Kurşun Kalem, Dilek Özhan Koçak
Kurşun Kalem, Dilek Özhan Koçak

Katman Katman Bir Hikâye: Kurşun Kalem

9 Aralık 2023

Dilek Özhan Koçak’la İthaki Yayınları’ndan çıkan romanı Kurşun Kalem üzerine konuştuk.

Kurşun Kalem’in yazılma serüveni nasıl başladı?

Kurşun Kalem uzun süredir aklımdaydı. Ancak yazı serüveni bundan yaklaşık üç yıl önce, yayımlanan ilk romanım Taşrada Ölürken ile arama artık bir mesafe girmeye, sona yaklaşmaya yöneldiğinde başladı. Belki kahramanları ve atmosferi, teması çocukluğumdan beri izlediğim tanık olduğum her şeyden bir izlenim edinmiş ona yön vermiştir doğal olarak. Fakat yazım süreci kendi başına bir serüven. Kurguda, dümeni elden bırakmamaya çalışsam da, kimi zaman arayönleri kendisi belirleyen bir seyir izledi. Diğer roman taslakları arasında ona öncelik verme nedenim, hikâyenin kafamda olgunlaşmış, yola çıkmaya hazır olmasıydı.

Unutmak, intikam ve ölüm kitabın ana temalarından diyebiliriz. Ölüm duygusunu irdelemek, geçmiş ve şimdiyle hesaplaşarak yaşayan bir karakter oluşturma fikri nasıl oluştu?

Yaşam gibi ölüm de insanın aklının almadığı bir hal. Ölüm, kimisi için bir son, kimisi için bir başlangıcı ifade etse de, gözümüzle gördüğümüz dünyanın sonu olduğunu ve insanın ölüm karşısında çaresiz olduğunu söyleyebiliriz. Ancak herkes için ölüm aynı şeyi ifade etmiyor. Yaşamın keyfini sürebilecek olanaklara sahip olanlar için ölüm kaçınılması gereken bir sonken (örneğin şu anda milyarderlerin büyük bir kısmı, ölümün ve yaşlılığın yok edilmesi için yapılan çalışmalara inanılmaz destekler veriyorlar), hayatı ızdırap içinde geçenler için bir kurtuluş anlamına gelebiliyor. Savaşlarda ön saflara sürülen yoksullar “Viva La Muerte!” diye marşlar söylüyor, çünkü hepimizi eşitleyen bir son ölüm. Bu yüzden son raddede ölümün yaşamdan daha adil olduğunu söyleyebiliriz. İnanç kurumlarının karşı konulmaz gücünün temelinde de bu dinamik var. Kurşun Kalem’de ise, ölümü bir kurtuluş olarak gördüğü halde, intikamı için ölümü erteleyen biriyle karşı karşıyayız. Hakkı benim uzun zamandır birlikte yaşadığım bir insandı. Hikâye için bir karakter yarattığımı söyleyemem, Hakkı için bir hikâye yazdım desem daha doğru olur sanırım. Kitabın tirat niteliğindeki ilk bölümünde Hakkı’nın geçmişi hatırlamak istemediğini okuyoruz. Geçmişi hatırlatan her şeyden kurtulduğunu, bir çorap dahi bırakmadığını söylüyor. Neden hatırlamak istemiyor, çünkü hatırladıkça onu yok eden geçmişiyle yüzleşmek zorunda kalacak. En büyük arzusu her şeyi unutup yepyeni bir başlangıç yapmak. Ama ne yazık ki, bilinçdışı unutmasına izin vermiyor. Gündüz bilincini kontrol edebildiği için bastırdığı geçmiş, bilinçdışının istemsizce ortaya çıktığı rüyalarda yaşamaya devam ediyor. Ama diğer yandan hatırlamak da istiyor. Alacağı intikamda tereddüt etmemesi için öfkesini sıcak tutması, yani hatırlaması da gerekiyor.

Kitap ilk sayfalarından itibaren ağır, karanlık ve sisli bir atmosferde ilerliyor. Suçla ve karakterin dağınık zihniyle bütünleşen bu atmosferi siz nasıl tanımlarsınız?

