Bazen bir resmin neyi sakladığını ararken, farkında olmadan, resmin kendisiyle tanışırız. Bu biraz da, ormanda kaybolan birini ararken, ormanı tanımak gibidir. Bakmanın gücünün, görme karşısında her zaman silik kaldığı meta-anlatılarda; bize hep, ot yığınları arasında kaybolmuş değerli bir yüzüğün yerini keşfetme görevi verildi; yüzüğe verilen değer, onun varlığını daha da değerli kılan ot yığınına nerdeyse fazla görüldü. Özellikle gözün işlevini öne çıkaran mekan sanatlarında durum tam anlamıyla böyledir. Resimleri, görüntüleri, kentleri, yüzleri, mekanları, şeyleri okurken; bazen, gözün işlevini, aklın gücüne teslim ederiz. Bu durum, çağdaş ya da güncel sanatın tüm formları için kurtarıcı olabilir ama izleyici, görüntü karşısında önce aklıyla değil gözüyle işbirliğine gider: bakmak. Bakmanın saflığı, dürüstlüğü ve samimiyetine karşın; görmek, son derece örtük, tedirgin, soğuk, güvensiz ve yorucudur. Tam da bu yüzden, bazen tuzağa düşer, olmayan şeyleri de görürüz.
Burcu Perçin resmi konusunda, bir şeyi peşinen söylemekte yarar var: onun resimleri, görmenin zorbalığına teslim olmadan önce, bakmanın vereceği hazzı en önde tutar. Aklın, çerçeve içinde neyin yaşandığını sormasına izin vermeden, göz, sanatçının son bir hamlesiyle harekete geçecekmiş gibi duran heykellere; küçük bir dokunuşla tuvalden taşacakmış gibi konumlanmış kaya parçalarına teslim olur. Manzara fragmanları önce gözü fetheder; bize, gezinerek tat almanın keyfini, günümüz izleyicisinin epeydir unuttuğu bir şeyi, bir kez daha hatırlatır: yavaşlık.
Burcu Perçin resmindeki yavaşlık, tuval içine özenle seçilmiş figürlerin ya da nesnelerin kendi doğalarından kaynaklanır. Buna karşın, renklerin, soyutlanmış biçimlerin, kısa fırça darbeleriyle oluşmuş parçalı öbeklerin karmaşası, yavaşlığa meydan okurcasına tüm yüzeyde kıpır kıpırdır; her yönde yaşanan bir çatışmanın, gerilimin titreşimini yayarlar. Doğası gereği, durağan olması beklenen bir harabe fragmanı, onu yeniden hayata döndürecek mimarın becerikli ellerini beklercesine sabırsızdır. Sanatçı, belki de yüzyıllar önce zaten parçalanmış olan bedenleri; uzuvlarını birbirine katacak kadar bir kez daha parçalar; heykelleri, adeta bir kez daha yok ederek var eder; ve bu eylem, tuhaf biçimde, mermer durağanlığına sahip antik heykellerin, tuvalde canlanmasıyla sonuçlanır. Bir şeyin, mekan değişince ifadesinin de değişmesi kesinlikle ilginç. Antik Yunan ya da Roma heykelleri, hiçbir zaman bulundukları mekanla bütünleşmezler; sadece, o mekanı çekici kılarlar. Ama Perçin’in heykelleri, ormanın gerçek sahipleriymiş gibi mekanla güçlü bir uyum sergilerler. Bunun nedeni, büyük olasılıkla, heykellerin, bulundukları mekanın renk paletinden parçalı da olsa küçük izler taşımaları.
Peki gerçekten böyle mi? Manet’nin koyu yeşil doğasını andıran manzaranın bir köşesine saçılmış heykeller kendi evlerinde mi? Hayır.
