Nermin Saybaşılı ile Çam Pürleriyle Namrun Üzerine Söyleşi
Nermin Saybaşılı ile Çam Pürleriyle Namrun Üzerine Söyleşi

Neleri Hatırlamak: “Dilin hikâyesi bitmez”

Nermin Saybaşılı ile Çam Pürleriyle Namrun Üzerine Söyleşi

Zamanın farklı aktığı pandemide fırsat bularak Tarsus’taki Namrun yaylasına giden Nermin Saybaşılı’nın anı kitabı Çam Pürleriyle Namrun Aralık 2023’te Metis’ten çıktı. Fragmanlardan oluşan bu çocukluk anlatısı hatırlandıkça yazılmış, yazıldıkça hatırlanmış. Dalgalar hâlinde yayılan bu çok yönlü anlatı okura hem bir anla(t)ma metodu hem de bir manzara sunuyor. Tercihen nostalji dışı kalabilen fakat lirizmden (ve bana göre romantizmden) ödün vermeyen bir dil sunan Saybaşılı Çam Pürleriyle Namrun’u bilgiyi işleme, geri getirme, yeniden kullanıma sokma gibi bilişsel süreçlere yönelik teorik yaklaşımıyla taçlandırıyor.

“Hatırlamakla unutmak, bilmekle sezmek belleğe içkindir, bunu bilerek, bu gerilimle barışık bir hâlde yazdım.”

“Deneyimleri yazmak, ilksel bir anın olmadığını, bir köken mitinin geçersizliğini ortaya koyar.”

Kültür sanat ve edebiyat dünyası pandemiden çeşitli üretimlerle çıktı. Siz de benzer şekilde pandemide çocukluğunuzdaki gibi üç ay kaldığınız Namrun yaylasından bu kitapla çıktınız. Sizin için nasıl bir geçiş oldu bu?

Aslında hiç beklemediğim, hiç planlamadığım bir şekilde gelişti her şey. Zaten pandemi beklenmedikti. Beklenilmeyene karşı herkes evlerine çekilmek zorunda kaldığında “evin”, “yurdun” ne olduğunu yeniden düşünmek gerekti.

İlk bir ay evde kalmak aslında bana iyi gelmişti, çünkü birtakım zorunluluklarınız esnediğinde, farklı tür bir özgürlük, “tutuklu-özgürlük” hâli elde ettiğinizde kendi başınıza kalmanın yaydığı bir sakinlik zihne ve bedene iyi gelebiliyor. Zaten işim gereği evde çalışmak ve zaman geçirmek bana yabancı değil, hatta seçili bir yalnızlık hâli okuyup araştırmanın, düşünüp yazmanın temel koşullarından biri. O dönemde evde okuyamadığım kitaplar, izleyemediğim filmler, elleyemediğim dosyalar ve dokunamadığım dolap köşeleri ve çekmeceler bir anda hayatımın merkezine oturdu ve bu durumdan gayet hoşnuttum. Sanıyorum ki bunun başlıca nedeni sosyal izolasyona ve evde kapanmaya karşı alınan “seçim yapabiliyorum”, hayatımın ipleri halen elimde fikriyatı… Oysa zaman geçtikçe evde bu ardı sıra yapılan işler yetmez oluyor, hatta bedeni değil belki ama zihni yoruyor. O zaman da insan kendine dönüyor, özellikle de artık belli bir yaşa gelmişse geçmişi ve yapıp ettiklerini sorguluyor. Hayat muhasebesi… Bir nevi hayat(ı) insanın üzerine üzerine geliyor. İşte tam o günlerde en son 2010 yılında bir haftalığına gidebildiğim ve o tarihten sonra da her yıl yeniden gitmek istediğim Namrun, benim pek benimseyemediğim şimdiki adıyla Çamlıyayla yolculuğu ufukta görünüverdi. Yıllardır tutmayan planım pandemi sağ olsun o yaz tuttu, çünkü zaman artık farklı akıyordu, daha yavaş ve daha geçirgen. Birkaç gün sonra yola çıkılmıştı bile!

Çocukluğum ve ilk gençliğimin yazları Namrun’a özgü iki ahşap ev arasında mekik dokuyarak geçti: babaannemle dedemin, anneannemle teyzemler ve kuzenlerimin yaşadığı birbirine çok da uzak olmayan iki ev. Babaannemin ailesinden kalma on üç dönümlük bir bağ içinde yer alan yaklaşık iyi yüz yıllık tarihi ev yıllardır boştu, çünkü dedem ölmeden birkaç yıl önce eski evin çaprazına sıkı ahşap panjurlu büyük bir dağ evi yaptırmıştı. Tüm aile her yaz birlikte olsun istiyordu ama bu hiç gerçekleşmedi çünkü eski büyük aile yaşamları o dönemde de yoktu artık. Bense eski evi ev bellemiştim. Diğer ev güzeldi güzel olmasına ama gereğinden fazla büyüktü. Ayrıca eski evin tüm odalarının açıldığı sofanın baktığı çam ormanını aratmayacak yeşilliğinin tersine yeni ev beton duvarları ve ahşap panjurlu pencereleriyle doğaya çok daha mesafeli ve sırf bu nedenle gölgeliydi. Eski ev geniş sofasıyla doğayı hep içeriye buyur ederdi. Diğeriyse modern gözü rahatsız etmeyebilecek net bir içerisi-dışarısı ayrımı gözetilerek inşa edilmişti.

