Çok değerli gazeteci, yazar ve foto muhabiri Cem Kıvırcık ile sanatokur.com okuyucuları için harika bir söyleşi gerçekleştirdim. Samimi cevaplar ve ayırdığı zaman için Cem Kıvırcık’a teşekkür çok ederim. Uzatmadan söyleşiye başlayalım.
Sizi fotoğrafla ilgilenmeye başladığım yıllarda sosyal medya aracılığı ile tanıdım, eminim birçok insanda yine aynı yoldan tanıyor. Teknoloji alanında çalışmalarınız, yazılarınız takdire şayan bu yolda ülkemizin bence en önemli değerlerinden birisiniz. Daim olmasını dilerim.
Fakat “Sanat Okur” için yapacağımız bu söyleşide genel anlamda fotoğrafçılık ile ilgili merak ettiklerimizi soracağız.
Önce sizi biraz tanıyalım, kimdir Cem Kıvırcık?
Dünyada belki de en zor olan şeylerden biri de insanın kendini anlatması. Tecrübeyle sabit insan kendini anlatırken pek de objektif olmuyor. “Ben şuyum, bunu bunu yaptım…” demek bana hep zül gibi gelmiştir. Aslında beni, beni “iyi” ve “kötü” tanıyanların anlatmasını tercih ederim. Ama madem ki bu bir söyleşi, format gereği kendimi dilim döndüğümce tanıtmaya çalışayım. İstanbul’da 1965 yılında Taksim Ayaspaşa’da dünyaya geldim. Çocukluğum, ilk gençliğim ve hayatımın büyük bir bölümü, Taksim, Cihangir, Beyoğlu üçgeninde geçti. Yaklaşık dört yaşında iken okuma yazma öğrendim. Daha altı olmamıştım ki, ilkokul birinci sınıfı pas geçerek, doğrudan ikinci sınıftan başladım. O yıllardaki her çocuk gibi ben de astronot olmak istiyordum ama kısmet işte. Baba mesleği gazetecilik bölümünü seçtim ve Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni bitirdim. Okuldaki ilk yılımda Milliyet grubunun efsane gençlik ve müzik dergisi Hey’de muhabir olarak buldum kendimi. Bu yıl, 3 Ağustos’ta meslekte 36. yılım geride kalacak. Bugünlere gelmemde emeği olan babama, Doğan (Şener) Ağabey’e şükran borçluyum.
Dergi geçmişinize şöyle bir göz attım ve çok etkilendim. Sizce artık bu işler bitti mi ne dersiniz? Eskiden sizin yaptığınız / yer aldığınız gibi sıfırdan bir dergi çıkarmak artık çok mantıklı değilmiş gibi duruyor ne dersiniz? Sizce nereye evriliyor bu mesele?
İnsanın haber, bilgi alma ihtiyacı yüzyıllar içinde teknolojinin gelişmesiyle evriliyor. Aslında değişen yalnızca mecra ama temel ihtiyaç hep aynı kalıyor. Eskiye oranla daha farklı bir dünyada yaşıyoruz. Bilginin miktarı da, bize ulaşma hızı da değişti. Eskiden birkaç gazete, dergi bizi tatmin ederken, TV, internet, web siteleri, mobil siteler ve sosyal medya bile yetmiyor artık. Ben evdeki tek teknolojik aletin radyo olduğu bir nesilden geliyorum. Hey dergisinin bazı sayıları haftalık 150 bin adet satmıştır. Tek kanallı devlet televizyonu ile büyüdüm. 1997 yılında Türkiye’nin ilk internet dergisini çıkarttım. Bugün kağıda basılan bir dergi çıkartmak birçok açıdan imkansız gibi. Öncelikle kağıt ve baskı masrafları dövize bağlı olduğu için böyle bir maliyeti üstlenmek her babayiğidin harcı değil. İş kağıt ve baskı ile bitmiyor. Bu dergiyi insanlara ulaştırmak için dağıtım noktalarına ulaştırmak gerekiyor. Bu da çok ciddi bir masraf. Bir dünya para harcadınız bastınız, dağıttınız… Peki, bu dergiyi kim satın alacak? Ben bile en son ne zaman dergi satın aldığımı hatırlamıyorum. Ayrıca hazırladığınız haber vs. içeriğin bir an önce okurlara ulaşması da önemli. Kimse artık bir hafta, bir ay beklemek istemiyor. Dolayısıyla dijital ortam birçok açıdan çok daha pratik… Yayınlar artık kendilerini dijital dergiliklerde gösteriyorlar. Son birkaç yıldır mobil genişbantın gelişmesiyle (3G-LTE) artık bu konuda trafik yüzde 70-80 mobil internet üzerinde akıyor. Öte yandan ben “selülöz ihtiyacımı” kitapla gidermeye çalışıyorum ve hala kitap satın alıyorum. Şu, e-kitap okuyuculara bir türlü alışamadım. Her ay 10 kitap okumak gibi bir hedefim var.
