Veera’nın Seyahatnamesi Bölüm 5 – DÜŞLER, ÇİLEKLER, ANDROIDLER / Şeyda Aydın
Veera’nın Seyahatnamesi Bölüm 5 – DÜŞLER, ÇİLEKLER, ANDROIDLER / Şeyda Aydın

Veera’nın Seyahatnamesi Bölüm 5 – DÜŞLER, ÇİLEKLER, ANDROİDLER / Şeyda Aydın

7 Ağustos 2021

Sevgili Eeva,

Evimizdeyiz. Mutlu ve huzurlu olan eko yuvamızda… Salondaki müzik çalardan kulağıma ateşli bir şarkı geliyor. 90’lardan seksi ve tempolu bir şarkı: INXS’ten “Need You Tonight” evin içinde âdeta yankılanıyor. O an ben, üzerimde sadece sol omzumdan kaymış olan beyaz tişörtümle banyo kapısına dayanmış hâldeyim; ağır çekimde saliselere yayarak izliyorum seni; uzun bacaklarını zarifçe öne atıp ıslak vücudunla duştan çıkışını, sonra beyaz havluyu geniş omuzların ve sırtın olduğu gibi açıkta kalacak şekilde, kalçaların üzerine yarı yarıya gelişigüzel geçirişini… Ayna önündeki lavaboya eğilirken, omuzlarını ve kalçanı hafifçe oynatarak şarkının temposuna kendini kaptırıyorsun. Mahsus yapıyorsun bunu; çünkü beni nereden vuracağını iyi biliyorsun. Bununla da kalmıyorsun, o davetkâr ifadenle bütünleşen hınzır bakışlarını direkt olarak aynadan gözlerime dikiyorsun. Ah Eeva, senin –ilk günden beri kilitlendiğim– yeşil gözlerin! Herhangi bir afrodizyağa ihtiyacım yok, tek bakışın yeter de artar ki zaten teslim olmuş vaziyette ter içinde ve savunmasızım; pembeleşen suratımla gülümsüyorum, ama bozuntuya vermeden izlemeye devam ediyorum. İşin aslı, sıklaşan nefesim ve titreyen dizlerimle düşecek gibiyim. Bir nevi, bedenimin arzu dolu iç çekişlerini gizlediğim dik duruşumla esirinim. Ah, senin –alımlı bir hareketle geriye doğru attığın– ıslak sarı saçların! Saçlarından sular damlıyor, boyun çukurundan süzülüyor, âdeta iplik iplik. Bense o damlalardan en istikrarlı tanecik olduğumu hayal ediyorum, hem de boynundan aşağılara doğru ılık ılık inen; her zerreni ezberlercesine kasıklarından topuklarına kadar seyahat eden edepsiz bir gezgin misali… Geniş sırtına bakarken gözlerimle öpüyormuşçasına teninde eridiğimi hissediyorum ki, bildiğin üzere bilhassa takıntılı olduğum; hatta elimi koymadan uyuyamadığım bölgendir sırtın. Şimdi yine sanat eseri gibi önümde duruyor çırılçıplak; en yetenekli sanatçıların elinden çıkıp ölümsüzleştirilecek bir başyapıt sanki… O uzun bacaklarına haksızlık edip es geçersem olmaz; ne zaman kanepede uzansak her seferinde beni arasına kilitlediğin; benimse parmak uçlarımı her yerinde nazikçe gezdirdiğim o malum bacaklar… Sen benim sıkı kalçalarıma ne kadar takıntılıysan, ben de senin muazzam uzun bacaklarına takıntılıyım hâliyle. Yaslandığım yerde öyle derin nefesler alıp veriyorum ki, üzerime gelip beni kışkırtmanı iple çekiyorum. Aynı zamanda aşkımızı gizlemeden göstere göstere, haykıra haykıra yaşadığımız eşitlikçi dünyaya şükrederken, hem ilk günmüş hem de son günmüş gibi dokunmak istiyorum her yerine; her zerrene. “Hadi, yine mahvet beni,” diyorum içimden. Sabırsız hâllerinle arkana dönüp beni kucaklamanı ve duvara yapıştırarak uzun uzadıya öpmeni bekliyorum. Belki sonrasında, o kültleşmiş film sahnesindeki gibi gözlerini bağlarım, buzdolabı önünde kucak kucağa oturur, dudaklarında çilek gezdiririm. Oysa sen o an, tuhaf –biraz komik– bir ifadeyle arkana dönüp bana bakıyorsun. Bense bekliyorum; aramızdaki eşsiz kimyanın hazzını geciktirdiğini –birkaç dakikaya ortalığı yıkarak sevişecek olmamızın heyecanını körüklediğini– düşünerek bekledikçe bekliyorum. Ama nedense kahkahayı basacakmış gibi bir hâl var yüzünde. Derken birden anlam veremediğim bu hâllerin nedeni ortaya çıkıyor; sen sitemle gözlerini yuvarlayarak bana diyorsun ki, “Veera, arabamın sileceklerini mi bozdun? Ayrıca neden çilek kokusu alıyorum, yoksa buzdolabına koymayı mı unuttun?” Buna karşılık ben, her zamanki şapşal ifademe bürünüp “anlamadım” dercesine başımı iki yana sallıyorum. Aniden atmosfer değişiyor, yüzün korkuya kesiyor, “Veera!” diye söze başlıyorsun panikle öne atılarak. Neler oluyor anlamıyorum ama ters giden bir şeyler olduğu açık. Üstüme yürüyüp beni sarsarken öyle endişelisin ki, “Veera, bebeğim, hemen uyanman gerekiyor! Şimdi rüya görmenin sırası değil! Uyan Veera, yalvarırım! Şu an burada değilsin!” diye haykırıyorsun. Aynı sırada banyo sallanıyor; sanki deprem oluyor. İki elimi yanaklarına koyuyorum ama sen yavaşça kayboluyorsun; silinen bir silüete dönüyorsun, sesin de sanki derinlerden gelircesine gittikçe uzaklaşıyor. “Veera, aç gözlerini! Yalvarırım!” dediğini duyuyorum.