Evet haklısınız. Roman kurgusunu inşa eden, kahramanın kendi yolunu döşeyen bir ayrıntıdan da kaynaklanıyor bu durum. Okuduklarımızın büyük bir kısmının kahramanın yazdıklarından meydana gelmesi bunda önemli bir etken. Ben bir anlatıcı olarak hem kahramanın iç dünyasına hem de o anda yaşadıklarına söz vermek istedim. Onun yazdıklarını okuduğumuz kısımlar bu havayı daha da pekiştirdi elbette. Bu, katmanları birbirinden ayıran havanın hallerinin, anlatının karanlık atmosferine destek olması, ama yalnızca uyumluluk değil kimi zaman o uyumu yıkarak, huzursuzluk veya dengesizlik katması açısından, ayrıca okuyucunun romanın havasını soluyabilmesi için gerekli. Açık, güneşli bir hava, yaşam coşkusunu çağrıştırırken, sisli ve kapalı bir hava daha çok umutsuzluğu ve ölümü çağrıştırıyor. Lynch’in Mavi Kadife’sinin açılış sekansı geliyor aklıma. Neredeyse gölgesiz bir reklam filmi, işler ters gitmeye başladıkça, kararıp filmin asıl atmosferini meydana getiriyordu. Ben de böylesi ağır bir hikâyenin inandırıcılığını desteklemesine yardımcı olması için karanlık ve sisli bir havayı tercih ettim.

Romanda rüyalar, görüler var. Sizin için kurguda karaktere rüyalar gördürmenin nasıl bir işlevi var?

Yukarıda da kısaca değindiğim gibi Hakkı, bir enkaz olan, içinden tüm bu yıkımın izlerini taşıyarak çıkıp geldiği geçmişinin kalıntılarıyla rüyalarında yüzleşiyor. Rüyaların anlatımı ise, bir çeşit bilinç akışı diyebiliriz. Çünkü bilimsel olarak çok kısa sürse de, hatırlayabildiklerimizi anlatmaya kalktığımızda rüyalar, uzun mu uzun birer deneyime dönüşüyor. Rüyanın her sürümü, özellikle sözlü ve yazılı olarak diğerlerinden farklılaşır örneğin. Bu iki açıdan önemli benim için. İlki, kahramanın iç dünyasını izleyebileceğimiz, birbiriyle uyumlu olmasa da onu bir araya getiren kişilik özelliklerinden tutun, gerçeğin aktarılması veya çarpıtılması, gizlenmesi ya da vurgulanmasında, estetik bir katkı sunuyor olması, ifadelerin belirgin, katmak istediği izlenimlerin daha güçlü olmasını sağlaması açısından vazgeçilmez bir yanı var. Diğeri, Hakkı’yı tanıyabilmemiz, geçmişinden kimi nesneler yanında, zihinsel dünyasının sunduklarını, hafızasının taşıdıklarını da dinlememiz gerekiyordu. Çünkü mekân ve nesneleler, kahramanın bize anlattığı “gerçek” ifade bütünlüğü için tek başına yeterli değil. Rüyalar ve görüler, onun defterinde kayıt altına aldığı geçmişine ışık tutuyor. O geçmiş ise, şimdi dediğimiz, içinde yüzdüğümüz yakın tarihi de içeriyor.

Kitabın ana karakteri için “öfkeli” diyebiliriz belki… Kaybettiği hayatı öfkesiyle geri almak istiyor. Öfke duygusunu bu romanda nasıl konumlandırırsınız?

Öfke çok kuvvetli bir duygu. Doğru kullanılır, kontrol edilebilirse insana verdiği enerjiyle adeta bir yakıt gibi müthiş bir üretim kaynağı olabiliyor. Bir aralar “her derde deva” diye çarşı pazarda satılan, bir takım az bilinen bitkilerden mamul doğal ilaçlar gibi gücü var. Dimağa kudret, göze fer, kana kuvvet verir öfke. Ama kontrolden çıkarsa, sahibini, herkesi ve her şeyi yok edebilir. Bu duyguyu kontrol edemeyenler psikolog, yoga ya da meditasyon desteğiyle ondan kurtulmaya, ya da onu terbiye etmeye çalışıyorlar. Hakkı öfkesinin kurbanı olmuş bir kişilik. Bilinçli olarak öfkesinin soğumasını intikamından dolayı istemiyor. Akıl hastanesinde bile, yutturulan onca ilaca karşın, yazarak öfkesini sıcak tutmayı başarmış.

Bir yandan her şeye şahit olan bir köpeğin gözünden de olayları izliyoruz. Köpeğin bakışından bir anlatı kurmak kurguya nasıl tesir ediyor?

