Ali Elmacı, bana göre oyun oynamaktan bir an bile vazgeçmeyen bir sanatçı; rahat, kuralsız, spontan, renkli, itaatsiz, cingöz… Bir anda aradan sıyrılan, ummadığın yerde karşına çıkan, kendine sakladığın şeyin peçesini herkesin ortasında aniden kaldıran, en steril mekandan toz çıkaran; Havva pozu vermiş çıplağa birden flaş patlatan, gerçek silahlarla kovboyculuk oynayan, bıçakla bizzat “bıçağa” meydan okuyan, Aziz Sebastiyan’ı okla gıdıklayan, Davut heykelini dilek ağacına çeviren, at üstündeki Napolyon’u sevimli bir hayalete dönüştürüp haşmeti Napolyon’a değil ata veren, hatta hedefte sınır tanımayarak Aleyna Tilki’yi bedensel bilinç aşısıyla isyan ettiren, her mevsim sulu yaz meyvelerinden vazgeçmeyen ve midesinin buyruklarına asla uymayan bir tür Pantagruel; Huizinga’nın tanımıyla, gerçek bir homo-ludens.
Peki tüm bunlar kiç mi? Fantastik mi? Çirkin mi? Grotesk mi? Ucube mi? Deneme mi? Edepsiz mi? Estetik dışı mı? Kuralsız mı? Çağdaş mı? Sanat mı?.. Evet ve hayır.
Ali Elmacı’nın, tuvalde yaptığı şeyin, birçok şeyin yanında, “çirkini” resmetmek olduğunu okuduğumda, aklıma hemen, çirkini muhteşem bir dil becerisiyle “güzelleyen” Cyrano de Bergerac geldi. Çirkin bir burnun, insanın ruhu dahil her şeyini çirkinleştiriyor olmasına öfkelenen Cyrano; kendi çirkinliğini, ona çirkinlik atfedenlerin bile aklına gelmeyecek sözcüklerle kutsallaştırır. Biz de, Ali Elmacı resmi için benzer bir oyuna başvuralım ve Edmond Rostand’ın formülünü, biraz değiştirerek, ödünç alalım.
“Söylenecek çok şey var, neler neler bulunmaz.
Oysa önemli olan, söyleyişin biçimi.”
Romantik: Klasik Batı resminin kanonlarını iyi bildiği kuşku götürmez. Doğayı ve vanitas’ı rahat kullanıyor. Goya’yı hatta Velazquez’i bir kez daha onayladığını da bildiğini varsayabiliriz. Gözleri gören ama kulakları duymayan birinin bakışları Goya’da da benzer bir temsille sonuçlanır. Doğanın güzelliği karşısında, insanın kusurlu olmak dışında hiçbir seçeneği olamaz. Bazı resimlerine iyi bakın: köpekler bile yüzlerindeki kusuru insandan almış.
Reddiyeci: Çağdaş denen bu sanata, hiçbir sınır çizemiyor, hiçbir ölçüt koyamıyor ve sabit hiçbir tanım getiremiyorsak, bu kadar “hiç”in sonucu sadece hiçliğe çıkar. Geriye tek bir şey kalıyor: “İnanırsan var, inanmazsan yok.” Avelina Lesper doğru söylemiş.
Küçümseyici: Bir ressamın plastik hezeyanları neden vaktimizi alıyor?
Masum: Bu resimleri mutfakta mı yoksa yatak odasında mı görmek istediğime emin olamıyorum?
Güdümlü: Her neyi anlatmak istiyorsa, o şeyi gözlere yüklemişe benziyor. Ama bazen, domuzcuk pembesi tenlerden geçip göze ulaşmak çok zor.
Tam Bağımsız: Passolini oyuncuları, yanlışlıkla Fellini’nin sirk setine düşmüş… “Dudaklarımı Öp, Kalbimi Hançerle”: Peter Greenaway’in “Aşçı, Hırsız, Karısı ve Aşığı”yla kardeş bir fotoğraf. Kesinlikle başarılı.
Aristokratik: Özne olmayı adeta hak etmeyen beden temsilleri… Bırakın hak edip etmemeyi, kendilerinin de böyle bir talebi olduğu kuşkulu.
Cinsiyetçi: Elmacı’nın insan bedenine özel bir ilgi gösterdiği muhakkak. Bu her sanatçının hakkı. Ama erkekleri ahmak gibi resmederken, fırçanın gücünü hep kadından yana kullanmak, en temel doğa yasalarına aykırı. Erkeği iktidar yoksunu (iktidarsız?) gibi göstermek aklı başında hangi kadının işine yarar?. Dahası var: bize doğrudan bakan bazı figürlerin erkek mi yoksa kadın mı olduğuna karar vermek neredeyse imkansız. Alnını kapatırsanız kadın, dudaklarını kapatırsanız erkek. Hermafrodit bile olmayı hak etmiyorlar.
