Hiçlik ve Çaresizliğin Zorlanan Sınırları; Arthur’un Ölümü, Joker’in Doğuşu // Şeyda Aydın

Şeyda Aydın Joker'i yazdı...

Hiçlik ve Çaresizliğin Zorlanan Sınırları; Arthur’un Ölümü, Joker’in Doğuşu // Şeyda Aydın
ŞEYDA AYDIN

Hep sevilmiştir anti-kahramanlar, hep bir yönden haklı bulunmuştur yaptıkları her neyse ve sonucu nereye giderse. Çünkü içimizden çıkmıştır hepsi; kirlenmiş toplumun arka sokaklarında asıl acıyı hisseden çocuklardır aslında her biri; yolda yanımızdan geçerken kafamızı çevirip fark etmediğimiz, görmezden geldiğimiz, market kuyruğunda aldıklarına parası yetecek mi diye düşünen, evde bakmakla yükümlü olduğu birine sahip olan, zorbalığa uğrayan, alay edilen, minicik evlerinin kapalı kapıları ardındaki küf kokan odalarında bir başlarına otururken kurdukları hayallere bir adım bile yaklaşamayan, ağlayan, içi sızlayan, çivisi çıkmış sisteme isyan eden, kendince sebepleri olanlardır. Yaralıdır her biri, ta çocukluğundan hem de. Diğer insanlara oranla sosyal de değillerdir; ne aşk hayatları vardır, ne de aile içi huzurları. İç dünyaları vardır sadece, ellerinde olan tek şey hayalleridir. Oysa yıkılırsa o hayalleri başlarına, ellerinde tek olan da uçup giderse, kopma noktası olur bu. Kimi öldürür kendini, kimi içindekini öldürüp başka bir şeye dönüşerek yoluna devam eder; işte o zaman fark edildiğini görür hiçlik ve çaresizliğin onu zorladığı sınırlar yüzünden. Bu insanlardan biri de kaosun tanrısı oluvermiştir bir anda; kopan ipler, zorlanan o sınırlar yüzünden. Ruh sağlığı denilen şeyi oluşturan her neyse o taşlar yerinden oynadığında, aynı taşların tekrar yerine oturması bir ömür boyu asla mümkün olmaz belki de, ama o taşların yerinden oynayıvermesi, hatta birilerini cinnet noktasına sürüklemesi için tek bir dakika yeter insan denilen varlığa.

Hiçlik ve Çaresizliğin Zorlanan Sınırları; Arthur’un Ölümü, Joker’in Doğuşu // Şeyda Aydın

Size Joker’i ya da Arthur’u nasıl anlatabilirim diye düşünüyorum dün geceden beri. Aklıma ilk gelen de bunlar oldu doğal olarak. Karakter dönüşümünü anlatan eserleri severim; hiç kimse sadece iyi bir insan ya da sadece kötü bir insan değildir çünkü. Yaşanılanlar karakterlerimize şekil verir, yaşanılanlar bir sonraki adımlarımızı, geleceğimizi belirler geçmişin faturalarını suçsuz olanlardan çıkartsak da. Burada ele aldığım konu sadece bir film değil, bir karakter profilinin yakından incelenmesi.