Eski ev-yeni ev ayrımıyla içten içe şunu fark ettiğimi hatırlıyorum: geçmişi arıyordum, ama geçmiş de geçmemişti. Eski ev ve oradan baktığım dünyanın belleğimdeki yansımaları bunun vaatkar işaretleriydi.

Düzenli bakıldığı için eski ev sapasağlam duruyordu durmasına ama yaşanacak durumda da değildi. Banyo ve mutfağı baştan yaptırmak gerekiyordu. Ancak ondan da öte yol genişletme çalışmaları nedeniyle uzun süre önce evin sınırı önündeki toprak yola sıfırlandığından tüm gün inatçı bir toz bulutu evi mesken edinmişti. Evin arkası bu yola dönük ve yüzü bağa bakmakla birlikte gün içinde çıkan toz miktarı evi mesken edinmeyi imkânsız kılıyordu. Eski evi yeniden yaşamak ve yaşatmak için bir çözüm bulmayı kafama koydum. Bağın geniş yabani yeşilliğine bakan evin ahşap sofasını temizledim, yine evin odalarından birinden çıkardığım küçük ahşap masa ve tabureyi yeşilliğe karşı yerleştirdim. Masanın üzerinde ise yazılmayı bekleyen akademik bir makale için gereken bir düzine kitabım vardı. Ama o doğal çevreyle planladığım akademik yazıyı yazmak için zihnimi meşgul eden düşünceler bir türlü uyuşmadı, iki cümleyi bir araya getiremedim. Ben de çok üstelemeyip bıraktım. Sadece koyu yeşilliğe karşı oturdum, doğayı seyre daldım. Ben bırakınca eski evin tarihine eklemlenen birkaç eşya ve bir defterle birlikte kendi kendini yazdıran bir geçmiş peyda oldu, fragmanlar hâlinde metinler eski bir defterin sararmış kâğıtlarına dökülmeye başladı. Ben de belli bir ritim tutturdum, yazmaya devam ettim. Yaylada, eski evin sofasında başladım ama İstanbul’da çalışma masamda bitirdim.

Şimdiye inat Namrun’da geçen çocukluğumu yazmaya başladığımda bir söz vermiştim kendime. Belleğin ritmini ve deneyimlerin gerçekliğini korumak adına bir akademisyen-yazar olarak çok alışık olduğum yazma metodundan özellikle uzak duracaktım: farklı okumalar yaparak bilgiyi tartmak, ölçmek, genişletmek… Hatırlamakla unutmak, bilmekle sezmek belleğe içkindir, bunu bilerek, bu gerilimle barışık bir hâlde yazdım.

Namrun’dan bir insan gibi bahsediyorsunuz, “yüzünü göremedim,” “yüzüne hasret kaldım” diyerek. Bir mekânın yüzünün olması ona karakter atfetmenin harika bir yolu. Bu ilişkiselliği açar mısınız?

İstanbul’da Namrun’u hatırlar ve özlerken geriye doğru bir bakıştan başka elimde pek bir şey yoktu açıkçası. Oysa geriye doğru bakış iki açıdan problemlidir. İlki, nostaljiye düşme tehlikesidir, çünkü geçmişte yaşanılan her şeyi temize çekme gayret ve isteğinin bir uzantısıdır nostalji. Gerçek tarihi sadece iyisiyle değil iyisiyle ve kötüsüyle yazmak bir borçtur. İkincisi ise bakan-bakılan, yani özne-nesne dolayımında kurulan asimetrik ilişki baktığına haksızlık etmek, onu anlamamak hatta ona karşı hoyrat olmak gibi altından kalkılmaz büyük bir meseledir. Baktığınla kurduğun ilişki modeli onu değil, aslında seni tarifler. Kentin ötekisine, kültürün ötekisine dönüşmüş ‘doğa’nın araçsallaştırılmasıyla yaratılan uygarlık denen kurguda başka dünyaların olduğunu hayal edememek en fenası. Doğanın kalbinde yazmaya oturduğum günlerde medeni addedilen dünya kendi mümessili olduğu bir krizi yaşarken, o bilinmezlik içinde asıl medeni dünyanın yaylada doğayla kurulan ilişkide bulabileceğimizi düşündüm. Doğru ve hakkaniyetli yaşamak temel meseleyse eğer çocuk gözümü hatırlamak, onun bakışına güvenmek en doğrusu gibi geldi gözüme. “Öteki”ler yaratan asimetrik ilişkiyi temize çekerken doğanın bin bir “yüzü’ne çevirdim yüzümü. Bakış sabit değil. Ben dünyaya bakarken dünya da bana bakıyor, hatta ben onları görmeden, göremeden şeyler beni görüyor. Dolayısıyla bir manzara değil gördüğüm. Ayrıca eski evin terasına yerleştirdiğim masada otururken karşımda bir doğa açılıyordu. Çocuk gözüme güvenerek iyisi ve kötüsüyle Namrun’a şimdide yeniden baktım. İki bakış, yani geçmişin ve şimdinin bakışı çakıştı, kitabın anlatısı öyle çatıldı.