Köpek ile insan arasında kadim zamanlardan beri anlaşmalı bir “dostluk” ilişkisinin olduğunu söyleyebiliriz. Konrad Lorenz henüz Türkçeleştirilen Ve İnsan Köpekle Tanıştı başlıklı çalışmasında, köpeğin (başlarda çakal) insana ilk yaklaşan tür olduğundan bahsediyor. Çakallar insanlara yırtıcı bir hayvanın yaklaştığını haber verirlerdi. İnsan onu, önceleri taşlayıp kovaladı, ama zamanla uysal ve daha korkusuz hale geldikçe yaşamının bir parçası yaptı. Yaşam biçimlerini değiştirdiler. Pek çok vahşi hayvan gibi geceleri yol alıp, gündüzleri çalılar arasında dinlenen çakal, insanın yanında yürümeye başladı. Kurguladığım tüm hikâyelerde hayvanlar, bilinçli değil ama sanki doğalında hikâyenin ana karakterinden biri oluveriyor. Bunu dediğim gibi bilinçli yapmıyorum, kendiliğinden hikâyeye dâhil oluyorlar. Aynı dili konuşmasak da, yakınımızda, bizimle birlikte yürüyen hayvanlar bence içten içe pek çok şeyin farkındalar ama konuşamamaları onların akılsız olarak algılanmasına yol açıyor. Elbette insani bir akıl değil söz konusu olan. Kurşun Kalem özelinde konuşursak eğer, köpeğin bakışına yer vermek farklı katmanlarla hikâyenin zenginleşmesini ve daha gerçekçi olmasını sağladı diyebilirim. Bunun ötesinde, Hakkı’yı anlayabilmemiz için onun köpekle kurduğu ilişki önemliydi. Kurguya büyük bir tesiri olmasa da, Hakkı’nın merhametiyle gaddarlığı arasında gidip gelen ruh halini yansıtabileceği en ideal canlıydı köpek.

Kurşun Kalem’de adalet kavramı sorgulanıyor. Adalet, Türkiye’de ve dünyada her zaman tartışıla gelen bir kavram aslında. Bugünün adaleti üzerine ne söylemek istersiniz? Dünya adil mi?

Dünya, Türkiye adil mi sorusundan önce, doğa adil mi diye düşünmek gerek sanırım. Ama bu çok derin felsefi bir tartışmaya gideceği, hem konumuz hem de uzmanlık alanımın dış çeperlerine yakın olduğu için kısaca şunu söyleyebilirim. Bir pitonun ağzından geyik yavrusunu kurtardığımızda adaleti sağlamış mı oluyoruz? Adalet güçlünün karşısında güçsüzün hakkını savunmak mı? Yoksa piton zaten adil olan bir şey yapıyor, ona ait olduğuna inandığı şeyle karnını doyurmaya mı çalışıyor? Geyik için hiç adil değil ama piton için adil bir durum değil mi bu?