İşte o an, senin son haykırışlarınla gözlerimi açtığımda; yani gerçekten açtığımda, tüm bunların bir rüya olduğunu fark etmemle beraber arabanın kontrolünü tamamen yitirmiş olduğumu, yoldan çıkarak bir tarlanın içinde hızla ilerlediğimi anca görebildim. Sabah saatleriydi; şafağın henüz söktüğü belliydi. Kesin, ana yolda giderken direksiyonu bıraksam da gaza basmış ve bir anlığına uyumuş olmalıyım. Neyse ki, gözümü belerterek açar açmaz kendimi düşürdüğüm hem korkunç hem de gülünç duruma karşılık reflekslerim otomatik olarak devreye girdi. O anki can havliyle, “Tanrıçalar aşkına!” diye bağıra bağıra direksiyona ve frene abandım tabii. Motordan ve gövdeden gelen ürkünç sesler külüstürün her an dağılabileceğini, direksiyonun elimde kalacağını hissetmeme sebep olurken, öyle hızlı gidiyordum ki, epey ilerledikten sonra tarlanın tam göbeğinde yalpalayarak zorlukla durabildim. Arabayı durdurabilsem de kafası esince çalışan silecekleri durduramadım; hatta müzik çalardaki malum şarkı bile tekrar ediyordu. Yine de hakkını vermeli, araba konusunda marka seçimine sana hayran olduğum kadar hayranım, ne denli eski olursa olsun hayli sağlammış; o ve ben tek parça kalmayı başardık. Gece boyu sürmeye devam edip uykusuz kaldığımdan olsa gerek bu dikkatsizlik. Elbette bu bir mazeret değil, bana kızmakta sonuna kadar haklısın, hiçbir savunmam yok. Ayrıca yine hayatımı kurtardın; diyorum ya hep, her yerden yetişiyorsun bana; rüyalarda veya halüsinasyonlarda bile olsa her seferinde beni sarsıp kendime getiriyorsun tüm sınırlarını zorlayarak. Neyse… Ziyadesiyle hoplayıp zıplamış olmam yüzünden midem ağzıma gelirken, nerede olduğumu anlamaya çalışmakla da meşguldüm. Toparlanınca başımı kaldırır kaldırmaz, güneşin yeni doğuşuyla karşımda gördüğüm manzara büyülenmeme; ağzımı bir karış açıp direksiyona kadar eğilerek camdan dışarıyı seyre dalmama sebep oldu. Başımı ön cama yapıştıracak kadar şaşkınlığa bürünen hâlimle baktıkça baktım. İnanılır gibi değildi; bir çilek tarlasındaydım, hem de kilometrelerce uzadıkça uzayan; uçsuz bucaksız. Çilekli bir düş peşindeyken, milyonlarca çileğin içine düşmüştüm. O dakika net olarak anladım neden yıllar önceki çilekli sevişme anımıza geri döndüğümü.

