Gülşah Elikbank içindeki sanatı, iş hayatına kurban etmemiş cesur bir isim. Yoğun iş hayatından edebiyat alanına geçerken yaşadığı süreç, yazdığı romanlar ve son dönemde OnAir Sahne ile birlikte gerçekleştirdikleri yeni projesi “Novel Soundtrack” üzerine gerçekleştirdiğimiz sohbetimizin aynı zamanda ilham verici yönleri olduğuna inanıyoruz.
Keyifli okumalar…
Gülşah Elikbank’ı kitaplarıyla tanıyan birçok kitapsever bulunmakta. Ama biz biraz daha gerilerden başlarsak farklı bir iş hayatından yazarlığa geçiş evrenizi bize anlatarak sohbetimize başlayabilir miyiz?
Ben 19 yaşından beri çalışıyorum. Ailemin maddi durumu nedeniyle üniversitede hem çalışıp hem okumam gerekmişti. İş hayatına bu kadar erken girince yükselişim de biraz erken ve hızlı oldu. 24 yaşında önemli bir otelde kendimi yönetici olarak buldum, Romanya’da bir otel açılışı gerçekleştirdim hatta şirketim adına. Yoğun ve başarılı bir iş yaşamım oldu ama aradığım şeyin plazalar arasında olmadığını da çabuk kavradım. Kendimi çok mutsuz, dipte ve sonda hissettiğim bir dönemde, psikolojik destek, tedavi de işe yaramayınca, sabaha kadar ağladığım bir gecenin sonunda kendimi ilk romanım “Siyah Nefes”i yazarken buldum. Romana başlayınca anti-deprasanları bıraktım, o günden beri de bir daha hiç ihtiyaç duymadım. Ben o yüzden hep yazmak şifalandırır, derim. Önce yazanı sonra okuyanı… Ne de olsa edebiyat psikolojiden önce de vardı. “Siyah Nefes” romanım lanetli bir kasabada geçer ama aslında size şunu sorar, aslında lanetli olan neresi?
İlk romanla birlikte istifa ettim ve bir daha o iş hayatına dönmedim. Hayatımı sanatla ve sanat projeleriyle ilgilenerek geçiriyorum.
İş hayatı ve sonrası yazarlık iki farklı çizgi olmuş sizin için ve sanki şu an yazarlıkta da böyle bir öncesi ve sonrası var gibi, zira fantastik romanlarla başladığınız yazarlığınız şu an farklı bir kulvarda devam ediyor gibi… Biraz bunu ve türler arasındaki yolculuğunuzu anlatabilir misiniz?
Evet, ilk romanım bir üçleme oldu. Günebakan Üçlemesi; “Siyah Nefes”, “Mavi Dağ” ve “Kızıl Ölüm” romanlarıyla üç farklı sorgulamaya ışık tutuyor. İnsanın geçmişiyle hesaplaşması, kaderiyle yüzleşmesi ve kendi içindeki zifiri karanlıkla karşılaşması… Bunları kendi yarattığım lanetli bir kasabada, fantastik varlıklar, türler arasında yazdım. Ama benim için gerçekle hayal arasında zaten hep çok ince bir çizgi vardı. Fantastik edebiyat sadece size metaforların ve yaratımın saf gücünü verir. Hikayeniz buna uygunsa sonuç çok güzel olur. Sonrasında yazdığım “Uykusuzlar” da böyle bir romandı. Ama benim anlatmak istediğim hikâye değişince kullandığım tür de değişiyor. Zaten iyi bir yazar her türü ustalıkla yazar. Önemli olan ne yazdığınızdır, nasıl yazdığınız değil tür seçiminde. Bu seçimler beni bir türe ait görmek isteyen piyasa için pek iyi değil elbette ama ben kendi istediğim hikayelerin peşindeyim, gerisi beni pek de ilgilendirmiyor. Sonuçta nihai kararı zaman verecektir.
Kitaplarınızın farklı dillere çevrildiğini biliyoruz. Hatta yakın bir süre önce de Makedonya’dan döndünüz. Öncelikle kitaplarınız çevrildiği diller ve okuyucusuyla buluştuğu ülkelerden biraz bahsedebilir misiniz? Ve sonrasında da Makedonya seyahatinizle ilgili görüşlerinizi rica edebilir miyiz?
