Konuşmaktan hatta düşünmekten korktuğumuz bir şey var: iklim krizi. Yavaş ilerleyen her şeyi bizden uzakta gibi algılıyoruz fakat biz uzak sanıp konuşmasak da doğa bize cevap vermekten kaçınmıyor ve biz bu cevaplara hazırlıksızız. Harekete geçmiyoruz. Başa çıkmak için ne yapıyoruz? Hepimizi ilgilendiren bu konu dünyada, toplumlarda eşit şiddette mi krizlere yol açıyor?
Ne kadar aciz varlıklar olduğumuzu, doğanın bizi bir süre kapıların ardına kapattığında, pandemi döneminde anladık. Ekolojik krizlerin şiddetini bile adaletli hissedemediğimizi gördük. Karbon ayak izinin düştüğü o günlerde insansız şehirlerde dışarı adım attığınız bir gün ağaçların kokusundaki keskinliği duydunuz mu? Peki, aylar sonra Homosapienler olarak tekrar şehre indiğinizde o koku kalmış mıydı burnunuzda?
Mevsimler değişiyor, orman yangınları, sel felaketleri artıyor, doğal kaynaklar tükeniyor hatta doğal ne varsa tükeniyor. Tüketiyoruz! İnsan eliyle her şey yok oluyor. Betonlaşmış şehirlerin içinde ruhlarımızın sıkıştığı bedenlerimizi de sıkıştırıyoruz.
Ömer Madra’nın söylediği gibi “Şakası Yok 35 Yılımız Kaldı” Düşünün daha az, belki sandığımızdan da…
Elgiz Koleksiyonu seçkisinden oluşan Mitler ve Hayaller sergisi bizi düşünüp konuşmaktan korktuğumuz ekoloji ve iklim krizi meselesi ile yüzleştiriyor. İki bölümden oluşan serginin Mitler bölümünde yer alan eserler bize büyük bir ayna tutup kir akan yüzümüzü gösteriyor, burada kendinizden yola çıkarak dünya tümüne varıp kendinizi eleştiriler yaparken bulabilirsiniz Hayaller bölümünde ise batırdığınız iğnelere öneriler sunabilirsiniz.
Dünyanın sonu hakkında henüz konuşulmuyorken, ekolojik kaygılar artmamış ve iklim krizi üzerine bu kadar söz edilmiyorken; bugünü 40’lı yıllardan bize duyurmaya çalışan, sanatsal üretimlerini bu konu üzerine yapan Piero Gilardi ile sergide karşılaştığınızda sanatçıların eleştiri ve önerilerini dikkate almanın ne denli önemli olduğunu anlıyorsunuz.
Sergiyi gezerken Mateo Maté’in eseriyle karşılaşmanızın ardından biraz kan kaybedebilirsiniz. Korkmayın belki biraz akması gerekiyordur.
Mitler ve Hayaller sergisinin Küratörü Sevgili Billur Tansel’e aktardıkları için çok teşekkür ederim.
Sergi bugün yaşadığımız iklim krizi sorununa odaklanıyor. Son yıllarda doğanın hayatımızı nasıl bir anda durdurabildiğini ve bize olan tepkisine dünyaca tanık olduk. Sergide iklim krizi sorununa karşı bizi nasıl tanıklıklar bekliyor?
Pandemi dönemiyle birlikte kendimizi içinde bulduğumuz izolasyon sürecinde adeta zaman dondu, her şey askıya alındı. Belki de bu sürede kendi içimize dönme, etrafta bizim sebep olduğumuz değişimi ve yokluğumuzda olanları daha yakından takip edebilme, kendi değerlerimizi tekrar gözden geçirme imkanı bulduk.