Bir haftalık aradan sonra hepinize merhaba diyor ve spoiler vermeden, filmde şu olmuştur bu olmuştur şeklinde belirtmeden hem edebiyatçı hem de sinemacı dilimle başlıyorum anlatmaya. 4 Ekim 2019’da ülkemizde +18 uyarısıyla vizyona giren Joker adlı filmimizin yönetmeni Todd Phillips, başrollerdeyse Joaquin Phoenix, Robert De Niro, Frances Conroy, Brett Cullen ve Zazie Beetz var. Film basına psikolojik gerilim ve dram olarak servis edildi. Ben de daha fazla zaman kaybetmeyerek dün, yani 11.10.2019’da, Kadıköy Rexx Sinemasında son seansta filmi izleyebildim güç bela bulunan en önlerden bir biletle. Kadıköy’deki stadyumda milli futbol maçı olmasına rağmen -ki futboldan benim gibi hiç haz etmeyenler de, sinemayı futbola tercih edenler de varmış, çok sevindim- evet, salon bir hayli doluydu, boş tek yer yoktu. Bu duruma şaşırmadım aslında, çünkü Joker, Batman’e göre çok daha fazla sevilip merak ediliyor anlattığım ve anlatacağım sebeplerden dolayı. Tabii bir de Joaquin Phoenix’in yeni Joker’i nasıl canlandırdığını herkes merak ettiğinden filme ilgi büyük. Açıkçası Heath Ledger’dan sonra Jared Leto’nun Suicide Squad filminde canlandırdığı Joker’e kimsenin kanının ısındığını da sanmıyorum. Bu yüzden onu pas geçiyor, direkt olarak her filminde aktörlüğü ile beni kendine hayran bırakan Joaquin Phoenix’e atlıyorum, bence iyi bir atlama bu, çünkü fevkalade oyunculuğu ile Heath Ledger’ı hiç aratmıyor bize. Joaquin adeta tek başına filmi alıp götürüyor, evet tek kişilik bir tiyatro oyunu gibi aslında film; dünya üzerinde hiç var olmadığını hisseden bir karakter olarak film sahnelerinde tek kişilik varlığıyla yükseliyor önümüzde duran perdede aslında bir tek kendisini görebilmemiz, varlığını fark edebilmemiz için. Çünkü onunla empati kurmamız için elinden gelenin fazlasını ortaya koyuyor; “Bakın ben bunları hissediyorum, siz de benim gibi hissedeceksiniz, nedenlerimi anlayacaksınız,” diyor bize sıkılarak içtiği her sigara, içinde derin keder saklı her kahkaha, her kasılma, her gülüş, her bakış, her sızlayış, her duraksayış, her gözyaşı, her çaresizlikte…

Oynadığı bu roldeki başarılı performansıyla bu yıl Oscar heykelciğini eline alacak gibi görünen başrol oyuncumuz Joaquin Phoenix’in oyunculuk hayatından ziyade, çocukluk hayatı da dramdır aslında bir nevi, bu yüzden onun canlandırdığı her karaktere rahatça ısınırım. Çocukken hayran olduğum ama zamansızca uyuşturucu yüzünden aramızdan ayrılmış olan bir başka Phoenix’in, 80’li ve 90’lı yıllara damgasını vurmuş yetenekli aktör River Phoenix’in kardeşidir. Ağabeyini erkenden kaybeden Joaquin için çocukluk döneminin hiç kolay geçmediği söylenir. Joaquin’in sinemadaki başarısının nereden geldiği, yeteneğinin nereye tutunarak beslendiği çok bellidir; acılardan, depresyondan… Acaba bu yüzden midir zor karakterleri seçmesi, bu yüzden midir oyunculuk sınırlarını zorlaması?

Araya sıkıştırmak zorunda hissederek belirtmeliyim ki, eğer bir filmde hiç durmayan aksiyon arıyorsanız, dramayı da pek sevmiyorsanız, belki sizi memnun etmeyebilir bu film. Bunu da salonda arkamda oturan, klasik Batman filmlerine alışık olduğunu düşündüğüm bir iki kişinin sıkıntısıyla homurdanmasına kulak misafiri olmam nedeniyle tespit ettim, diyorlardı ki, “Ben aksiyon istiyorum, bu da ne? Biz ne izliyoruz?” Ama böyle izleyiciler sinema salonlarında her zaman vardır, yani yine beni şaşırtmadı bu klasik izleyiciler. Oysa salonda sessizce oturup filme kilitlenen izleyici kitlesi izlediği filmden de, yeni Joker’den de gayet memnundu.