Romanlarım Arapça olarak 8 Orta Doğu ülkesinde yayınlandı, İtalyanca hakları satıldı ve Makedonya’da Makedonca olarak yayınlandı. Rusya’da da haklarında Rusça akademik bir makale yayınlandı. Yazdığım hikayeler evrensel özellikler taşıyor sanırım. Kalbe dokunan her öykü kendi yolunu buluyor belki de.
Makedonya’ya Uluslararası Üsküp Kitap Fuarına Türkiye adına davet edildim, oradaki yayıncım “Medusa’nın Pusulası” çocuk romanımı harika bir çeviriyle okurla buluşturmuştu. Buluşma sırası romanımdan sonra bana geldi. Gördüğüm ilgi, çocukların sevgisi, medyanın söyleşime gösterdiği yakınlık çok mutlu etti beni. Bambaşka bir dilde, aynı hikâyenin peşinde buluştuk çocuklarla. Sihir diye bir şey varsa, bu olabilir işte. Seneye tekrar gideceğim Makedonya’ya, üstelik bu sefer farklı bir romanım daha çevrilmiş olacak. Bunlar sadece başlangıç adımlarıydı.
Uzun süredir Türkiye için de ilk olan bir projenin içinde olduğunuzu biliyoruz. Sizin, OnAir Sahne’nin ve projede yer alacak müzisyenlerin sosyal medya paylaşımlarınız çok farklı ve heyecanlı bir albümün müjdecisi gibi. Bize müziğin ve edebiyatın buluştuğu “Novel Soundtrack” projesinden bahseder misiniz?
Bu sahiden müthiş bir iş. Uzun süredir bir proje için bu kadar heyecan duymamıştım. “Aşıklar Gece Ölür” romanım bir rock yıldızın üzerinden aşkı, hayatı ve aile kavramını sorguluyor. O romanı yazarken müzisyenlerin yaşamına dair epey araştırma yapmıştım ama şimdi bu projeyle onlarla oldukça yakın olma şansım oldu ve bana verdikleri ilhamı tarif etmem zor. İyi romanların her zaman melodisi vardır. Romanın da müziği vardır aslında. O yüzden bu alana çok da uzak değilim ama romanımı okuyup, ondan ilham alan değerli müzisyenlerin “Aşıklar Gece Ölür” ve kahramanları için özel olarak yaptıkları besteler müthiş kıymetli. Sanatın disiplinler arası iş birliğinin de çok iyi bir örneği olacak. Bir roman için özel olarak, farklı müzisyenler tarafından bestelenmiş şarkılardan oluşan bir albüm ilk olacak üstelik. Nasıl heyecanlı olmayayım ki… Albüm çıktığında -ki az kaldı, bambaşka sürprizlerimiz de olacak okurlara ve dinleyicilere OnAir Sahne ile birlikte.
Sohbetimize katıldığınız için çok teşekkür ederiz. Son olarak yeni kitap desek? Devamı sizden gelir umarız, ufukta planlı ya da yazıyor olduğunuz bir yeni romanınız var mı, ne zaman kavuşacak okurlar yeni romanınıza?
Olmaz mı… Son romanım yayınlanalı üç yıl oldu ve epeyce bir süre içimden yeni bir şey anlatmak gelmedi. Biraz da hayata ve aşka inancımı yitirdiğim zamanlar yaşadım sanırım pandemiyle birlikte. Ama sonra birden, yine bir gece yarısı, zihnimde kalbimden kederle sızan bir hikâye belirdi. Sanıyorum sonbaharda okurla buluşmuş olur. Ben yazarken derin bir hüzün yaşadım, ama o hüzün beni berrak bir noktaya getirdi. Aşka ve yaşamın büyüsüne inancım tazelendi. Bu ne zaman gerçekleşse bilirim ki, o roman farklı olacak. Bu yeni roman da öyle olacak ve okuyanın kalbine sızacak, diyebilirim.