Elgiz Koleksiyonu’ndan bir seçki ile kurgulanan “Mitler ve Hayaller” sergisinin çıkış noktası dünyada birçok bakımdan zor günlerin yaşanmakta olduğu, günümüzde karşı karşıya olduğumuz en önemli sorunsallardan bir tanesi olan ekolojik kriz ve beraberinde getirdiği kaygılardır. Sergi fikrinin arkasındaki ilham kaynağı da Fransız düşünür Félix Guattari’nin “ekozofi” ve “autopoïese” kavramlarıdır. Bu terimleri daha sonra kapsamlıca açıklayacağım ama sergide üzerinde durulan önemli hususlardan bir tanesi de insan ve ekolojinin iki yönlü ilişkisi ve buna işaret eden gözlemler, eleştiriler ve önerilerdir. Zira ekoloji tek bir katmandan oluşmuyor. Arne Naess’ın sözlerini bu bakımdan önemli buluyor ve sergi söyleminde önemli bir yer teşkil ettiğine inanıyorum: ‘Ekozofinin ayrıntıları, yalnızca kirlilik, kaynaklar, nüfus gibi gerçekler’ ile ilgili değil, aynı zamanda değer öncelikleri ile ilgili önemli farklılıklar gösterir.”
Sergide yer alan, dünya çapında farklı kültürlerden gelen sanatçıların ürettiği eserler çeşitli söylemlerle bu konuya değiniyor. Belki burada bazılarından bahsedebiliriz:
Sergide en önemli söylemlerden bir tanesi ekolojik kaygılar ve iklim krizi henüz söz konusu olmadan çok önce geleceğe projeksiyon yaparak bu konuda izleyicileri bilinçlendirmek için eserler üreten İtalyan sanatçı Piero Gilardi’nin 1998 senesinde poliüretandan ürettiği “Kiraz Çiçeği” adlı eseri. Sanatçı, 1942 yılında, “Doğanın Sonu” tartışmaları veya post-insan dönemi üzerine spekülasyon yapan sergiler sanat dünyasında sıradan hale gelmeden çok önce; kişisel bir duyarlılık duygusuyla, 1965’te, insanlığın doğal biyotoplarını kaybettikten sonra gelişebileceği alternatif ortamlar öneren, Doğa Halıları (Tappeti-natura) serisine başlamıştı. Bu halılar onun “sibernetik bireysel canlı hücreler” olarak adlandırdığı şeydir: yerde sergilenen, çakıl taşları, meyveler ve sebzeler ve taze otlardan oluşan köpük kauçuktan oluşan küçük “doğa” parçaları. Çalışmaları, dünyadaki yaşamın yeniden icat edilmesinde yeni bir alternatif ortamın bileşiminin parçaları olarak düşünüldü. (Piero Gilardi Biopolotics, by Bernard Vienat, Source Mousse Magazine, 18.05.2018)
Günümüzde iklim değişikliğinin etkilerinden kaçmak ve neslin tükenmesini önlemek için yapay ortamlarda yaşamanın bir gerçeklik haline geldiği aşikar hale geldi. Piero Gilardi’nin önerileri, beklenenin erken ifadeleriydi.
Deniz Üster’in, brütalist ve ekolojist bir yaklaşımla yorumladığı 2018 tarihli Citadel heykeli, bu sergide birer “brikolaj”a dönüşüyor. Superstudio’nun posterlerine de göndermeyle farklı katmanların bir araya getirildiği, ama tam anlamıyla kaynaşmayı reddettiği, çerçeve, mekan ile resmin birbiriyle iletişime geçtiği bu işlerin baskın karakteri merkezsizlik olarak ortaya çıkıyor. Hiçbir malzemenin veya görsel unsurun merkez olmayı kabul etmediği bu işlerde, belli bir anlatı etrafında bir araya getirilmiş, tak-sökçü bir zihniyetin izleri sürülebilir. İşleri birbirine teyelleyen ve Yılmaz’ın kaleme aldığı hikaye, belirsiz bir gelecekte artık tamamen Citadel’lerde yaşayan neo-göçebe insanların sözlü tarih anlatısını dile getiriyor.
