Uğur Ulusoy, RÜYALI
Uğur Ulusoy, RÜYALI

Âlemler İçinde Bir Âlem’den Gelen Biri: Rüyalı

Sanatçı Uğur Ulusoy İle Söyleşi
14 Haziran 2025

Rüyaların, sezgilerin ve göçebe imgelerin iç içe geçtiği bir dünyada, sanatçı Uğur Ulusoy ile bir söyleşi gerçekleştirdik. Rüyaların doğası, tıpkı insan ruhu gibi katmanlıdır. Summart’ta 30 Haziran’a kadar görülebilecek RÜYALI / Dreamlander sergisinde yer alan resimler, bu katmanlı yapının görsel bir karşılığı  gibi.  Rüyalar, yalnızca günün kalıntılarını değil, bilinçdışı arzuları, bastırılmış duyguları ve kolektif hafızadaki arketipleri de sahneye koyar; yüzeyde kısa, kesik, geçici imgeler sunarken, alt katmanlarda ise sembollerle örülmüş çok daha derin ve çok daha eski anlamları taşır. Bir rüya yalnızca “görülen” değil, aynı zamanda “hissedilen”, “hatırlanan” ve “anlamlandırılamayan” bir deneyimdir.

Uğur Ulusoy
Uğur Ulusoy

Resimlerinde göçebeliğin – farklı kültürlerin simgeleri var. Sanatına yansıyan bu göçebeliğinden çocukluğundan başlayarak bahseder misin bize?

1984 yılında Almanya’nın Oberhausen şehrinde doğdum. Babam Türk, annem ise Kürt-Azeri kökenli. Almanya’da büyüdüm ama aidiyet duygum, çoğu zaman bulunduğum yerin ötesine taştı. Henüz on aylıkken ilk uzun yolculuğumu ailemle Türkiye’ye yapmışız. Neredeyse her yaz bir ritüel olarak iki aile tıka basa insan dolu bir arabada üç gün üç gece süren yolculuklarla önce İstanbul’a, oradan da Sivas’taki köyümüze giderdik. Bu yolculuklar, sadece fiziksel bir hareket değildi benim için; çocukluğumun en temel duygularından birine, “yolda olma” haline dönüştü. Göç, hareket, geçiş… Bunlar bilinçaltıma çok erken yaşta yerleşti.

Aslında bu sürekli yer değiştirme hali yalnızca benim çocukluğuma ait değil. Ailemin hikâyesinde de göç var. Dedem Kars’tan İstanbul’a, oradan Almanya’ya gidiyor, yıllar sonra tekrar temelli dönüş yapıyor. Büyükbabam da genç yaşta Almanya’ya göç ediyor, bir ömür çalışıp birikim yaptıktan sonra kırklı yaşlarında Türkiye’ye dönüyor. Belki de bu yüzden göçebelik sadece yaşadığım bir deneyim değil, aynı zamanda içimde taşıdığım bir miras. Yer değiştirmek, yolların kendisi, hatta yersizlik hissi zamanla kimliğimin parçası haline geldi.

Sanatımda da bu sürekli geçiş halini, aidiyetin kırılganlığını ve belleğin mekânla kurduğu ilişkiyi sorguluyorum. Çünkü benim hikâyem, sadece bir noktadan bir başka noktaya yapılan yolculuk değil; geçmişle bugün, köklerle aidiyet, anılarla mesafe arasında bir salınım gibi.

Kendini dünyanın yerlisi olarak gördüğün yaşamında farklı şehirlerde resimler yaparak farklı pratiklerle sanatını geliştirdin. Bir mekanın üst üste geçmiş saklı renklerini görünür kılarak mekanın hafızasını kumaşları kullanarak çıplak bırakıyorsun. Kumaşla ilişkini bize anlatır mısın?

Sanat pratiğimin en başında kullandığım kumaşlar, aslında oldukça kişisel bir geçmişe dayanıyor. Annemler, 35 sene önce pazarlarda farklı türde kumaşlar satıyordu. İlk işlerimde kullandığım birçok kumaş, onların zamanında elde ettiği bu parçaların bir devamıydı. Sonrasında ben de farklı coğrafyalara seyahat ettikçe, gittiğim yerlerin kumaşçılarından kendi seçimlerimi yaparak bu paleti genişlettim. Ama açıkça söylemeliyim ki, benim için kumaşlar sadece bir malzeme değil. Onlarla aramda kurduğum bağ çok daha farklı, çok daha kişisel.