Yılda 100 kitap okuyabilirsem ne mutlu bana…
Fotoğraf ile uğraşınız ne zaman başladı? İlk çektiğiniz fotoğrafı hatırlıyor musunuz? O ilk fotoğraftan sonra mı karar verdiniz ilerlemeye? Nasıl oldu bu süreç anlatır mısınız?
Aslında ailenin fotoğrafçısı bendim diyebilirim. Halamın Amerika’dan getirdiği neredeyse “oyuncak” diyebileceğimiz merceği bile plastik bir fotoğraf makinesi vardı. Küp şeklinde bir şeydi ve roll film takıyordunuz. Genelde acemi fotoğrafçılar kadraj yaparken modelin kafasını karenin ortasına alır, üstte ve altta garip boşluklar bırakır. Ama ben vizörün içini görebildiğim için herkes fotoğrafını bana çektirirdi. Ailenin fotoğrafçısı olmanın bedelini de o günlere ait pek fotoğrafımın olmaması şeklinde ödüyorum.
İlk fotoğraf makineniz ve lensinizi hatırlıyor musunuz?
Babamın daktilosu ve fotoğraf makinesi bana miras kalmıştı. Çok güzel bir Pentax’ı vardı. 50 mm lensle çekimler yapıyordum. O günlerde Türkiye’de demirperde ülkelerinden gelen fotoğraf makineleri revaçtayken Pentax bir ayrıcalıktı. Özellikle lise döneminde yaşıyorsa kulakları çınlasın, öldüyse Allah rahmet eylesin İngilizce öğretmenim Sinan Bey, fotoğraf meraklısı olduğu için “Senin derse girmeye ihtiyacın yok. Git, karanlık odada çalış…” derdi. O dönemde film yıkama, karta baskı işlemlerini yapardım lisemizin karanlık oda laboratuvarında…
Fotoğrafa biz sanat gözüyle bakıyoruz. Bu konuda çok başarılı işler görüyoruz ama ülkemiz de maalesef sanatın her dalında olduğu gibi bu konuda da biraz eksiklerimiz var. Ne yapmamız lazım, gençlerin ne yapması lazım ne önerirsiniz?
Fotoğraf bir sanat mıdır, ya da zenaat mıdır? Bu benim hala içimden çıkamadığım ve kendi kendime sürekli sorduğum bir soru… Açıkçası, bazen benim için “fotoğraf sanatçısı” gibi tabirler kullandıklarında, hemen itiraz ediyorum. Ben gazeteciyim ve fotoğraf çeken biriyim. Kendimi fotoğrafçı olarak bile addetmiyorum. Kaldı ki, bizim dönemimizde gazetede çalışanlara “fotoğrafçı” denmezdi, ayıptı… Mesela, röportaja giderken, “Yanıma bir fotoğrafçı verin…” dediğinizde azarlanır ve ayıplanırdınız “foto muhabiri” diyeceksin diye. Toprağı bol olsun Ara Güler de kendini foto muhabiri olarak tanımlardı. Kendim için foto muhabiri bile diyemiyorum. Çünkü işim gazetecilik ve fotoğraf mesleğimin tamamlayıcı bir unsuru… Daha çok işin yazı tarafındaydım. Kısa bir süre içinde de yöneticiliğe terfi ettim. Genellikle yanımda bir foto muhabiri olurdu. Aslında 80’lerde Bursa Dans Festivali’nde işler değişir gibi oldu. Yanıma bir foto muhabiri vermediler, yerine gazetenin ortak kullanımındaki Yashica marka fotoğraf makinesini tutuşturdular elime. Kapalı salonda dansları o günkü teknolojiyle flaşsız çekmek mümkün değildi. Biraz bocaladım teknik olarak. Kır saçlı gazeteci ağabey, “Gel evlat, sana yardım edeyim…” dedi ve bana ayarları gösterdi. O adam, bugün Beyoğlu’nda bir sokağa adını veren Erol Dernek’ti nurlar içinde yatsın… Efsane “Beyoğlu muhabiri” Dernek sayesinde o gün işi kotarmıştım. 1988’de Türkiye’nin ilk günlük spor gazetesine transfer olduğumda iyi bir fotoğraf makinesine sahip olmam söylendi. Ben de 6-7 aylık maaşımı yurtdışına giden bir arkadaşa vererek, altında motoru ile bir Nikon F3 sahibi oldum. Bu makineyi hala saklıyorum. Meslek hayatım boyunca ne fotoğraflar çektim onunla…
Yukarıda da yazdığım gibi ben fotoğraf kavramını “kara düzen” öğrendim. Ne bir kaynak vardı, ne de bilinçli bir eğitim şansı… Ama birçok önemli fotoğrafım yayınlandı, kapak oldu. Bir içgüdü, sezgi ile yürüdüm bu yolda. Dolu kadraj fotoğraf önemliydi ve otomatik odaklamanın olmadığı o günlerde net ve keskin bir fotoğraf… İşten geldikten sonra fotoğraf makinesi çantası bir kenara atılırdı. Alıp da sokağa çıkıp keyif için fotoğraf çekmezdim. Bugün birçok gazeteci arkadaşımla sohbet ediyoruz ve şunu fark ettik ki, büyük bir çoğunluğumuz aynı şeyi yapmışız. Şimdi hep birlikte o günlerde neden fotoğraf çekmediğimiz konusunda hayıflanıyoruz.