Sergiye küratör daveti ile iştirak eden genç sanatçı Gizem Candan’ın “Kutsal Cüzdan” adlı eserinin kavramı ve üretimi, Amerikalı yazar David Korten’in “The Sacred Money and Markets story” kavramından ilham alarak oluşturduğu bir eserdir. Korten’e göre para tek başına kötü değil, paraya tapmak kötüdür. Bulunduğumuz konumda Küresel Çevre Hareketinin daha çok başında, dünyaya verdiğimiz tahribatın ise geri dönülemeyecek kadar uzağındayız. Kullandığımız yenilenemeyen veya yenilenmesi büyük bir enerji israfı olan kaynakların sınırsız olmadığı, bu nedenle de toksik bir kapitalizm sisteminin de sınırsız bir büyüme içinde olamayacağı bir gerçektir. Bu nedenle, insanı doğadan ayırmayan bir sistem inşa etmek son zamanların popüler düşünceleri arasında yer almaktadır. Peki insanı doğada bir yerde konumlandırmak düşünüldüğünden daha zor olabilir mi? İnsanın sınırları nelerdir, neler olmalıdır konuları izleyicinin dikkatine sunulmuştur.
Joana Vasconcelos’un “Camden” isimli eseri dantellerle kaplı, seramikten yapılmış kurbağa konu ve kullanılan malzeme bakımından doğanın ne kadar kırılgan ve hassas olduğu ve bu bakımdan yüksek ihtimamla sarılıp sarmalanma ihtiyacı içerisinde olduğuna dikkat çeker.
Büşra Kölmük’ün “Bir Çay Kaşıği Bal” isimli eseri 170 x 70 x 145 cm’lik ölmüş bir arı heykelidir.
Sanatçı eseri yoluyla şu söylemi ortaya koyar: “Bir akbabanın kanadından uçağa, yarasanın körlüğünden radara ulaşan insan, bir parçası olmak yerine iktidarı olduğu doğanın sonunu getirdiğinde; kendini de yok edecek. Uzakları yakın kılan, bir iki parmak hareketiyle en zor işleri gerçekleştiren insan aklının tutulma dönemindeyiz belki de… Yaşam alanlarını işgal ettiğimiz canlılar, dönüştürdüğümüz habitat intikamını almadan başka gezegene kaçmak derdindeyiz. Nereye gidersek gidelim, kendi yıkıcı doğamızın farkına varmadığımız sürece orayı da tüketmeyecek miyiz?
Sergide küratörün davetiyle yer alan Murat Germen’in “Panoptikon’a Zoom’la” adlı eseri rant odaklı mutenalaştırma, aşırı kentleşmeyi içeren kent, suç ve mimari kavramlarını; büyük biraderin bizi durmaksızın gözetliyor olması olgusu ile mükemmel bir şekilde birleştiren Presidio Modelo (İspanyolca “Model Hapishane”) adlı yapıyı merkeze alıyor. 1953-1955 yılları arasında, devrim mücadelesi sırasında Fidel ve kardeşi Raúl Castro’nun tutsak olarak hapsedildiği, Küba’daki Isla de Pinos (Çamlı Ada) şimdiki adıyla da Isla de la Juventud (Gençlik Adası) üzerinde inşa edilmiş, dairevi bir hücre dağılım planına sahip bu yapı; dairenin tam merkez noktasına konulan silindirik bir gözetleme kulesi ile çok az sayıda gardiyanla gözetlenebilecek bir mimari sunuyor. İngiliz filozof ve toplum kuramcısı Jeremy Bentham 1785’de tasarlamış olduğu bu hapishane mimarisi modelini panoptikon olarak adlandırıyor. Sanatçı ve bu eserde işbirliği yaptığı oyun tasarımcısı Haluk Diriker ile ses tasarımcısı Hakan Diriker Presidio Modelo’yu, lazer kesimli maket-heykel-yerleştirme olarak da sergilenen, basitleştirilmiş bir üç boyutlu mahpusluk evrenine dönüştürüyorlar. Sergide maket dışında, 05:38’lik bir video ve modelin farklı konumlarından alınan 20 adet durağan görüntü baskı olarak paylaşıldı.