Bazen bu kumaşlar bana bir birey gibi geliyor. Onlara dokunduğumda, onları ilk kez elime aldığımda hissettiklerim, kurduğum ilişkide belirleyici oluyor. Resim yaparken kimi zaman onlarla konuşuyorum, içsel bir diyaloğa giriyorum. Her birinin dokusu, deseni, rengi… Hepsi başka bir hikâye, başka bir ruh hali taşıyor. Fırçayla temas ettiklerinde gösterdikleri tepkiler — rengin dağılması, boyayı emişleri — hiçbir zaman tamamen benim kontrolümde değil. Bu başıboşluk hâli beni büyülüyor. Çünkü o anlarda kumaşla ben, bir tür karşılaşma yaşıyoruz. Tıpkı bir insanla ilk kez tanıştığında olduğu gibi: karşındakini olduğu gibi kabul ediyorsun, tanımaya çalışıyorsun, onun sınırlarına saygı duyarak bir bağ kuruyorsun.

Bu yüzden kumaşlar benim için sıradan yüzeyler değil; her biriyle kurduğum ilişki bir tür ortak üretim hâline dönüşüyor. Nereye gidersem gideyim, boyalarım ve kumaşlarım hep yanımda oluyor. Onlar benim yoldaşlarım. Bazen bir geçmişin izini taşıyorlar, bazen yeni bir coğrafyanın kokusunu… Ama her seferinde, beni ben yapan üretimin sessiz tanıkları ve eşlikçileri oluyorlar.

Rüya Alemi  derken kendine özgü karakterleri olan, başka bir zaman mekan gerçekliğine sahip bir yaşam alanından söz ediyoruz. Bu dünyanın yaşamını deneyimliyor, anılarını hafızamızda biriktiriyoruz. İbnü-l Arabi bu aleme alem-i misal yani temsiller alemi diyor; hakikatin, semboller ve işaretlerle ruha açılması olarak tanımlıyor. Kitapta geçen şu sözler bu hakikatin arayışı : “Evren sonsuz döngüsünü sürdürürken, bir rüya aleminin içinde dönmeye başlar. Varlığımızdan önce yaşananlar, bizimle beraber dans edenler ve gelecekte kendisini duyuracak olan müzikler bu alemin etrafında devinmeye başlar.” Rüyalı bize hangi ruhun hakikatini göstermeye çalışıyor?

İbn-ül Arabi’nin sözlerine yürekten katılıyorum. Soruyu okurken bu satırları tekrar gözden geçirdiğimde bile, ruhumun canlandığını, beslendiğini hissediyorum.  Rüyalı, bize hangi ruhun hakikatini göstermeye çalışıyor diye sorduğunda, aklıma hemen ruhlarım geliyor. Çünkü ben, her insanın farklı ruh hallerine sahip olduğuna inanıyorum. Kimimiz bu halleri tanıyor, onlara isim veriyor, içselleştiriyor. Kimimizse henüz o farkındalığa varmadan yaşıyor. Ben kendi adıma, şimdiye kadar üretimlerimde net biçimde tanıdığım beş farklı ruh halime sahibim. Her zaman yanımdalar ama her yerde, her koşulda görünmüyorlar. Onlarla en çok resimlerimin içinde karşılaşıyorum.

İlk ikisi çocuk ruhlarım: biri kız, biri oğlan. İkisi de hayat dolu, neşeli, saf, enerjisi yüksek… Tıpkı çocuklar gibi. Onlarla birlikte İstanbul’a geldiğimi düşünerek yerleştim bu şehre. 2023’te geldiğimde, yeni bir başlangıç yaparken, onların o saf coşkusunu yanımda hissettim. Resimlerime de bu ruhlarla başladığımda tuvalin enerjisi bambaşka oluyor; renkler daha parlak, hareket daha özgür, her şey daha akışkan.

