara’nın demiş olduğu gibi yiyip içerken sohbet etmeye başladık.
Hiç kimsenin konuşmasına fırsat dahi vermeden sohbeti soruyla başlatan Ella oldu. “Siz ikiniz,” dedi Saara ile Milena’ya bakarak, “nasıl tanıştınız?” Karşımızda oturan iki âşık, böyle bir soru alır almaz birbirlerine öyle bir baktılar ki öpüşecekler sandım; hatta Milena’nın gözlerinden kendininkileri güçlükle ayırıp bize bakabilmişti Saara. “Bence Milena anlatsın, hikâyeyi ondan dinlemek çok keyifli,“ deyip üzerine pembeleşerek güldüğünde, Milena durur mu? Saara dudaklarını ısırıp utanırcasına, ben şarabıma boğulup bir yerlerde kaybolurcasına, Ella ise bir elini çenesinin altına koyup başka yerlere dalarcasına dinliyordu her şeyi. Üstüne üstlük, üçümüzün âşık olduğu tüm kadınlar tek bir kişide; Milena’da toplanmış, dile gelmişti sanki.
Milena ya da Saara’nın ona seslendiği şekliyle Mila, kendisine hayran bırakan ifadeleri ve sesiyle, “Seneler önce kitaplar sayesinde elbette,” diye başladı anlatmaya. “Şehir merkezindeki kütüphanede; biri öğretmen diğeri yazar olunca, tanışmak için bundan daha iyi bir yer gelmiyor aklıma. Bu boncuk öyle utangaçtı ki anlatamam, günlerce yanımdan geçip gitti; beni hep kesti ama tek kelime etmedi. Ya cesareti yok ya da kendini hafife alıyor dedim ve hatta ilk başta kaçan ama sonrasında pervasızlaşan tiplerden bu dedim. İlk adımı atıp ısrarla üstüne gitmeye karar verdim; onu motive etmezsem hiçbir şeyin başlayacağı yoktu çünkü. Ve bir gün, yanından geçerken o hamleyi yaptım; her daim yalnız başına oturup çalıştığı masada, tam karşısındaki sandalyede yerimi aldım. Böylece günler boyu sürecek olan sessiz flörtleşme; yani kaçamak bakışlarla birbirimizi süzmeler de başlamış oldu, keza her gün aynı saatte yapmıştık bu buluşmaları. Hep birbirimize baka baka çalıştık orada; tabii buna çalışmak denebilirse. Nedense içimden, cesurca flörtleşen ve eğlendiren kadınları seviyor bu diyordum. Evet, ne hikmetse onu tanıyor gibi hissediyordum; belki başka bir hayattan, belki başka bir zamandan. Her neyse. Ve bir gün dayanamadı; aniden yerinden kalkıp gitti, ama on dakika sonra ne göreyim? Titreyen elleriyle zorlukla taşıyabildiği iki bardak çikolata ikramlı kahve ile geri dönmüştü ve biri banaydı. Nasıl da kibardı; ama bir o kadar da utangaçtı ki zaten sesini bile çıkaramadı; pembeleşen ifadesi ve titreyen elleriyle masanın üzerinde önüme doğru kaydırdı o bardağı ve çikolatayı; olabildiğine yavaşça. Hayatımda içtiğim en güzel kahve olunca, konudan konuya atlayarak sohbet etmeye başladık o anda; kitaplardan, caz ve blues şarkılardan… Ve ilk kahve sohbeti ile aşk da başlamış oldu böylece.“
Anlatılanlar karşısında –beni hiç sorma– gözleri dolacak kadar erimişti Ella; fazlaca duygulandığını örtbas etmek istediğinden olacak, alakasız bir konuya atladı. “Peki, evlenmek neden? Örneğin Eeva ile Veera hiç evlenmemiş. Ki siz de onlardan farksız şekilde birbirinizi bu kadar seviyorken, bunu resmileştirmek çok mu gerekliydi?” diye sorunca, bu sefer anlatan Saara oldu, ama tarihçi bir yazar oluşundan dolayı sinirleri bileylenmişti; sanki bıçak gibiydi sözleri. “Nedeni çok basit, çünkü canımız öyle istedi,” dedi ve pencereden görülen şehrin ihtişamlı ve karlı gece manzarasına gözlerini kaydırarak devam etti: “Evrimden hemen önceki çağda farklı kuir teorileri savunan insanlar vardı. Mesela bazıları; tek eşli heteroseksüellikte olanın aynısıyla ilişkinin resmileştirilme durumuna karşı çıkarlardı, yani hemcins evliliğini değersiz görürler, hatta hemcinslerin çocuk