Eğitim konusunda artık birçok kurum ve dernek hizmet veriyor. Ama ben, bu yıl 60. kuruluş yılını kutlayan İstanbul Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği (İFSAK) temel fotoğraf eğitimi kursunu ve ilerleyen dönemlerde farklı workshop’ları tavsiye ederim. İstanbul’da değilseniz, Ankara, İzmir, Adana, Eskişehir ve Konya gibi büyük kentlerimizde eğitim hizmeti veren etkili dernekler var. Bu derneklere üye olmak ve atölyelere katılmak fotoğraf tutkusunu geliştirecektir diye düşünüyorum. Elbette internet bu konuda büyük bir derya. Bol bol fotoğraf bakmak en iyi eğitimdir diye düşünüyorum. Teknik çok zor değil. Önemli olanın kompozisyon olduğunu düşünenlerdenim.
Ülkemizde fotoğrafçılık bir meslek mi? ( Avrupa’da olduğu gibi? )
Elbette ki, fotoğrafla ekmeğini kazanan birçok seviyede “fotoğrafçı” var. Pop yıldızlarının albüm kapağından, basın dosyasına, moda yayınlarından, düğün fotoğrafçılığına kadar binlerce insan bu işle geçiniyor. Şu anda Türkiye’de fotoğraf sektöründe özellikle düğün ve ürün fotoğrafı çekenlerin lokomotif etkisi hissediliyor. Elbette kazançları kıyaslayacak olursak, hemen her işte olduğu gibi Avrupa’daki düzeyin altında bir para kazanılıyor.
Sizinle söyleşi yapacağımızı duyurduktan sonra “yeni nesilden” bir soru geldi harfine dokunmadan sizinle paylaşmak istiyorum. Diyorlar ki, fotoğrafçılık yaparak para kazanabilir miyiz? : )
Bu soru benim de sıkça karşılaştığım bir soru. Şöyle yanıtlayabilirim: İşinizi biliyorsanız kazanabilirsiniz. Birkaç yıl önce internet influencer’larının fotoğrafını çeken biriyle tanışmıştım. O zamanlar bir çekim için 5000 TL fiyat biçiyordu. Influencer’lar da iyi para kazanıyor olacaklar ki, bu parayı verebiliyorlar. Bir de bazı arkadaşlarım “stock” tabir edilen sitelerden güzel paralar kazanıyorlar. Bir de ödemeler dövizle olduğu için herkes hayatından memnun. Gördüğüm kadarıyla yarışma kovalayan, bu yarışmalardan hatırı sayılır para ödülleri kazanan bir kitle var. Bu da şunu gösteriyor. Fotoğrafla para kazanmak mümkün…
Sizi etkileyen en beğendiğiniz fotoğrafçılardan bir iki isim vermenizi istesem aklınıza ilk gelenler kimler olur?
Kesinlikle ilk isim Sebastiao Salgado olur. Ben ona “fotoğraf makinesiyle şiir yazan adam” diyorum. Türkiye’de de elbette Ara Güler. İyi ki o yıllarda boynunda fotoğraf makinesi İstanbul’u, Türkiye’yi çekmiş ve çok iyi bir arşiv hazırlamış.
Kimilerine göre Instagram fotoğrafçılığı bitirdi, ayağa düşürdü, ruhunu bozdu, herkes fotoğrafçı oldu. Bunlar sık duyduğumuz eleştiriler siz Instagram hakkında ne düşünüyorsunuz?