Ben hukukçu değilim ama doğa kanunlarının toplum için geçerli olamayacağı açık. Yani güçsüz olanın güçlü tarafından yok edilebilmesinin güçlünün hakkı olduğu düşüncesi bizim dünyamız için geçerli değil ya da geçerli olmamalı. Yani, toplum kanunlarıyla doğa kanunları birbiriyle örtüşmüyor çünkü biz doğaya başkaldırmış, onun kanunlarını tanımadığımızı çünkü akıllı olduğumuzu iddia etmişiz. Diğer canlılardan farklı olarak kendi doğamızı, toplumu inşa etmişiz ve onun kurallarını belirlerken daha adil bir toplum düzeni kurmaya niyetlenmişiz. Peki ideal bir toplum düzeni kurmak için yola çıkıp, bunun en önemli ayaklarından biri olan adil toplum düzenini kurabildik mi? Benim kişisel tarihim içinde şunu berrak bir şekilde görebiliyorum ki, insanın dünyası hiç de adil değil. Hiç olmadı, olmayacak gibi de. Güçlünün güçsüzü gözünü kırpmadan yok ettiği bir dünyada yaşıyoruz, tıpkı doğadaki gibi. İçinde yaşadığımız sistem, yani kapitalizm, adaletli bir sistem yarattığını iddia ediyor. Herkesin eşit haklara sahip olduğu, çalışanın kazandığı ve mutlu mesut yaşayabileceği ideal bir sistem olduğunu söylüyor. Ama ne yazık ki, önceden de, şimdi de kazanan çok çalışan değil. İnsan doğadan daha adil bir dünya kuracağına inanarak yola çıktı ama ne yazık ki şu anda doğa kanunlarının içinde, güçlünün zayıfı çiğ çiğ yediği adaletsiz bir dünyada debelenip duruyoruz. Belki “ilahi” adaletin eninde sonunda tecelli ettiğini inanmak bizi biraz olsun teselli ediyor. Ama kimi gelişmiş toplumlarda, insanın kanunları tıkır tıkır işliyor, bizim gibi ülkelere kıyasla kesinlikle daha adil olduklarını söyleyebilirim. Çünkü onlar adaletsiz bir düzenin eninde sonunda herkesi yakacağını deneyimleyerek görmüşler. Kapitalist malını, mülkünü güvenceye almak için kısmen de olsa adaleti korumak zorunda. Son olarak şunu söyleyebiliriz, adalet öncelikle herkesin eşit olmasıyla ilgili değil, mülkün, sahip olanın varlıklarının güvencesiyle ilgili. Yani adalet zayıfın değil, güçlünün adaleti ne yazık ki tüm dünyada ve bizim gibi ülkelerde de. Bir başka ifadeyle muktedirin eyleme biçimlerinin başında adaleti vaaz edip her fırsatta onu ihlal etmek geliyor. Bugün ülkemizde tartışılan bir konu, talimatla işlemeyen kimi yüksek mahkemelerin işlevsiz hale getirilmeye çalışılması, bu ihlalin sınırlarının en temel anayasal güvencelere kadar vardığını onları tehdit etmeye başladığını işaret ediyor. Ütopya’sı ile meşhur Thomas More’un yaşamını anlatan güzel bir film var, Her Devrin Adamı (A Man for All Seasons) diye. Eski, güzel bir film. Kralın buyurduklarına göre hareket etmeyen bir hukukçu olarak More, yaşamı dahil her şeyini kaybeder ama direttiği yurttaşlığı ve günümüz toplumunu kuran adaletin yerleşmesinde önemli bir aşama olur. Adalet duygusunun yitip gitmesi, insanın adalet arayışına girmesine yol açıyor. Adaletin bir bölümü de ceza içeriyor kuşkusuz ve sanatı pek çok alanda besleyen bir yanı var bu kişisel adaleti arama belki yerine getirme süreçlerinde. Bizim coğrafyamızda İnce Memed, İngiltere’de Hamlet adalet arayışını anlatır örneğin.

Hakkı’nın Defteri, romanın içerisinde ayrı bir anlatı. Bu bölümü diğerlerinden ayıran farklı bir üslubu da var. İtalik anlatım iç sesi yansıtırken, karakterlerin zihnini de yansıtıyor. Buradaki zihnin yansımasını nasıl tanımlarsınız?

Hakkı neden zindanda geçen Feyza üzerinden bir defter tutuyor? Okuyucuyu kandırmak için yapılmış bir numara mı? Değilse, bu tür bir anlatım neye hizmet ediyor? Açık uçlu pek çok cevabı var bu soruların. Ama yanıtlarsam galiba ipucundan daha fazlasını vermiş olurum. Çok detaya girmeden Hakkı’nın defteri ayrı, Hakkı’nın gerçek dünyası ayrı okuduğunda, defterin gündelik hayattaki gibi tutarlı olmadığı görülüyor. Bunun nedeni insan zihninin, bilincinin pek çok düşüncenin, geçmişin, geleceğin ve şimdinin, rüyaların ve gerçek yaşamın bir karmaşası olması. Defter Hakkı’nın bilinci, bir tür bilinç akışı. Bu yüzden defterin tutarsız olması gerekliydi. Aynı zamanda Feyza’nın yaşadıklarını anlama çabasının dışavurumu da diyebiliriz.

Dilek Özhan Koçak
Dilek Özhan Koçak

­Siz aynı zamanda kurgu dışı olarak hafıza, kent ve mekân konularında da yazıyorsunuz. Bu romanda da mekân olarak dışarısı ve içerisi keskin hatlarla örülmüş gibi. İçerisi ve dışarısı arasındaki nötr zemin sizce neresidir? İkisi arasında nasıl bir bağ var?