Neyse lafı fazla oraya buraya çekmeden tekrar filme dönelim. Aynanın diğer tarafına geçerek bir de olayları Arthur’un yani Joker’in yanı başından izliyoruz, hani bize yıllardır anlatılan şu olayları, ileride Batman olacak çocuk Bruce Wayne’in ailesini nasıl kaybettiğine kadar. Gotham şehrinin pisliğine, fakirliğine gidiyoruz, kesilen sosyal yardımları bize göstererek aslında sistemi sorgulamamızı istiyor film. Yapayalnız bırakılan ve umursanmayan insanları gözümüze sokuyor. Ben filmde Arthur’un yaşamındaki yokluğun, fakirliğin kokusunu aldım buram buram. Ayrıca filmin atmosferindeki kasvet, özellikle mavi, gri, retro tonların soğukluğu ve kullanılan müzikler; her plan, her detayda beni içine doğru çekmeyi başardı. Bununla beraber Arthur’un yani ileride Joker olacak adamın perişanlığına, umursanmama duygusuna, muzdarip olduğu hastalığına dikkat çekercesine gözüme soktu bir sosyal hizmetler görevlisinin karşısında oturan Arthur’un gömlek yakasının yamukluğu ile bile.
Kabul etmemiz gereken üzücü bir gerçektir yaşadığımız dünyanın yarısından çoğunun kaybedenlerden olması. Kaybedenler de bağrına basıp baş tacı eder, hedonistçe yaşayan umursamaz zengine ve onların yarattığı sisteme karşı duran, tek başına dikilen her kim varsa. Ve yine kapitalizmin yarattığı algı ve etik değerlere göre öyleleri “anti” olur, fakat aynanın öbür tarafından bakıldığında, kaybeden toplumun inandığı değerlere göre anti olan, aslında “kahraman” olur ve bu iki kelime birleşir tek bir kelimede bize dikkat etmemizi, daha dikkatli ve yakında bakmamızı isyan edercesine seslenerek; “merhaba anti-kahraman”. Dünya üzerinde ortaya konulan hangi eserin içinde geçerse geçsin bu anti kahramanlar, onların sözlerini özenle seçerek onların anlatmak istediklerinden alıntılar yaparız. Onların söyledikleri ne olursa olsun, bize asıl gerçek gelen onların karanlık zihinlerinden akarak dudaklarından dökülen o sözlerdir çünkü.

Uzun lafın kısası, karşınızda olağanüstü bir psikanaliz filmi var. Yedinci sanatın hakkını veren Joker filmini izleyin, Arthur’un ölümüne, Joker’in nasıl Joker’e dönüştüğüne, sebeplerine şahit olun, aynanın diğer tarafından, onun gözünden her şeyi görebilmek için bakın, çünkü bu bize çocukken anlatılan aynı hikâye değil; epey farklı. Mutlu ve sanat dolu bir haftanız olsun.

Saygılarımla.

ŞEYDA AYDIN ya da yurt dışında bilinen adıyla Sheida Aiden, 1981 İzmir doğumlu yazardır ve Dokuz Eylül Üniversitesi mezunudur. Aynı zamanda Türkiye'nin ilk Siberpunk/Solarpunk Queer yani Kuir Bilim-Kurgu romanlarının/hikâyelerinin yazarıdır. Queer Aşk, Ütopya, Distopya ve Paralel Evrenleri esas alan ve yayınlanmış olan eserleri sırasıyla şöyledir: “Diğer Evrenin Senaristi”, “Diğer Evrendeki Kadın”, “Parçalanmış Yansımalar” ve bir spin-off özelliği taşıyan "Kadınların Öldüğü Yer" Nisan 2021'den itibaren SANAT OKUR platformunda yayınlanan ve başka bir spin-off olan "Veera'nın Seyahatnamesi" adlı edebiyat/hikaye dizisini ayda bir bölüm olmak üzere yazmakta/okurlarla buluşturmaktadır. İsim benzerleri ile karıştırılmadan güncel bilgiler almak için resmi internet sitesine seydaaydin.net adresinden erişebilirsiniz.