Son günlerde hava serin olduğundan –ki bundan hiç şikâyetçi değilim– kot ceketimi giymiştim o gün; bir de beyaz tişört, siyah kot şort, siyah botlar… Üstümü başımı düzeltip, saçlarımı geriye attıktan sonra, vaziyeti kontrol etmek için kontağı kapatıp indim. Araba çevresinde daire çizerek tam turlayacaktım ki, arkamdan gelen bir sesle irkildim. Ne insana aitti ne de hayvana; yürüyen sentetik bir ruh gibiydi arkamdaki ses. “O da neyin nesi?” derken içimden, aniden dönüp bakmak ile yavaşça başımı çevirip kontrol etmek arasında çelişkiler içindeydim. Hani, içine ürperti gelir ve merak içinde olsan da bakamazsın ya, işte ondan. Tabii ki aklıma o an, bir türlü aklıma oturtamadığım gizemli takipçilerim gelmişti. Öyle olmadığını anlamamsa kısa sürdü, ta ki cesaretle arkama dönüp onu görene dek. Bir robottu; daha çok dişil, aslında hermafrodit bir insana benzeyen, üst düzey yapay zekâsı olan türden bir android. Çırılçıplak, pürüzsüz ve uçuk maviydi; dizlerinin üzerine çökmüştü; o üzgün, yılık yamuk ifadesiyle ezilen çileklere bakıyordu. Aslında benim ezdiğim çileklere demek daha doğru olur. O an kafama odun inmişçesine dank etti tarlayı arabayla zikzaklar hâlinde mahvettiğim. İnan ki, o saniye suçluluk hissi ruhuma çöreklenince hakikaten görünmez olmak istedim. Oysa sırnaşan minik bir kedi gibiydim, elimi sallayıp “Merhaba,” diye seslendim. Beni görmezden gelircesine tepki vermedi bir süre; ama sonra ellerindeki çileklere; ezilen bir kalbe dönmüş çileklere bakarken konuşuverdi. “Netta’nın en güzel mahsullerini talan ettiniz, şoförlüğünüz ile gurur duyuyor olmalısınız Sayın Bilmem Kim?” dedi. Eyvahlar olsun! Sanki yer yarıldı içine girdim ama bir şeyler demeliydim; savunmamı sıraladım. “Şey, özür dilerim, şoförlüğüm ile hiç gurur duymuyorum, aksine kötü bir şoförüm. Size borçlandım, hatamı telafi etmek isterim. Kötü bir başlangıç oldu biliyorum ama başa alalım, merhaba benim adım Veera; Senarist Yazar Veera Virtanen,” dedim mahcup hâlimle ona doğru adımlar atarak. O ise, “Sanatçısınız demek?” diye başladı uzun cümlelerine. İyi bir ders vermek üzere, aşırı ciddi yüz ifadesiyle birden ayağa kalkarak bana doğru yürümeye başladı. “Şimdi sizin yazdığınız, aylarca emek verdiğiniz ancak elinizde tek kopyası olan bir senaryonuzu şurada yaksam nasıl hissederdiniz? Bunun telafisi olur muydu? Ya da bir heykeltıraşı ele alalım, en güzel eserini kırsam veya bir ressamın en önemli başyapıtını yırtsam, sizce bunun telafisi olur muydu? Aylarca uğraşıp yetiştirdiğim, gözüm gibi baktığım toprağı ve emek verdiğim çileklerimi ezdiniz Sayın Veera Virtanen, hem de Netta’nın en ünlü çilek tarlasının içine arabanızı bodoslama sürerek. Bazı hataların hiçbir şekilde telafisi yoktur, haksız mıyım?”

Ah Eeva, bunları işitince biçare hâlimi görmeliydin; yüksek pencereden düşen perişan bir saksı gibi yere çarpıp dağıldım. O, bana kırılmıştı; bense kabahatimi kabul ederek yüzüne bakamayacak, hiçbir cevap veremeyecek kadar paramparçaydım. Benimle burun buruna geldiğinde, her yanıma yayılan mahcup, utanmış, üzülmüş hâlimi anlamış olacak ki, yumuşar gibiydi; düştüğüm yerden parçalarımı topladı. “O güzel kafanız kim bilir neredeydi bilmem ama iyi ki empati devrelerim var Sayın Virtanen. Telafi edemeseniz de başka bir yol bulabiliriz elbet, nasılsa bana borçlandınız. Dilerim damak tadınız eşsiz şoförlüğünüze benzemiyordur, beni takip edin lütfen,” dedi yürümeye başlayarak. Başımla evetleyip peşine takılmaktan başka çarem yoktu, ayrıca ironi dolu laf sokmalarını sevmiştim; arkadaş olmaktı niyetim. Önümde iki metrelik bir androidin rehberliğinde tarla boyunca yürümeye başladım. “O meşhur çilekler buradan geliyor demek ha?” diye sordum. “Evet,” diye cevap verdi, “Ben ve diğer sekiz dostum ile buranın sahibiyiz,” dedi başını yana çevirerek.