Sosyolojik/Marksist: İktidar eleştirisi yaparken, biçimin gücünü, söylemi gölgede bırakacak kadar abartmak ibreyi tersine çevirebilir. Beyaz yakalıların ya da sermaye sahibi üst sınıfın eril gücüne grotesk de olsa temsil hakkı verirken, emeğin fantastik temsilini nerede arayacağız? Tuvalin arkasında mı? Buna karşın, bazı tuvallerde poz veren kuzeyli tipler ve sömürüyle elde edilmiş güneyli tropik meyveler bize biraz ipucu veriyor aslında. Üstelik, sağ eğilimli western filmlerinin güçlendirilmiş kovboylarını, sirk palyaçosuna çevirmiş olması da ayrıca anlamlı. Nicos Hadjinicolaou daha çok okunmalı.
Göstergebilimsel: Elmacı’nın tuvallerinin yoğun bir metinsellik içerdiği peşinen söylenmesi gereken bir gerçek. Yüzeysel düzlemde, 1960’lı yılların Amerikan illüstrasyonlarına daha renkli, çizgisiz ve daha artistik bir dokunuşu çağrıştıran resim yüzeyleri; ikinci ve derin katmanlarında yoğun bir sembol ve gönderi de barındırıyor. Klasik manzara temsili içine yerleştirilmiş insan ve hayvan figürleri, bulundukları mekanla hiçbir uyum sergilemezler. Doğayla insan ya da hayvan arasındaki uyumsuzluk, aynı biçimde, insanla-insan veya hayvanla-hayvan/insan arasındaki biçimsel uyumsuzlukla devam eder. Tuvalin bütünündeki uyum, tam da bu uyumsuz ilişkilerin kesintisiz düzeniyle sağlanır. Bu da her tuvalin, kendi içinde yakalanan, “uyumsuzlukların uyumu”yla sağlanmış anlamlı bir bütün demektir. Yatay okumadaki bu biçimsel bütünün, dikey okumayla sağlanacak derin düzlemindeki anlam evreniyse, en derinde, baştan sona bir çatışmanın ve ikili karşıtlıkların yarattığı anlamlandırma dizgelerinin varlığını gizlemektedir: Bakan-bakılan, kadın-erkek, sert-yumuşak, ten-bıçak, durağan-hareketli, esnek-katı, giyinik-çıplak…
Post-yapısalcı/çağdaş: Ali Elmacı, kendi ifadesiyle, çirkini hedefliyor olabilir; ama bu hedefin, tuvalde, çirkinlikle sonuçlanmadığını söylemem gerek. Türk resminde çarpık, tuhaf, estetik-dışı hatta ucube resmedildi; ancak gerçek anlamda “çirkin” bizim resmimizin henüz konusu olmadı, en azından Otto Dix düzeyinde bir çirkinimiz yok. Belki de bu hiç hedeflenmedi, bilmiyorum. Elmacı’nın tuvalindeki çirkin, varlığını normatif güzelliğin karşıtından alan bir tür “karşı-güzel.” Çünkü onun resim atlasında, “ideal güzel” kendine bir kez bile yer bulamadığı için, çirkinin tarifine ulaşmakta zorlanırız. Umberto Eco, beyazların ve Batının çirkin anlayışının, kara Habeş ırkını çirkin bulduğunu; buna karşın, kara Habeş toplumunda, “daha kara” olanın “daha güzel” olarak kabul gördüğünü aktarır… Peki ama çıkış noktamız neden güzel-çirkin denklemi olsun? Modernliğin artık kabul görmeyen bu denkleminin yerine koyabileceğimiz başka bir şey yok mu? Elbette var… Güzele ütopik, çirkine distopik payesi verdiğimizi düşünelim; bu durumda, “ikisi de olmayanın” ya da “hem olan hem olmayanın” temelini nerede atacağız? Şimdilik tek bir yanıtı var: Heterotopya’da. Foucault’nun geliştirdiği bu kavram, Elmacı’nın resim evrenine yakıştırabileceğimiz en ideal tanımlardan biri, bana göre. Üstelik, yine Foucault’nun beden, iktidar, gözetleme, kapatma gibi kavramları, Elmacı’nın grotesk/fantastik yapıtlarının altını dolduracak yerinde tanımlar olarak çıkar karşımıza.