yapıp aile kurma fikri ile dalga geçerler ve buna basit bir ütopya hayali derlerdi. Bence kendileriyle çelişmekten, kuirliği kendi içinde ötekileştirmekten başka bir şey değildi bu; binlerce yıldır uygulanan baskıları, yasakları, çekilen ızdırabı görmezden gelircesine tartışma olsun diye bir takım kurallar koymak; özgürlüğü yeniden kısıtlamaktı. Zaten ta başından beri hakkımız olan buyken, buna ters durmak niyeydi ki? Vaktinde kadınlara mansplaining yapan erkekleri saymıyorum bile; aslında hiçbir şeye kafası basmayıp, her şeyin en iyisini sadece erkeklerin yapabildiğini sanan o cinsiyetçilere! Hah! Hâlâ bir tarafımla gülüyorum onlara! Ki şimdiki manifestolara göre doğru olan şudur; hiç kimse hiç kimsenin özgür iradesine, kalbine, hatta evinin içine karışamaz ki zaten Netta’da uzun zamandır böyle çok şükür. Benim kiminle nasıl ilişkileneceğime kimsenin karışma hakkı olmadığı gibi; aynı şekilde diğerlerine de benim karışma hakkım yoktur; isteyen hemcinsi ile olur, isteyen karşı cinsle veya kendini cinsiyetsiz görenle; neticede herkesin değerli hayatı kendine. Ama ben ve Milena’nın evlenme sebebi; hem birbirimize âşık oluşumuz hem de ölene dek hayatımızı birlikte ve tek eşli olarak geçirmek istediğimizden emin oluşumuzdu ve evet aile kurarak ve evet belki çocuk yaparak ya da evlat edinerek. Sevdiğim ve beni seven insanla aldığım kararlar yalnızca ikimizi bağlar. Burası Netta ki burada her yönelimden yetişkinin ilişki yaşayış tarzına saygı var. Ne var ki burayı Netta yapan değerli manifesto bu!” dedi son cümlesiyle ellerini iki yana açarak.
Saara gerçekten Saara gibi konuşmuştu, çünkü bu konularda tevazusu olmadığı gibi; benle kıyaslanırsa mülayim de değildi; her daim kesin olacak kadar keskindi, hatta başka diyarın distopyasını ütopya yapma uğrunda savaş başlatacak kadar. Onun bu sözleri karşısında hem gururlanmış hem de duygulanmıştı Ella; içinden geçen de şuydu bana kalırsa: “İşte tanıdığım anne, tıpkı hatırladığım keskinlikte,” der gibi bakıyordu ona.
Sessizlik olunca devam etti Saara; bu sefer soru soran o oldu. “Peki ya sen kimsin Ella? Bize anlatır mısın hikâyeni?” dedi ellerini çenesinin altında birleştirerek.
Ella sırıtarak başladı ilk cümlesine. “Söyleyecek çok şeyi olup susması gereken bahtsız biriyim ben; tanrıların tokadını daha doğarken yemiş bir yetimim,” dediğinde, Saara ile Milena irkildi hâliyle. Hâlbuki gerilimi katlayacak olmasına rağmen devam etti; kızaran gözlerini her ikisine de kaydırıyordu konuşurken. “Yazmayı, okumayı, mitolojiyi, blues dinlemeyi, kırlarda yürümeyi seven ama kaybettiği kadını her şeyden çok seven bir kadının kızı olmamla beraber; her ikisinin de ölümüne sebep olan bir lanetim ben. Evet, kesişen yolumuzun trajik ve travmatik yanı bu kısmıydı annemle. Zira bir akıl hastanesinden beni kurtarıp evlat edinirken, bana söylediği ilk şey şu olmuştu: Yeryüzünde güvenebileceğin nadir insanlardan biri olduğumu sana söylesem bana inanır mıydın? İnanarak gittim onun şefkatli kollarına ve son nefesine kadar güvendim ona. Ayrıca onu hayattaki her şeyden çok sevdim ki hâlâ seviyorum. Yine de günlerden bir gün ölümüne sebep olacağımı bilseydim eğer, o akıl hastanesinde delirerek kalır, asla gitmezdim onun ömrünü hiç etmeye, yeter ki yaşasın diye. Ne de olsa masumiyetim çocukken öldürülmüşken, yaşarken bile külden ibarettim zaten!” dediği an başını öne eğdi; tam karşılarında ağlamaya başladı krize girip küçücük kalır gibi; iki eliyle de yüzünü kapatmıştı ki daha çok utancından ezilir gibiydi vaziyeti.