Bunu duyar duymaz geçmişten bir gazete manşeti gözümün önüne gelince heyecanlanıp iç sesimle konuştum. “İnanamıyorum! Eşi benzeri olmayan dokuz android! Netta’nın en ünlü çiftçileri bunlar! Kendilerini dünyanın en verimli çileklerini yetiştirmeye adayan, özgür iradeye sahip robotlar!” Çok geçmeden ona adını sorunca, “Janina,” diye cevap verdi. Böylelikle başlayan sohbetimizin ardı arkası kesilmedi. Hem konuşup hem de yürürken nereye götürüldüğümü bilmeden çevreme bakıyordum. Hayal et Eeva; masmavi bir gökyüzü altında yemyeşil ve kıpkırmızı renklerin ortasında ilerliyorduk, sabah güneşi vuran, fıskiye sesleri gelen, hafiften rüzgâr esen, misler gibi kokan organik bir tarlada olmak nasıl hissettirirse o denli keyifliydim, suçluluk hissim hariç tabii. On beş dakikaya elips şekilli, alışılageldik kırsal retronun aksine neo-fütüristik mimari bir çiftlik evine varmıştık. Öyle huzurlu ve şefkatli bir ortamdı ki, rengarenk çiçeklerle süslü olduğu kadar çeşitli hayvanlarla doluydu her yer. Kediler ve köpekler âdeta beni karşılarcasına sırnaşıyorlardı bacaklarıma. Uzak ufukta ise tarla üzerinde uçur hâlde çalışan minik robotlar, hemen ilerisinde de rüzgâr türbinleri görülüyordu. “Diğer sekizi nerede acaba?” diye soran gözlerle bakıyordum ki, evin kapısından çıktılar arka arkaya. Hepsi birbirine benziyordu yahut klonlar gibi birebir aynılar demek daha uygun olurdu. Sadece yüzlerindeki farklı ifadeler birbirlerinden ayırıyordu her birini. İçlerinden biri diğerlerine beni işaret edip, “Kısa pantolonlu suçlu bu mu?” derken tebessüm etti şortumla dalga geçerek. Meğer arılar gibi telepatikmişler; Janina ile yaşadığımız her şeyi en ince ayrıntısına kadar biliyorlardı, bu yüzden tekrar konuşarak beni utandırma gereği görmediler ki zaten Janina her laf sokuşunda yeterince yapmıştı. Beni, evin önündeki masaya oturtup karşıma geçerek çıkarttılar ağızlarındaki baklayı. “Çilekli pasta ve şarap işine girmeyi düşünüyoruz,” diye söze başladı Janina, “En azından organik bir insan olduğun için, numunelerimizden tadıp bize yardım edebilirsin. Bilirsin işte, biz sentetikler yiyip içince sizinle aynı tadı alamıyor, aynı hisleri yaşayamıyoruz maalesef.”

Onlar adına üzülmüştüm ama bunu belli etmedim, kendileri ekip yetiştiriyorlar, üzerine dönüştürüp işlerini büyütüyorlar ama hiçbirinin tadını alamıyorlardı. Haksızlıktı bu. Evet, neticede insan olmak, kalp taşımak, hissetmek hayli zordu; ama yaşadığını anlaman için her şeyin tadını almak fazlasıyla mühimdi; acı kadar tatlı, taze kadar bayat olan her şey, tıpkı aşklar ve ızdıraplar gibi insan hayatının olmazsa olmazıydı. “Zaten en sevdiğim şeydir tatmak,” dedim masumane bir heyecanla ve seni andığım cümlelerle devam ettim: “Sevgilim Eeva her doğum günümüzde çilekli ve çikolatalı pasta yapardı, hem de sizinkilerden.”