Yapının iç çeperinde yer alan ve içteki gözetleme kulesine doğru bakan hücreler; Germen’in küresel salgın sırasında konuşmacı ve/veya dinleyici olarak katıldığı çevrimiçi toplantılarda ( Zoom, Meet, Skype, Teams, vb.) ekran görüntülerini aldığı ve telif hakları / kişisel veri mahremiyeti ihlalinden kaçınmak için yüzleri tanınmaz hale getirdiği bireysel profil görsellerini barındırıyor. Ekran görüntülerinin bir hafıza tiyatrosuymuşcasına matris formatında düzenlemesi; Wachowski biraderlerin, Germen’in şimdiye kadar yapılmış belki de en anlamlı bilim kurgu filmi olarak gördüğü, Matrix’ine işaret ediyor.
Seçkide “Düşünce” adlı eseri yer alan İzlanda’lı sanatçı Steinunn Thorarinsdottìr eserlerinde insanlık halinin kendisi için sonsuz bir ilham kaynağı olduğunu, ve heykel düşüncesinin fiziksel bir yaşam kadar içsel bir yaşamımız olduğu fikrine de dayanmakta olduğunu dile getirir. Burada ele alınan figürün bedeni hareketsizliğe mahkum edilmiştir. Kendi yarattığı sistem içerisinde kendini bir nevi tutsaklık durumunda bulan figürün belki de halen serbest kalması mümkün müdür? Kapalı alanın açılması, büyüme olasılığını gösterir ve bu nedenle umut, bugün dünya durumunda önemli bir duygu olan heykelin temel bir parçasıdır.
Felix Guattari’nin ekoloji tanımına dair okumalar yapmadıysak ekolojiyi düşündüğümüzde yalnızca içinde bulunduğumuz doğaya dair bir şeyler canlanıyor zihnimizde fakat Guattari’ye göre ekoloji kesin sınırları olmayan bir alan. Sergi zihnimize yeni bir ekoloji okuması ve tanımı yaptırıyor diyebilir miyiz?
Tabii, Guattari’nin önerisi bu olguyu bambaşka bir perspektiften değerlendirme imkanı veriyor. Sergideki en önemli söylemlerden bir tanesi; ekolojinin tek bir katmandan oluşmadığı ve ekoloji kavramının, insan ve doğanın birbiriyle ve etrafındakilerle kurduğu ilişkiler bütününü kapsadığı önerisidir. Guattari ekoloji kavramının içinde çok farklı hassasiyetler barındırdığını söylüyor ve çevresel, toplumsal ve zihinsel olmak üzere üç tür ekolojiyi bağlayan “ekozofi” düşüncesini ortaya koyuyor.
Félix Guattari’ye göre: Ekoloji, heterojen gerçekliklerden oluşur, kendi içinde çok farklı duyarlılıkları beraberinde getirir ve doğadaki ekosistemleri olduğu kadar toplumsal, kentsel, ailevi ekosistemleri de içine alabilir. Bu yüzden de kesin sınırları olmayan bir alandır. Bütün farklı duyarlılıklar arasında bir birliktelik ortaya koymaya çalışan düşünür; çevresel, toplumsal ve zihinsel olmak üzere üç tür ekolojiyi birleştiren ekozofi kavramını önerir.
Félix Guattari insan ve doğanın birbiriyle bağını ve birbiriyle çift yönlü ilişkisini araştırır ve ekozofi kavramı yoluyla aynı zamanda iklim sorunu gibi sorunları bir problematik olarak ortaya koyar. İklimde yaşanan beklenmedik değişiklikler, insanın yaşamak için kullandığı malzeme atıklarının ekolojik sisteme verdiği zararlar gibi konular üzerinde durur. Ve bu çerçevede kendini yaratım (autopoïese) sürecinin önemine dikkat çeker. Sosyal, zihinsel ve çevre ekolojisinin birlikte düşünülmesini öneren ekozofi kavramının mantığını sorgularken, bir yandan da etik ve estetiğin, sanat ve bilimin birbirine yakın olmasının önemini ortaya koyar. Sanat özellikle bakış açısına esneklik ve yaratıcılık katacağı için mühimdir. Bu üç tür ekoloji ancak ekozofinin estetik etiğinde birleşebilirse ve bu konuda kolektif bir algı yaratılabilir ve bir dayanışma biçimi geliştirilebilirse gerçek anlamda bir uyum söz konusu olur. Bu katmanlar toplumların etik ve prensip anlayışlarına, davranış biçimlerine kadar iner.