Evet, Hakkı’nın evi ve İstanbul’un tekinsiz sokakları arasında gidip geliyoruz roman boyunca. İç mekan olarak Hakkı’nın evinin anlatının merkezinde çok önemli bir yeri var. Evin merkezi önemi, yalnızca okuyucunun atmosferi gözünde canlandırmasıyla ilgili değildi, evin de diğer tüm karakterler gibi romanda yaşamasını istedim. Çünkü ev yalnızca, bizi dışarıdaki fiziksel zorluklardan, soğuktan, fırtınadan koruyan, dışarıya çıkarken giyindiğimiz pek çok farklı kimlikten sıyrıldığımız, kendimizi güvende hissettiğimiz, bir tür ana rahmi gibi bir sığınak değil, ev aynı zamanda, tüm zamanların bir arada olduğu, yaşadığı, yaşandığı bir kutu gibi de. Geçmiş, şimdi ve gelecek evin içinde sıkışmış bir halde bir aradalar. Zaman hissini unuttuğumuz, tüm zamanları aynı anda yaşayabildiğimiz bir zaman makinesi olarak da görebiliriz evi. Kafamızı çevirip baktığımız yerde belki bir oyuncak, ya da bir fotoğrafla kolayca geçmişe yolculuk edebiliyoruz. Bu yüzden unutmak ya da kurtulmak istediğimiz geçmişi, önce o geçmişi bize hatırlatan, kanıtlayan ya da yüklenen eşyaları atarak başlıyoruz işe. Bunun ötesinde, sessiz oluşuyla, bize kendi iç sesimizi duyabilme olanağını tanımasıyla da evin bir sonsuzluk hissi yaşattığını söyleyebiliriz. Anılarda rahatça yolculuk edebildiğimiz, düşünebildiğimiz, düş kurabildiğimiz için ev, bizim varlığımızın bir parçası, uzantısı gibi de. Bu yüzden nereye gidersek gidelim, nerede olursak olalım evimizi özleriz. Ev uyuyup uyandığımız, rüya ile gerçeğin iç içe geçtiği bir yer de aynı zamanda. Bu yüzden düş ile gerçek arasındaki sınırlar evde silinir. Evin gerçekliği bu yüzden düşsel bir gerçekliktir. Anılar, düşler, düşüncelerimiz evde iç içe geçer. Ev mekânı bizim bilinç dışımızdır.

Ancak mekânların, biz onları ev, pazar, meydan, sokak vs. diye tanımlasak da, birbirinden keskin sınırlarla ayrıldığını söyleyemeyiz. Çünkü tamamı insanın bedeninin ve ruhunun birer uzantısı. Bu yüzden iç içedirler, birbirlerinin devamıdırlar. Mekân boş ve ölü bir şey değildir. Mekân Lefebvre’in dediği gibi insan tarafından fiziksel, toplumsal ve zihinsel olarak üretilir. Mekânın üretimi toplumu ve insanı üreten her şeyi üretmek demektir. Bu yüzden mekân canlıdır, yaşar, üretir ve üretilir. Örneğin kent mekânını gündelik yaşamımızla deneyimleriz. Bu yüzden mekânın insansız, insanın mekânsız anlamı yoktur. İnsanın bir parçasıdır mekân. Bu yüzden onunla bir ortaklık kurduğumuz, zaman geçirdiğimiz bir bina yıkıldığında içimiz acır. O balyoz duvarlara değil de, bize vurulur sanki. Sanki bir parçamızın kopup gittiğini hissederiz. Çünkü o bina bizim ona yüklediğimiz anlamlarla, onunla geçirdiğimiz zamanla yaşayan bir canlıya dönüşür. İnsan yıkılan, yok edilen her eşyayla, binayla sokakla eksilir, azalır. Bu yüzden yaşlılar geçmişi hatırlar, geçmişine ait yerlerin yok olduğunu gördükçe dertlenirler. Varlıkları eksilir çünkü yok edilen her bir detayla. Eksildikçe hiçliğe ve anlamsızlığa daha fazla yaklaşırlar, insan olmaktan uzaklaşırlar.