Diğer iki ruh halim, yine biri kadın biri erkek; ama bu defa daha olgunlar. Onlarla ilk kez 2019’daki diploma tezimde tanıştım. Yaptığım büyük bir enstalasyonun sol tarafında kadın, sağ tarafında erkek figürü vardı. O dönem içime çok tanıdık gelen bu figürlerin aslında bana ait ruh hallerim olduğunu zamanla fark ettim. Önce biraz şaşırdım, sonra bu içsel tanışıklığı kabullendim. Uzun süre kimseye anlatmadım, çünkü garip karşılanabileceğini düşündüm. Ama artık bu tür ‘garipliklere’ açığım. Hatta onları sevmeyi öğrendim.

Beşinci ruh halimse en güçlü olanı. Yaşlı, bilge bir kadın gibi… Belki 90’larında. Çok özgüvenli, çok dengeli ve içsel bir adalet duygusuyla hareket ediyor. Onunla ilk kez 2023’te Arnavutköy’de, geçici olarak kaldığım bir evde, bir resme başlarken karşılaştım. Varlığını çok derinden hissettim. Sanki doğrudan gözlerimin içine bakıyordu. Bu sergide, Summart’ta giriş katında yer alan ve “Ruhların Kraliçesi” adını verdiğim eserde onu resmettim. Tüm ruh hallerimin lideri gibiydi. Ama öyle buyurgan değil; bilge, adaletli ve eşitlikçi. Ne kendi içimdeki halleri ne de başkalarının ruhlarını bastıran biri… Onun varlığı bana büyük bir huzur veriyor.

Tüm bu ruh hallerini zamanla tanıdım ama hâlâ tanışmadığım halleri de olduğunu hissediyorum. Özellikle her yeni şehirde, her yeni evde —ki genelde Airbnb üzerinden kısa süreli evlerde kalıyorum— geceleri bir alışma süreci yaşıyorum. Mekânların da kendi ruhları oluyor ve bu yeni ruh hallerimle karşılaşmamı sağlıyorlar. Belki de ilk başta yabancı gelen o duygular, aslında bana ait, ama henüz tanışmadığım ruh halleri. Bunu zamanla anlayacağım.

Uğur Ulusoy, RÜYALI
Uğur Ulusoy, RÜYALI

Carl Gustav Jung’a göre rüyalar, bilinçdışının kendi diliyle anlattığı hakikattir. Rüya, bastırılmış arzuların, unutulmuş hatıraların, reddedilmiş benliğin – yani gölgenin– semboller aracılığıyla sahneye çıktığı içsel bir anlatıdır. “Gölge” ise bu tarih boyunca yüzleşmekten kaçındığımız her şeyin toplamıdır. RÜYALI / Dreamlander sergisi de tam olarak bu gölgeli dilin izini sürüyor. Sezgisel bir yaratım süreciyle şekillenen bu düşsel evrende, imgelerin ardında beliren siluetler ve renklerin içine gizlenmiş çatışmalar, izleyiciyi kendi bilinçdışına doğru çağırıyor. Buradaki çatışma halini bilerek mi yarattın, yoksa bunlar senin gölgenin tezahürü mü?

Çok güzel bir soru. Aslında şöyle söyleyebilirim: Her ikisi de. Hem bilinçli olarak resmettiğim, yaşanmışlıklarımla beslenen bölümler var hem de baştan itibaren kendiliğinden, bilinçdışından gelen ve benim ‘gölgelerim’ diye adlandırdığım parçaların dışavurumu var. Resimlerime genellikle bilinçaltımdan gelen dürtülerle başlıyorum. Bu da kompozisyonun büyük kısmının, önce bu gölgeler tarafından belirlenmesine yol açıyor. Sonrasında, bu gölgelerin hem iyi hem kötü taraflarını fark ederek, onları düşünerek ve bilerek kompozisyona bilinçli müdahalelerde bulunuyorum. Böylece bir çatışma doğuyor — ve ben bu çatışmanın farkındayım, hatta onun orada olmasını istiyorum.

Çünkü hepimiz bir şekilde çatışmalar yaşıyoruz. Bence bu, insan olmanın, var olmanın temel dinamiklerinden biri. Ancak burada önemli olan çatışmanın niteliği: Kendimizi yüceltmek, birini ezmek, üstün gelmek için değil; kendimizi daha iyi tanımak, anlamak, dönüştürmek için yaşadığımız çatışmalar. Bu tür çatışmalar sonunda hem bize hem de topluma katkı sağlayabilir.