Her devrimsel değişimin yıkıcı etkileri olur. Instagram’ın da fotoğrafla ilgili olumlu ve olumsuz etkileri var. Ben fotoğraf açısından olumlu etkilerini görmeye çalışanlardanım. Öncelikle fotoğraf sergileme alışkanlıklarımızı değiştirdi. Artık fotoğrafa o minicik ekrandan bakar hale geldik. Araştırmalara göre bir fotoğrafa bakmamız artık üç saniyenin altında. Geçtiğimiz gün bir arkadaşımla fotoğrafın duvara asılan bir şey olduğu meselesini konuştuk. Bir tablo gibi bakmak, fotoğrafı yudumlamak gerekir. Oysa biz fast food’u tercih ediyoruz. Öte yandan günde 100 milyondan fazla fotoğrafın yüklendiği Instagram’ın yarattığı etki nedeniyle, cep telefonları artık rekabeti tamamen fotoğraf ve video kaliteleri üzerinden yapıyorlar. Her ne kadar birçoğu özçekim, aile, anı ve seyahat fotoğrafları da olsa daha fazla insan fotoğraf çekiyor. Ben bu insanların bir süre sonra fotoğrafı daha çok ciddiye alacaklarına, bir iletişim dili olarak kullanacaklarına, kompozisyon değeri yüksek, kaliteli fotoğraflar üreteceklerine inanmak istiyorum. Hatta, daralan fotoğraf makinesi pazarına bu insanlar yeni bir soluk getirecekler gibi bir temennim var. Fotoğrafın teknik bilen, iyi ekipman kullanan kişiler dışında sıradan diyebileceğimiz kişiler tarafından da çekilebiliyor olması güzel. Elbette bu durum bazı fotoğrafçıları rahatsız ediyor, bunu anlayabiliyorum. Hatta Instagram’ı reddeden çok iyi fotoğrafçılar var. Ama ortada bir gerçek var ki, şu anda milyarı aşkın kullanıcı sayısıyla Instagram, fotoğraflarınızı sergileyebileceğiniz yeni bir alan… Akıllıca kullanmak gerekli ama hiçbir fotoğrafçıyı buradaki fotoğraflarıyla değerlendirmemek gerek. Eskiden fotoğrafçılar, kontak baskılara bakılarak değerlendirilirmiş. Şimdi 36 pozluk filmler yok, hafıza kartları var. Aynı pozu 100 kere çekerseniz, eh artık birinde tutturursunuz…
Bir çok ekipman kullandığınızı biliyorum, bu fırsatı bulmuşken bir iki teknik soru ile bitirelim müsadenizle.
Aynasız mı, aynalı mı? Neden?
Aynasız – DSLR tartışmasını gereksiz buluyorum. Her zaman en iyi fotoğraf makinesinin sahip olduğunuz ve hakkını verdiğiniz olduğunu söylerim. Teknoloji evrildikçe, çok çabuk tüketiyoruz. Benim 40-50 yıllık analog fotoğraf makinelerim hala duruyor. Zaman zaman siyah beyaz film takıp sokağa onlarla çıkıyorum. Bence filmin o kendine has dokusunu halihazırda hiçbir dijital kamera veremez. Diyeceğim o ki, fotoğraf makinesi üreticileri kendilerine yeni pazarlar yaratmak adına tüketicilere değişik seçenekler sunuyorlar. Aynasız fotoğraf makineleri de bunun bir yansıması. APS-C yani kırpık algılayıcı aynasızlara baktığımızda bir “hafiflik”, taşıma kolaylığından söz edebiliriz. Ama tam kare aynasızlar ile DSLR fotoğraf makineleri arasında çok da büyük bir fark göremiyorum. Özellikle lens takınca… Lakin aynasız teknolojisine uzunca bir süre direnen Canon ve Nikon’un bu pazara girmesi önemli bir gelişme. Bu da şunu gösteriyor ki, aynasız teknolojisi gelişerek devam edecek. Ha, DSLR biter mi? Hiç sanmıyorum.
Sizi en etkileyen makinenizin marka ve modeli nedir? Hala onu mu kullanıyorsunuz?