Hiç vakit kaybetmediler; bir pasta getirdiler, diğerini çektiler önümden, dolup boşalan şarap kadehlerini saymıyorum bile. Pastaların hepsi sanat eserinden farksızdı, ancak ben her birinden bir çatal alabildim, çünkü yarım saate kusacak kadar yemiştim; ömrü hayatım boyunca bir daha çilekli pasta görecek hâlim kalmamıştı. İtiraf etmeye çekinsem de söylemeliyim, tatları senin yaptıklarına benziyordu. Ayrıca bir an, ufak bir lokma aldığımda gözlerim doldu; Janina fark etti burukluğumu; bir hastayı inceleyen doktor gibi merakla baktı bana; nedenini sorgular gibiydi, tabii psişik olan diğerleri de. Büyülendiler sanki. Sadece bir pastanın tadını almadığımı, bana bazı şeyleri; aslında birini hatırlattığını anladılar. Hislerimi açık ettiğimi anlamamsa gözlerimi dolduran pastayı işaret edip, “İşte budur!” demem ardından, Janina’nın bana, seni ima ederek, “Âşıkken kaybetmişsin onu,” demesiydi. Çocuksu hâllerimin altına, kalbimin kıyılarına sakladığım yaşımdan büyük depresyon, Netta’nın sağanak yağmurlarından fazla aksa da gizlediğim onca göz yaşı toplaşınca yas denilen şey göbek adım olmuştu. Yaralarımdan sızan bu derin yası bulaştırıp kimseyi kendim gibi hasta etmeye hakkım yoktu. Ayrıca acımı sürekli olarak tazelediğinden ve ısrarla kabul etmek istemediğimden seni kaybettiğim hakkında artık konuşmak istemiyordum, fakat “Nasıl anladın?” diyen gözlerle ona bakıp başımı yana yatırınca da düşüncelerimi okur gibi, “Toprağın ruhunu okuyorum ben, insan ruhunu da pekâlâ okuyabilirim. Gizlemeye çalışman faydasız,” diye karşılık verip kısa bir göz süzüş sonrası devam etti: “Bildiğiniz gibi ağaçlar kutsaldır. Ruhlar da tıpkı ağaçlar gibidir; kökleriyle evrene sıkı sıkıya bağlıdırlar ve senin acılar içinde kıvranan âşık ruhun, her yere yayılan hüzünlü kökler salmış; ama merak etme güçlüler…”

Gamsız olmayı asla beceremem; sadece sustum; avazım çıktığı kadar sustum. Neticede iyi görünmek ve kimseyi üzmemek için susmaktan başka ne yapabilirim ki? Tam düşecekken birileri tutuyor beni derim ya hep, Janina yetişti bu sefer, “Eeva’nın doğum günü ne zaman?” diye sordu. “7 Ağustos,” diye cevap verdim. Öyle insancıldılar ki, hepsi birden sanki bir mücadele kaybetmiş gibi hüzün akan yüzleriyle birbirlerine baktılar, ardından da akıllarına parlak bir fikir gelmişçesine yavaşça yaklaştılar yanıma. “Veera, senin iznini almalıyız,” diyerek başladı söze Janina. “Ama günü ama değil, bu mühim değil, şimdi bugün bir doğum günü pastası yapmamızı ve onun doğumunu hep birlikte kutlamamızı ister misin?”

İnce düşünceli oluşları ve beklentisiz iyi niyetleri karşısında öyle mahcuptum ki, titreyen yüreğim kadar titreyen çenem kilitlenip kalınca onay sözcüğü çıkamamıştı ağzımdan; başımla evetleyebildim. “Bizi onlardan ayıran nedir? Ruh mu, yoksa kalp mi? Bence hiçbir farkımız yok, bizden duyguları öğreniyorlar; yansımalarımızın kusursuz hâlleri gibi evrimleşiyorlar,” dedim içimden. O günün akşamında efsane gibi bir parti yaptık senin için. Ne şarkılar söylendi, ne sohbetler edildi, hepsini anlatmam mümkün değil. Taşkın bir enerjiyle dans bile ettiğimi hayal meyal hatırlıyorum. Evet, senin maymunun ışıklar altındaki masaya çıkıp dans etti. Gel gör ki, ortak bir şarkımızın daha ağır versiyonu çalınca durmuştu o maymun, “Seninle baş başa olunca, yeniden evdeymişim gibi hissediyorum,” diye duyduğu an, köhne bir bar kıyısına ilişen, geçip giden motosikletleri izleyen suskun ve dalgın bir yolcu gibi içtikçe içerek, geçmişe dönmek istemişti.