Ben de resimlerimde bu süreci ele alıyorum. İzleyenin bu çatışmayı görmesi, ama daha da önemlisi hissetmesi benim için çok önemli. Zaten o yoğunluğu – formda, renkte, figürde, simgelerde – hissedip sonunda bir dengeye ulaştığım an, bir resmin tamamlandığını anlıyorum. Bu denge hali, bilinç ve bilinçdışının uzlaşması gibi… İşte o an, resimde çatışmada biter.

Rüya, hem bireyin içsel tarihi hem de insan ruhunun ortak diliyle yazılmış bir anlatı olarak ifade ediliyor. RÜYALI / Dreamlander sergisi, bu kolektif hafızanın çağrısıyla şekillenmiş; Renklerin sezgisel akışı, imgelerin sembolik dili ve kumaş üzerindeki katmanlı anlatım, yalnızca bireysel değil arketipsel bir yolculuğun kapısını aralıyor. Peki bu düşsel evrende yalnızca kendi gölgenle mi karşılaşıyorsun, yoksa insanlığın gölgesi de sana eşlik ediyor mu?

Eserlerimde elbette yalnızca kendi gölgelerimle değil, aynı zamanda toplumsal ve hatta insanlığa ait ortak gölgelerle de baş başa kalıyorum. Çünkü her bulunduğum ortamda, her toplumsal yapının ister istemez küçük bir parçası haline geliyorum. Bu da beni, bir kolektif algının ve yapının içine yerleştiriyor. Ve bu kolektif yapı, hem bilinçli hem de bilinçdışı düzeyde beni, düşüncelerimi ve dolayısıyla gölgelerimi etkiliyor, şekillendiriyor. Bu etkilerin farkındayım ve onları resimlerime bilinçli olarak dahil ediyorum.

Özellikle resimlerimin belli aşamalarında, artık daha bilinçli ilerlediğim bölümlerde, müzik dinlemektense haberleri, felsefi söylemleri ya da farklı podcast’leri dinlemeyi tercih ediyorum. Bu da doğal olarak, güncel dünyaya, yaşadığım ülkenin politik gündemine ya da küresel olaylara dair meseleleri resimlerime taşıyor. Yani kişisel olandan yola çıkarken, evrensel ve toplumsal olanla da kaçınılmaz biçimde bağ kuruyorum. Bu benim için yalnızca bir tercih değil, aynı zamanda bir sorumluluk. Bu çatışmaları görünür kılmak, bana göre sanatçının –ya da daha doğrusu insanın– bir vazifesi.

Resimlerimde bu anlatım daha çok kişisel hikâyelerimden süzülerek yer alıyor olabilir. Bu yüzden belki ilk bakışta herkes tarafından net bir şekilde anlaşılmayabilir. Ama benim için önemli olan tam da bu: Anlaşılmaktan ziyade hissedilmek. Eğer izleyen kişi kendi iç çatışmalarını o işin içinde hissedebiliyorsa, orada bir bağ kurulmuş demektir. Bu da, benim kişisel hikâyemle bir başkasının bambaşka bir coğrafyada yaşadığı duygu arasında bir köprü oluştuğunu, yani kolektif bir duygunun varlığını gösterir.

Bu çağda yaşadığımız ortak deneyimlerin hepimizi farklı şekillerde ama eşdeğer bir yoğunlukla etkilediğini düşünüyorum. İşte bu kolektif hissiyat, resimlerimin temelinde yer alıyor. Zaten bu çatışmayı görmek için bir örnek de verebilirim: Resimlerimin fotoğrafını çekip siyah beyaz bir filtreyle baktığınızda, o yoğun çatışmayı çok daha net şekilde görebilirsiniz. Çünkü oradaki karanlık ve aydınlık dengesi, aslında bizim gerçek hayatta yaşadığımız çelişkilerin, haberlerde karşılaştığımız hakikatlerin bir yansıması. Onlar belki doğrudan anlatılmıyor gibi görünse de, resmin içinde hep varlar ve bana eşlik ediyorlar.