Bu çerçeveden yola çıkarak, bireylerin, toplumların davranış biçimleri, etik ve prensip anlayışlarına dair söylemler de yer alıyor sergide.
Sergide yer alan eserlerden örnek vermek istersek;
Pınar Yolaçan’ın “Faniler” isimli serisinden, koleksiyon seçkisinde yer alan bir eseri kısmen hayvan parçalarından yapılmış ve Viktoryen dönemden esinlenilmiş elbiseleri giyen belli yaşlardaki Beyaz Anglo Sakson Protestan bir kadının çektirdiği bir fotoğraftır. Sanatçı eserlerinde, sanat tarihi, antropoloji ve moda üzerinden kadın bedeni ve kadın güzelliği ile yakından ilgi kurar. Burada İngiliz sömürgeciliğine ve doğaya karşı olan agresif ve yıkıcı davranış biçimlerine değinir.
David LaChappelle “Uma Thurman; Dedikodu” adlı eserinde bir kadın portresi yoluyla toplumdaki yüzeysellik, dejenerasyon, sunilik ve tekdüzelik konularına değinir.
İspanyol sanatçı Mateo Maté sergide yer alan “Domestic Nationalism” eserinde 36 filmden aldığı sahneleri bir film kolajı halinde kurgular, savaş sahnelerindeki şiddet ile mutfak sahnelerini harmanlayarak şiddetin günümüzde ne kadar normalize edildiğine değinir. Evi siyaset ve güç oyunları tarafından kontrol edilen bir bölge olarak tasvir ediyor. Politik makrokozmosları incelemenin bir yolu olarak yerel mikrokozmosları kullanırken, Madrid merkezli sanatçı, insanlığın araziyi işaretlemek ve onu ölümüne savunmak için doğal içgüdüsünü mizahi bir şekilde tasvir eden fotoğraflar, baskılar, videolar ve heykellerle bunu özgün ve esprili bir şekilde ortaya koyuyor. Saldırganlık sahneleri, sanatçının kolajı ustaca bir araya getirme şekliyle bir şekilde daha az rahatsız edici görünüyor. Ama ziyaretçi kendisini filmdeki bağırsakları çıkarılmış kuzunun ya da mızraklı savaşçının yerine geçmiş gibi hissederse ve Maté’nin sivri silahı keskin bir şekilde midesinde hissedebilir.
Tokyo-Pop hareketinin bir parçası olarak tanınan Japon Sanatçı Hiroshi Sugito 1997 senesinde ürettiği ve seçkide yer alan eserini güzel ve barış telkin eden renklerle kurgulamıştır. Telkin ettiği pozitif izlenim resme dikkatli bakıldığında farklı bir gerçekliğe taşır izleyiciyi. Bir perdenin arkasında çok dikkatli bakınca ancak fark edilebilecek bir dünya haritası ve daha dikkatli bakıldığında fark edilen savaş uçakları ile aslında gizli ajandalara işaret etmektedir eser.
Genç Amerikalı sanatçı Alex Prager’ın “Greed # 2 (Toys)” isimli eseri ile aç gözlü bir genç kızın bir evden ayrılırken bavuluna doldurduğu sonsuz oyuncağın kapağı patlayarak açılan bavuldan dökülmeye başladığında hala aklı bavula dolduramadığı oyuncaklarda olan kız bunun farkına bile varmayacaktır. Renkli kostümler içinde figürleri melodromatik anlatılar canlandıran sanatçı, yaklaşan tehlikenin tedirgin edici beklentisiyle ağırlıklı olarak belirsiz sahneler kurar.