Kurşun Kalem’e dönersek ev, Hakkı’nın yukarıda bahsettiğim gibi bedeninin ve zihninin bir uzantısı olarak önemli bir işleve sahip. Sokakla evi arasında sınır olsa da bu sınırlar belirgin değil. Aralarındaki geçişkenliği nesneler sağlıyor. Sokağın çöplerinden topladıkları onun varlığının bir parçası olarak evinde, yani onda yaşamaya devam ediyor. Hakkı’nın evi, Hakkı’yı daha iyi tanımamız ve anlayabilmemizde romanda büyük bir öneme sahip. Bu yüzden son olarak sorunuzu roman özelinde ve gerçek yaşam da her mekânın arasında kuvvetli bir bağ ve geçişkenlik olduğunu söyleyerek yanıtlayabilirim. Hem atıp kurtulduğumuz, hem toplayıp istiflediğimiz nesneler, bizim her gün yeniden inşa ettiğimiz geçmiş ve geleceği dinamik ve zengin bir şimdiye dönüştürüyor. Bitpazarlarını severim. En sevdiklerim ne olduğunu ne işe yaradığını asla bilemediğim, tahmin bile edemediğim nesneleri aramak, onları alıp evime götürmesem de karşılaşmak, akıl yürütmek. Eğer zorlu bir parçaysa, hele önceki sahibinin ona kattığı izlerle türünün tek örneğine dönüşmüşse, zengin bir çağrışım nesnesine dönüşüyor benim için. Tıpkı kendisinden başka hiçbir şeyle ifade edilemeyen bir sanat eseri gibi.

Karakterler dışarıyla nasıl bağlantı kuruyor? Ya da nasıl kuramıyor?

Hakkı, şehrin artıkları çöplerle geçindiği için işyerinin sokaklar olduğunu söyleyebiliriz. Ancak yalnızca, el etek çekildikten sonra, şehrin en tehlikeli ve tekinsiz saatlerinde, hava karanlıkken dışarıya çıkıyor. Bu yüzden bir sürü farklı silaha sahip. Dışarıyla kurduğu ilişki sıradan bir insanın ilişkisine benzemiyor. Bir sürü katmandan oluşan kabuklar altında yaşıyor. Yol aldığı gölgeler ve gecenin karanlığı, içine karıştığı kalabalıklar, dikkatlice girip çıktığı evi, insanların algılarına ve değer yargılarına hitabeden giysileri ve fiziksel duruşu bile onun koruyucu kabukları. Daha çok vahşi bir hayvan gibi, gündüzleri ini, yani evinde vakit geçirirken, geceleri yeni “mallar” bulmak için ava, dışarıya çıkıyor. Bu yüzden ev hep karanlık, camlar dışarıdan gelen ışığı engellesin diye karartılmış. Gündüzleri dışarıda olmaması, diğer insanlarla karşılaşmasını, yani normal bir insan gibi hayatını sürdürmesini de engelliyor. Bu aynı zamanda, bir sürü suç işlemesine rağmen yakalanmayışının, gizlenebilmek için rahatça çareler bulabilmesinin de nedeni. Dışarıyla kurduğu böylesi bir ilişkinin de, onun tuhaf ve tekinsiz bir karakter olarak görünmesinde etkili olduğunu söyleyebiliriz. Bu yanıyla onu tarif edip var eden ben olsam da, Hakkı’nın hikâyesini okuyan herkes, onun için bu dünya ile kurduğu bir bağlantı aynı zamanda.

Esin Hamamcı

Edebiyat doktora öğrencisi, Açık Radyo’da programcı, Gazete Oksijen, K24 'te yazar. Dark Blue Notes ve Nftify'da editör. Çevirmen. Kent, arşiv, edebiyat ve müzik üzerine yazar, düşünür...

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Kardelen Semerci "orası benim olduğum yer değil"
Önceki

Kardelen Semerci “orası benim olduğum yer değil” Odd Art Space’de

Sanayiden Manzaralar, 2023, Summart
Sonraki

“Sanayiden Manzaralar” Sergisi 22 Aralık’a Kadar Uzatıldı

Kaçırmayın!

“Dinamik Göz: Optik ve Kinetik Sanatın Ötesinde”

Tate İlk Kez Türkiye’de

İstanbul’un kamusal alandaki en büyük kültür ve sanat mekânı Artİstanbul
Eşikte Üç Kadın

Mithat Önal’dan Yeni Kitap: Eşikte Üç Kadın

Mithat Önal’ın yeni kitabı “EŞİKTE ÜÇ KADIN” raflardaki yerini aldı.