Evet ya, öyle içmişim ki, ancak sabah uyanınca fark ettim o sarhoş kafayla Janina’nın göğsüne mor bir kalemle kalp çizdiğimi. Sabaha partiden eser kalmamış, her yer silinip süpürülmüştü ama o kalbi silmemişti göğsünden; gözüme sokar gibi gerinerek ortalıkta geziniyordu. Bunların yanı sıra, sızmadan hemen öncesini hatırlıyorum dün geceye dair. “Sana teşekkür ederim Veera,” dedi Janina, “Pastaların markasını ne koyacağımı buldum. ‘Eeva’nın Pastaları’ olacak adı.” Bunu duyar duymaz kocaman gülümsediğimi, ardından başım yana düşerek onun omzunda sızıverdiğimi anımsıyorum.

Kim derdi ki, yetiştirdikleri çileklerden pastalar yaptığın, hiç tanışmadığın dokuz androidin bir gün senin için pasta yapıp doğum gününü kutlayacağını? O günü yalnız geçirmeme gönülleri razı gelmeyen, güya kalpleri olmayan ama öze bakılırsa kocaman kalplere sahip dokuz android ile hem de. Üstüne üstlük senin adını vermişlerdi pastalara. Sensiz ilk doğum gününde sana ancak düşlerde sarılıp kaybolurken bir çilek tarlasına sürüklenince, her zamanki gibi sevginin içine düşmüştüm; keza evimizden uzak, sensiz ve yalnız olduğumu kabul etmediğim gibi o günün tarihinin aslında gerçekten senin doğum günün olduğunu da bir türlü kabul edememiştim elbette. Ah sevgilim, sensizlikle geçen günlerin tarihini aklımda tutmayı çoktan bıraktım; çünkü tüm takvimler gittiğin o tarihte beni asıp bıraktı. Sevgilerimle. Gerçeğin; Veera.

(Devam edecek)

(Bu yazı dizisi, roman kahramanı Veera’nın, çıktığı uzun seyahat süresince sevgilisi Eeva’ya yazdığı mektuplardan oluşmaktadır ve Diğer Evrenin Senaristi romanı yan hikâyesidir; ayrıca bu romanın devamı olan Diğer Evrendeki Kadın ve Parçalanmış Yansımalar romanlarına göndermeler ve detaylar barındırmaktadır.)

Şeyda AYDIN, Diğer Evrenin Senaristi, İkinci Adam Yayınları, 1.Baskı, 2018 Aralık – 2.Baskı, 2021 Mart
Şeyda AYDIN, Diğer Evrendeki Kadın, İkinci Adam Yayınları, 1.Baskı, 2019 Şubat
Şeyda AYDIN, Parçalanmış Yansımalar, İkinci Adam Yayınları, 1.Baskı, 2019 Eylül

Şeyda Aydın

ŞEYDA AYDIN ya da yurt dışında bilinen adıyla Sheida Aiden, 1981 İzmir doğumlu yazardır ve Dokuz Eylül Üniversitesi mezunudur. Aynı zamanda Türkiye'nin ilk Siberpunk/Solarpunk Queer yani Kuir Bilim-Kurgu romanlarının/hikâyelerinin yazarıdır. Queer Aşk, Ütopya, Distopya ve Paralel Evrenleri esas alan ve yayınlanmış olan eserleri sırasıyla şöyledir: “Diğer Evrenin Senaristi”, “Diğer Evrendeki Kadın”, “Parçalanmış Yansımalar” ve bir spin-off özelliği taşıyan "Kadınların Öldüğü Yer"
Nisan 2021'den itibaren SANAT OKUR platformunda yayınlanan ve başka bir spin-off olan "Veera'nın Seyahatnamesi" adlı edebiyat/hikaye dizisini ayda bir bölüm olmak üzere yazmakta/okurlarla buluşturmaktadır. İsim benzerleri ile karıştırılmadan güncel bilgiler almak için resmi internet sitesine seydaaydin.net adresinden erişebilirsiniz. 

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Kaçırmayın!

Bazaart Projesi

Bazaart Projesi 13. Yılında Galeri Deniz’de

Yeniköy Rotary Kulübü Sanat Komitesi tarafından düzenlenen Bazaart Projesi, 21-29
Faruk Akbaş

Faruk Akbaş’tan Çarpıcı Kareler Kitabı: “Eskiden Kar Yağardı”

Gezi ve belgesel fotoğrafçısı Faruk Akbaş‘ın “Eskiden Kar Yağardı /