İskoçya’da yaşayan Türk sanatçı Deniz Üster “Being an Ear Guest to a Gossip”, faydacı ve değerli olanın, beyhude ve önemsiz olana kurban edilmesini öyküler. Yenilebilir, zehirli hale gelir ve organik, sentetik olana dönüşür. Belli belirsiz aşina olduğumuz ritüeller ve Anadolu folkloründen çağrışımlar yapan formlar, daha sonra Üster’in İskoçya deneyiminin karşıtlık içeren doğasıyla kaynaşarak, çalışmalarına bambaşka bir post-endüstriyel bağlamı, yemyeşil, doğal güzelliğinden fragmanlarla birlikte taşır. Filmin öyküsünde, küçücük epik bir yaratığın gündelik ritüellerine, emeğine tanık oluyoruz. Bu canavar, mavi patatesleri tohum gibi ekiyor, ağaçlardan akan tuhaf reçineleri topluyor ve tüm bu fiziksel uğraşın ardından mahsul olarak taşıyabileceğinin üzerinde kayalar hasat ediyor. Kimdir bu yaratık? Faydacılık amacı gütmeyen bu eylemleri sürdürmeye neden bu kadar niyetlidir?
İtalyan sanatçı Loris Cecchini, seçkide yer alan “Stage Evidence (Soft Door 1)” isimli eserinde erimek üzere yumuşayan, esneyen, formunu yitiren bir kapı heykeli ortaya koyar. Loris Cecchini’nin “Stage Evidence” (Sahne Kanıtı) adlı eserleri, 1998 ve 2007 yılları arasında üretan kauçuktan yapılmış geçek boyutta bir dizi günlük nesneye aitti. Sanatçının “heykel olmayan” olarak tanımladığı eserler, zamanla deforme olmuş ve bütünlüklerini yitirmiş, nesne kimliklerini kaybetmişlerdir; bu aslında sanatçının niyetini yansıtan bir sonuçtu. Sahne Kanıtı başlığı, Cecchini’nin bu eserleri gerçekte hiç gerçekleşmemiş, ancak sahnesi özenle hazırlanmış ve çeşitli unsurların “sahneye konduğu” bir gösterinin performansını çağrıştırıyor.
Fransız sanatçı Xavier Veilhan’ın seçkide yer alan eseri “Untitled (Gilles on a Horse with a Stick)” net olmayan bir kurgu ile hiçbir şeyin göründüğü formda olmadığı bir tasavvur ortaya koyuyor. Eserlerine anlam yüklemeyi sevmeyen sanatçı yorumu izleyicilerine bırakıyor. Eserinde resmettiği figürün belki de bir şövalye olması gerekiyor ama hiçbir şey olması gerektiği formda değil: mızrak yerine bir sopa var elinde, zırh yerine günlük bir kıyafetle bir atın üzerinde oturuyormuş gibi görünüyor, ama üzerinde oturduğu at mı gerçekten? Belki de günümüz toplumunun bir eleştirisi bu, hiçbir şey olması gerektiği gibi değil?
Antonio Riello’nun “A desperate attempt of Vice to turn up on virtue”, adlı eseri sanatçının 2004 yılında Londra’da yapılan geçici bir heykelin fotografik bir incelemesidir. Eser 3000’den fazla kullanılmış oyun kartını içerir. Her kart kumardan gelir. Ana fikir, en kötü alışkanlıkların bile bir şekilde iyi tutumlarla değiştirilebileceği romantik ve kozmik varsayıma dayanmaktadır. Dolayısıyla bu çalışmanın arkasındaki ana vizyon şudur: her şey yeni bir yaşam türünde yeniden oluşturulabilir. Sadece malzemeleri ve nesneleri değil, aynı zamanda davranış ve alışkanlıkları da (ne kadar kötü veya tartışılabilir olursa olsun) geri dönüştürme ve yeniden kullanma konusundaki insan tutumunun bir kutlamasıdır.
Sergi metninde de ekoloji kelimesinin kökenine indiğinizde Yunanca’da ev/yaşanan yer anlamı taşıdığına değiniyorsunuz. Sergi farklı kültürlerden gelen sanatçıların konuya dair eserleriyle karşımızda duruyor. Sanatçıların ve serginin evimize bakışımız konusundaki eleştiri ve önermeleri nedir?
Evet, bu kökenden yola çıktığını düşünürsek; ekoloji kavramının, insan ve doğanın birbiriyle ve etrafındakilerle kurduğu ilişkiler bütününü kapsadığını fark ederiz.