Aslında benim için marka ve modelin ehemmiyeti çok da yok. Ben aynasız fotoğraf makinesi teknolojisini başarıyla uygulayan ilk markalardan biri olduğu, uluslararası anlamda bana teveccüh gösterdikleri için Sony kullanıyorum. a6000, a6300 ve a7RII olmak üzere birçok gövde ve lens kullanıyorum. Geçtiğimiz günlerde Türkiye’deki bir fotoğraf makinesi distribütörü benim için “O Sony’ci…” gibi bir tabir kullanmış. Buna çok güldüm. Arkadaşıma, bana istediğim bir seti hazırlayıp yollarlarsa seve seve “o markacı” da olabileceğimi söyledim. Günümüzde birçok üretici gerçekten çok kaliteli fotoğraf makineleri üretiyorlar. Ancak mükemmel fotoğraf makinesi diye bir şey yok. Her fotoğraf makinesinin kendine göre avantajları ve dezavantajları var. Önemli olan sizin o makineden ne kadar verim alabildiğiniz. Geçenlerde Nikon’un ilk aynasız modeli olan Z7’yi birkaç gün kullanma fırsatı buldum. Açıkçası bu kadar seveceğimi sanmıyordum. Zaman zaman sağolsunlar Fujifilm bana denemek için ürünler gönderiyor. Özellikle X-T3’e bayılmıştım. Yine kısa süre önce Sigma’nın bazı lenslerini deneyimleme fırsatı buldum. Gerçekten nefis şeyler yapıyorlar. Sonuç olarak, bir markaya yakınlık duyanlara sözüm yok ama fotoğrafçı için makine model çok da fark etmemeli en nihayetinde…
Kullanmayı en sevdiğiniz lens hangisi?
Geniş açıları seviyorum. APS-C formatlı makinemde bir 10-18 mm f/4 var. Çarpan etkisiyle 15-27 mm gibi bir açı veriyor. Bu lensin bir anlamda artık makineye kaynadığını söyleyebilirim. Öbür yandan tam kare olan makinemde 24-70 mm f/2.8 kullanıyorum. Biraz tembel işi ama tek lensle çok şey yapabiliyorsunuz.
En sık kullandığınız yanınızda olan makinenizin marka ve modelini paylaşır mısınız?
Sony a6300 ve Sony a7RII…
Orta format hakkında düşünceleriniz neler?
Fujifilm’den GFX50S ve daha sonra çıkan GFX50R modellerini alarak deneyimledim. Hatta Nemrut’a iki kere GFX50R ile çıktım. Gerçi ne güneş istediğim gibi battı, ne de doğdu ya neyse… Her ikisi de muhteşem makineler elbette… Ben kullanır mıyım? Zor… Çünkü benim tercih ettiğim fotoğraflar orta format bir algılayıcı gerektirmiyor. Bence APS-C 24 MP bile fazla ama… Ancak, özellikle Fujifilm’in orada yürümesi çok hoşuma gidiyor. Fujifilm orta format makineleri üretene kadar, orta format makine satın alabilmek bir rüyaydı. Ancak şimdi bir tamkare aynasız fiyatına orta format sahibi olmak mümkün.
Fujifilm GFX100’ü duyurdu, teknik anlamda kısa bir yorumunuzu merak ediyorum. 102 megapiksel bir makine, ciddi bir satış fiyatı nereye gidiyor sizce bu iş?
Yukarıda da dediğim gibi… Fujifilm’in bu kulvarda yürümesini çok akıllıca buluyorum. Fiyatını da hak ediyor elbette. Ancak, sorulması gereken soru şu: Ne fotoğrafı çekiyorsunuz ve bu fotoğrafları nerede kullanıyorsunuz? Amatörseniz ve Instagram’da fotoğraf paylaşıyorsanız bu makine biraz lüks olur diye düşüyorum. Ha param var, sanane derseniz eyvallah…
Cem Kıvırcık’a göre en iyi portre lens aralığı nedir?
Herkes bilir ki, portrede lens açıları yüzde daralma ve genişleme gibi etkilere neden olur. Çok geniş açılarda modeli bir de köşeye alırsanız, distorsiyon nedeniyle anatomik olarak ilginç fotoğraflarla karşılaşırsınız. Aslında 35 mm ile 135 mm arası portre için idealdir denir. Ancak ben özellikle ve özellikle portre çekmeye odaklanmışsam 55 mm ve 85 mm prime lenslerimi tercih ediyorum. Sokaktaysam ve lens değiştirme şansım yoksa 24-70 mm her derde deva her zamanki gibi…
Cem bey size ulaşmak isteyenler için iletişim kanallarınızı paylaşır mısınız?
Instagram: Cem Kıvırcık DM’den yürümek serbest 🙂
Bu söyleşiyi yapmama aracı olan ve Cem Kıvırcık ile iletişimimizi sağlayan sevgili Emel Danışman’a yürekten teşekkür ederim.