Burcu Perçin, kolaj tekniğinin her tür yorumuna açık bir sanatçı. Fotoğrafa yaptığı müdahalelerin, bezen sürrealist bir yorumla sonuçlandığını söylemek abartılı olmaz. Ama ondaki sürrealist etki; bilinçaltının muğlak dilinin gerçek görünümlerle kurduğu ilişkiden çok, gerçeğin gerçekle kurduğu uyumsuz ilişkiyle açıklanabilir. Lüks bir mekanın, lüks bahçesine kabaca oturtulmuş, yontulmamış mermer parçası; gerçeğin, gerçekle kurduğu uyumsuz ilişki olduğu kadar, gerçeğin gerçeğe attığı bir tokattır da. Tuval üzerinde uyumsuz hatta yapay duran bu müdahale, aslında, amaçladığı şeyi doğrudan söylemektedir: senin betonla ve tıraşlanmış yeşillerle yarattığın dünya da yapay! Üstelik, bir o kadar da “uyumsuz.” Onlarca kilometrekare orman boyunca, tek bir betonun olmadığı doğada, birden karşımıza çıkan otel kompleksi kadar uyumsuz!
Perçin’in renkli heykellerinin de herhangi bir mekana öylece fırlatılmış gibi görünmelerinin nedeni, sanatçının bilinçli bir tercihi olsa gerek. Elimizden kayıp giden doğaya, antik heykel hafızasıyla ağıt… Ya da hatırlatma; ya da nostalji; ya da melankoli… Ama tüm bunlar bizi, romantizmin kucağına da atabilir.
Burcu Perçin resimlerinin romantik olduğunu düşünmüyorum. Harabe estetiğine, çok sayıda ve kalın boyalarla başvurmuş olması onu bu tuzaktan kurtarmış gibi durmaktadır. Romantiklerin, geçmişe özlem duyan ama yeninin cazibesinden de vazgeçmeyen ikilemini onun tuvallerinde okumak çok zor. Perçin’in geçmişe duyduğu nostalji, bugünün mekanla birlikte insan bedenini de parçalayan vandalizmine beslediği öfkeden kaynaklansa gerek. Üstelik sanatçı bunu, kelimenin tam anlamıyla, kendi resim mekanlarından insanı peşinen yok ederek yapıyor ve mekanı, insanın yok oluşunun en büyük tanığı olarak bırakıyor geride: bir tür karbon ayak izi.
Engizisyon artığı gibi duran taş ve mermer ocakları… terkedilmiş fabrika hayaletleri… gözleri oyulmuş gibi hüzünle bakan ön cepheler… kırık camların onarılmayı beklemeyen duruşu… pahalı mekanların kiç’i bile değerli kılan yapaylığı…anımsanmasını graffitiye borçlu duvarlar… metruk, her tür kokuya gebe mekanlar… Hooper’ı anımsatan, Arizona estetiğine yakışır otoban ve ıssız evler…
Bir sinemacı olarak, mesleğim gereği, resimlerin sessel karşılıklarını da her zaman merak ederim. Bir resmin altına nasıl bir müziğin ya da ses efektinin uygun düşeceğini hayal ederim. Soyutlama hakkını her zaman cebinde yedek bir kart olarak tutan Burcu Perçin’in resimleri, tuhaf biçimde, doğal ya da yapay hiçbir ses üretmiyor bende… Bu aslında, sanatçının amaçladığı şeye fazlasıyla uygun düşüyor. Terkedilmiş bir harabeye en yakışan şey, kesinlikle sessizliktir. Doğanın karnı deşilerek açılmış mermer ocaklarına ait bir manzara hiçbir müzik üretemez. Beton yığınlarının arasında ya da otoban kenarlarında, naylon estetiğiyle yaratılmış nostalji, onu yüceltecek hiçbir sesi hak etmez… Kendi iştahımızla tükettiğimiz doğayı görmek için, uyarıcı hiçbir sese gerek yok; sadece bakmamız yeter… Sessiz ve yavaş.
/…/
[…] branşı dersleri sanatçı Burcu Perçin, heykel branşı dersleri sanatçı Sibel Horada, performans sanatı branşı dersleri […]