Buradan yola çıkarak yapılan seçki de farklı kültürlerden gelen sanatçıların bu konuları nasıl ele aldıkları ve ne önerilerde bulunduklarını araştırmayı hedefliyor. İlk etapta ekozofi kavramından ve katmanlarından yola çıkarak, küratöre göre, sanatçıların çeşitli ifade biçimleriyle dile getirdiği; insan ve doğa ilişkisini, insanın davranış ve varoluş biçimini, toplumdaki yerini, içinde bulunduğu topluma ve dünyaya sorumluluklarını sorgulayan, çeşitli kaygıları ortaya koyan eserleri incelemek mümkün.
Sergi iki bölümden oluşuyor, Mitler ve Hayaller. “Mitler” bölümünde somut gerçekliğe dayanmayan, sanatçıların gözlemlerinden yola çıkarak ortaya koydukları ve insanlığa, toplumlara dair eleştirilerine dair söylemler dikkati çekiyor. Sanatçıların gözlem ve işaret ettiklerinin aşağıdaki ana başlıklar altında toplandığı söylenebilir:
Kadercilik, riyakarlık, yüzeysellik, sahtekarlık, yabancılaşma, başkalaşma, suni/ yapay olma hali, sömürgecilik, şiddet ve normalizasyon, insanın kendi yarattığı esaret hali, gizli ajandalar, aç gözlülük, ekolojik kaygılar, doğanın yok olma riski, kültür erozyonu, canlı türlerinin tükenme, yok olma riski, toplumda insana dayatılan kodlar, var oluş biçimleri, robotlaşma, tek tipleşme.
Serginin ikinci bölümü olan “Hayaller” bölümünde ise; belki de farklı ve yeniden yapılandırıcı bir yaklaşımın mümkün olduğu önerisi vücut bulmaktadır: Bu bölümde Félix Guattari’nin autopoïese (kendini yenilemek) söyleminden yola çıkarak; her birey önce kendi öz değerlendirmesini yapar ve önce kendi değişimi için harekete geçerse belki de alternatif ve yeniden yapılandırıcı bir yaklaşımın mümkün olabileceği önerisi ortaya sürülüyor.
Sergi önce İzmir Arkas Sanat Merkezi’nde sergilendi ve ardından İstanbul Elgiz Müzesi için kurgulanıp sergilendi. İzmir Çağdaş Sanat sergilerinin sık görülmediği bir şehir olmasına rağmen serginiz yoğun bir ilgi ile karşılaştı. Serginin İzmir ve İstanbul’daki izleyen ile karşılaşmalarından bahsedebilir misiniz?
İzmir Arkas Sanat Merkezi’nde gerçekleşen serginin hazırlık aşamasında bu konu üzerinde çok düşündük. Çağdaş Sanat sergilerine alışık olmayan izleyicilerin reaksiyonu ne olacak, onlara sergiyi daha okunabilir hale nasıl getirebiliriz diye. Beklediğimizin oldukça üzerinde izleyici kitlesi oldu, sergiyi 32 600 kişinin gezdiği tespit edildi, geri dönüşler de oldukça güzel oldu. Sergi çerçevesinde izleyiciyle birlikte düşünebilmek için çeşitli konferanslar ve sanatçı-küratör konuşmaları organize edildi. Etkinlikler de oldukça kalabalık bir izleyici kitlesiyle karşılandı, soruları da izleyicilerin bu konuda bilgili, araştırma yapmış olduklarını gösterdi. İzmir’de gördüğü yoğun ilgi ve talep üzerinde İstanbul’da farklı bir kurgu ve etkinlik programı ile yapılan sergiye dünya çapında sanat camiasından, sanat kurumlarından misafirler tarafından izlendi….
İstanbul’da Elgiz Müzesi’nde 1 Eylül’den beri gösterimde olan yeni kurgu ise bienal ve fuar ziyaretçileri ile birlikte uluslararası bir izleyici kitlesini ağırlıyor. Oldukça yoğun bir ilgi ve ziyaretçi kitlesi mevcut. Her iki şehirde de görmüş olduğu ilgi ve izleyicilerden gelen pozitif geri dönüşler bizi mutlu ediyor.