Başka bir ülkede kendini göçebe, yabancı olarak görürken o yerin kolektif rüya alemine dahil olduğunu hissediyor musun? Kolektif rüya içinde nasıl bir yolcu oluyorsun ya da şöyle sormalıyım orada hala göçebe misin?

Farklı ülkelere gittiğimde, farklı kültürlerin kolektif rüya âlemine çok hızlı bir şekilde dahil olduğumu hissediyorum. Zaten kendimi oralarda hiçbir zaman bir “göçebe” gibi hissetmiyorum. Girdiğim ortama çabucak adapte olabiliyor, o yapının bir parçası gibi hissedebiliyor ve bu hissi önemseyerek, o bütünlüğe elimden geldiğince değer vermeye çalışıyorum.

Şöyle bir deneyimim var: Gittiğim ülkelerde, konuşulan dili biliyorsam—örneğin Almanca, Türkçe, İspanyolca ya da İngilizce—bir süre sonra rüyalarımda da o dillerde konuşmaya başlıyorum. Bu da beni doğrudan o toplumun kolektif rüya alanına taşıyor gibi geliyor. Çünkü insan, bir toplumun içine girdiği ve onunla gerçek anlamda temas kurduğu anda, yalnızca gündelik yaşantısıyla değil, bilinçaltıyla da o yapının bir parçası haline geliyor. Rüyalar, yaşadıklarımızdan, etkileşimde olduğumuz insanlardan ve gündelik hayatın izlerinden şekilleniyor.

Uyanıkken bir yere uyum sağlamaya çalışırken, aynı sürecin rüyalarımda da devam ettiğini hissediyorum. Bu çift katmanlı adaptasyon hali beni hem besliyor hem de büyülüyor. Çünkü rüyaların bazen bazı şeylerin habercisi olduğuna inanıyorum. Bu yüzden gördüğüm rüyaları çok dikkatli takip ederim. Günlük hayatta yaşadığım bir anın, acaba daha önce gördüğüm bir rüyanın devamı ya da işareti miydi diye düşündüğüm çok olur.

Kolektif bir rüya âlemi içinde yaşadığımızı bilmek ise, bence gerçeklik algımıza bambaşka ve çok kıymetli bir boyut katıyor. Bu farkındalık hem çok derin hem de çok keyifli.

Meryem Koç

2013’ten bu yana birçok mecrada kültür-sanat yazıları kaleme alıyor. Yazılarında çağdaş sanatla birey, toplum ve bellek arasındaki ilişkileri eleştirel ve deneyimsel bir yaklaşımla inceliyor. Önemli sanatçılar, yazarlar, felsefeciler ve düşünürlerle gerçekleştirdiği söyleşilerle kültürel üretimin düşünsel zeminine ışık tutuyor.

Aynı zamanda sanatçı olarak üretimler yapmaya devam ediyor. Pasaj İstanbul'un gerçekleştirdiği Barın Han'da sergilenen Küçük Acılar, Büyük Şarkılar sergisine katıldı. Akan Beden Kars'ta Köklerin Gizli Bağı isimli bir performans gerçekleştirdi. Ayrıca gıda ve ekoloji alanında da çalışıyor. Gastronomi eğitimi alarak bu alandaki bilgisini derinleştirdi; Postane’nin Yeni Kentlinin Ekolojik Rehberi programına burslu olarak katıldı. Food & Art Talks isimli bir söyleşi serisi yaptı; sanatçılar, mimarlar, kent çiftçileri ve akademisyenlerle doğa-insan ilişkisine, çevre adaletine ve toplumsal ekolojiye dair diyaloglar kurdu.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

İÇ REKLAM

Güncellemeleri almak için kaydolun

Biz de spamlerden sizin kadar nefret ediyoruz.

İÇ REKLAM

Betül Tarıman
Önceki

Şair Betül Tarıman’ın Sıcacık Dizeleri Çocuklarla Buluşuyor

Summer Selection, Art On Piyalepaşa
Sonraki

Art On Piyalepaşa’da Yeni Sergi: “Summer Selection”

Kaçırmayın!

Oğuz Atay kimdir?

Oğuz Atay (12 Ekim 1934 – 13 Aralık 1977), Türk

Tevfik Fikret kimdir?

Tevfik Fikret (24 Aralık 1867 – 19 Ağustos 1915), Türk