Gözlerini ayırmaksızın Ella’ya bakan Saara o dakika donakalmış olsa da, başını yana yatıra yatıra baktıkça bakıyordu onun her şeyine; kafasına dank edenin gerçekten karşısında olup olmadığına emin olmak istercesine; “nasıl yani?” dercesine, ellerinden saçının teline dek hem de. Ta ki yanı başındaki Milena ağlamaya başlayıp, “Aman Tanrı’m! Yoksa!” dediği gibi Saara’nın bir elini sıkıca tutup onu harekete geçirene dek. Ondan aldığı cesaretle Saara emin olmuştu ki duramadı oturduğu yerde; birdenbire sandalyesinden kalkıverdi; masanın üzerine ellerini koyup Ella’ya doğru eğilerek ve dudakları titreyerek ona şöyle dedi: “Başını asla öne eğme kimseye boyun eğmeyeceğin gibi; insanların gözlerinden de asla gözlerini ayırma; çünkü küçüğüm, bunu hak etmeyecek kadar keskin bakışlara sahipsin.”
Ah, o anki sahneyi görsen, ben hangisine bakacağımı sapıtmışken ve içimden, ”Neler oluyor!” diye haykırıyorken, Ella perperişan vaziyetiyle masaya kapaklanmış ağlıyordu; Milena ise Saara’nın omzunu tutarak ona güç veriyordu. Yoksa önceden sezdiğim mucize gerçekleşiyor muydu? Kıyısına ilişerek izlediğim ve neler olacak diye sabırsızlıkla beklediğim bu sahneye göre işler epeyce sarpa sarmış görünüyordu. İşte o anda diyeceğini dedi Saara; kendinde güç bulsa da, ansızın patlak veren ağlamasıyla güçlükle konuşarak, “Eğer sensen, gözlerime bak Elisa!” dedi ve kelimeler boğazına takılırcasına devam etti: ”Benim güçlü Elisa’m sensen, derhal kaldır o başını ve bana bak!”
(Bu bölüm, mart ayında yayınlanacak olan bölüm 12 ile kaldığı yerden devam edecek)
(Bu hikâye dizisi, roman kahramanı Veera’nın, çıktığı uzun seyahat süresince sevgilisi Eeva’ya yazdığı mektuplardan oluşmaktadır ve Diğer Evrenin Senaristi romanı yan hikâyesidir; ayrıca bu romanın devamı olan Diğer Evrendeki Kadın ve Parçalanmış Yansımalar romanlarına, hatta bilhassa Kadınların Öldüğü Yer romanına göndermeler, detaylar ve açıklamalar barındırmaktadır.)
Şeyda AYDIN, Diğer Evrenin Senaristi, İkinci Adam Yayınları, 1.Baskı, 2018 Aralık – 2.Baskı, 2021 Mart
Şeyda AYDIN, Diğer Evrendeki Kadın, İkinci Adam Yayınları, 1.Baskı, 2019 Şubat
Şeyda AYDIN, Parçalanmış Yansımalar, İkinci Adam Yayınları, 1.Baskı, 2019 Eylül – 2.Baskı, 2021 Ağustos
Şeyda AYDIN, Kadınların Öldüğü Yer, Tilki Kitap Yayınevi, 1.Baskı, 2020 Kasım
Görsel Künye: Leon Tukker – Solarpunk Utopia – ARTSTATION