Tam bu noktada, Ali Elmacı’nın aktörlerinde, çirkinlikten önce, bir tür “delilik” gördüğümü belirtmeliyim. Karakterlerin mimiklerinde, rahatsız edici neşelerinde, “güya ciddi” duruşlarında, onlara ait değilmiş gibi duran gözlerinde, kendi aralarındaki iletişimde ve bulundukları mekanı adeta yok sayan pozlarında, deliliğin ince tezahürünü gördüğümü kendi adıma belirtmeliyim. Fakat sözünü ettiğim delilik; akıldan yoksunluktan önce bönlük, aşırı saflık, budalalık ve yaşamın pratik bilgisinden yoksunluk olarak da düşünülmeli; tıpkı Erasmus’un delileri gibi. Zira bu, tımarhaneye ya da hapishaneye kapatılmışların yanında, yine Foucault’nun deyimiyle, “dışarı kapatılmışları” da içeren bir delilik tanımı kapsar. Üstelik, bu tanımın günümüzde daha çok “dışarı kapatılmışlığı” temsil ettiğini dillendirmek de yanlış olmaz. Dışarı kapatılmışların kapladığı mekan da, tıpkı hapishane ya da tımarhane gibi, yine heterotopyaya ait bir mekandır. Bu anlamda, heterotopik mekanın (dışarı olduğu halde içeri) sakinleri sadece deliler, suçlular ve etiketlenmişler değil, muhtemelen suç korkusuyla yaşayan ve olağan fail gözüyle bakılan herkestir; ya da hepimiz; itiraz eden herkes… Bize bakan, kesintisiz gözetleyen bir göz ve hem içeride hem de dışarıda gözetlenen, denetim altında tutulan insan: bedenin hapsi. Ve bu hapis, öyle büyük, gözetleme öyle her yerde ve çok sayıda ki; gözetleyen de, o büyük gözün açısından sıyrılamayıp, “gözetlenen bir gözetmen” olmaktan kendini kurtaramamış durumda. İktidar sahipleri bile, iktidarın bu gücü karşısında çaresiz. Çünkü burada söz konusu olan, siyasal iktidar ya da devletten çok, her dönem değişen söylemin kendisidir. Ve bu söylem, şu an, varlığını gizliden belli etmek yerine, kendini açıkça ilan eden, gönüllü hegemonyayı dayatan, her dönem yeni baskı aygıtları geliştirebilen cyber yetenekte bir söyleme dönüşmüş durumda. Ama günümüzde, bu söyleme maruz kalan, yani gözetlenen de, gözetleyeni gördüğünü, kim olduğunu bildiğini açıkça dillendirebiliyor. Tıpkı, Elmacı’nın gözümüzün içine bakan oyuncuları gibi: Beni görüyorsun, seni görüyorum; beni gördüğünü görüyorum, beni gördüğünü görüyor olmanı görüyorum, beni gördüğünü görüyor olmamı görmeni görüyorum…
Ali Elmacı’nın, çağdaş sanatın hatta artık sosyolojinin odaklarından biri olan bedene; onun baskı altına alınmasına, denetlenmesine, dikizlenmesine ve parçalanmasına karşı geliştirdiği itiraz söylemi, elit tonlarda, asık suratlı ya da aristokratik bir söyleme biçimi değil. Tam tersi, popüler kültürün yaygın renk, nesne ve temsil biçimlerini, bütünlük-estetik denklemine meydan okurcasına, yine renkli biçimlerde kullanarak, kiç’ten üst bir kiç daha yaratmaya dayalı plastik bir söyleyiş oyunu. Elmacı, kiç bir sanatçı değil elbette; ama kiç’i muzip bir şekilde kullanan, kullanmakla kalmayıp, tamamını satın alarak daha da kiçleştirdikten sonra, onu geri satan bir oyunun başında duruyor. Bazı çalışmalarının şimdiden “kült” tuvallere dönüşmesi de bu yüzden olsa gerek.
Ama biz ne dersek diyelim, Elmacı’nın tuvaldeki oyuncuları kendi gerçekliklerinden, güçlerinden ve doldurdukları mekandan son derece eminler. Hepsi birer sirk oyuncusu kadar neşeli, esnek ve aldırmasız. Ama benim “sermayeci pozu” diyeceğim, tekli ya da çoklu bazı portrelerde dikkatimi çeken bir şey daha var: Bir delinin, akıllı görünecek şekilde poz vermeye kalkışması; onu, gerçekte olduğu deliden çok daha öte bir deliliğe taşır… Ciddi insanların, zaten ciddiyken, ciddi poz vermek için mimiklerine yüklenmesi de hep aynı fotoğrafa ve karikatüre çıkmıyor mu? Bu durum, Elmacı’nın en etkili eleştirel temsillerinden biri olarak hafızamda hep kalacak. Muhtemelen, çirkinlik ve iki yüzlülüğü de bu yüzün altında aramak gerekecek… Zavallı Cyrano’nun dediği gibi; daha neler neler söylenir, mühim olan söyleyiş.
/…/