Nermin Saybaşılı
Nermin Saybaşılı

Anılarınıza yavaş yavaş girerken henüz gerçekleşmemiş betonlaşma ihtimaline karşı şimdiden beslediğiniz yas duygularıyla karşılaşıyoruz. Toros sedire “bu arsa satılık” tabelasının asıldığını görmek pandemi zamanı şehirden yaylaya “kaçmış” olan sizin için nasıl bir karşılaşmaydı?

El değmemiş doğayı yayladan bildim. Çok azı günümüze ulaşabilmiş Namrun’un tarihi evleri doğayla uyumlu yerleşimin nasıl olabileceğini bana anlatmıştı aslında, bunu yıllar sonra yaylaya geri döndüğümde ve doğaya açılan eski evin terasındaki çalışma masamda otururken anladım.

Kitap fragmanlardan meydana geliyor, belleğin anlardan meydana geldiğinin metinsel karşılığı oldular. O parçalı dil hemen çıkmadı. Yazdıkça bir diğer yaşantıyı hatırladım, bir fragmanı bitirmeye yakın bir başka anı zihnimde canlanıverdi. O fragmanlar bir anlamda bellek dalgalarının ilişkisel haritasını çıkarıyor. O haritada Tarsus’un yaylası Namrun’da geçen çocukluk ‘tarihsel’ ve ‘öznel’ deneyim alanı lirik-kültürel bir anlatıyı dile getirmiş oluyor.

Dediğiniz gibi, kitap çocukluğumda benim için ayrı bir yeri olan Toros sediriyle başlıyor çünkü o ağaç çocukluğumda çizilen yayla haritasında bir sınıra ve o sınırın ötesine işaret ediyor. Ayrıca uzaktayken akıbetini merak ettiğim benim için çok özel, çok kıymetli bir ağaç, çünkü kuzenlerimle birlikte o ağacın dallarına az çıkmadık. Hatta o ağacın üzerinde çekilmiş çok güzel bir fotoğrafımız vardır. Fotoğraf bende değil ama zihnimdeki görüntüsü çok net. Belleğin en önce imgesel olduğunu hatırlatıyor bana. Ormanı içlerinde her hafta en az bir kez piknik yapardık ama en az gün aşırı yaptığımız üçü-beşi geçmeyen yürüyüş güzergahlarımızdan biri Altıparmak çeşmesi olurdu. Yılankavi biçimde uzanan toprak yolun bir kenarında yalnız başına göğe doğru yükselen Toros sedirini uzaktan gördük mü adımlarımızı hızlandırırdık, çünkü orası yayla yerleşiminin bittiği noktalardan biriydi. İlerisinde maden sahası vardı. Yazarken Namrun’daki kendi öznel haritamı yokluyordum ve o ağaç, ağacım yaylanın evcilleşmemiş yanıydı. O “eski” haritada eskimemiş ayak izlerimizi bulmak çok iyi geldi bana ama ulu sedir gövdesinden hançerlemişti. “Bu Arsa Satılık” levhasıyla birlikte ağacın bulunduğu o bölgenin çeperinde ormanın içlerine doğru iki-üç katlı villa ya da dağ evi tarzındaki binaların dikildiğini gördüm. O levha ve bu yeni yerleşimler doğanın “sahiplenildiğine delaletti. O ağacı içimde büyütmüştüm ben, benim yabani yanımı temsil ediyordu. Şüphesiz değişim sadece o bölgeyle sınırlı değildi. Üslupsuz beton villa tipi evler artmış, doğayla uyumlu ahşap, kerpiç ve taştan yapılmış tarihi eski evler bakımsızlıktan ya yıkılmış ve yerlerine beton evler yapılmış ya da tarihlerinden bihaber insanlarca çok kötü bir şekilde elden geçirilip büyütülmüşlerdi. Yeni “modern” evlerle birlikte yeşili azalmıştı Namrun’un. Bu doğaya yakın, onunla uyumlu yaşam örüntüsünün de değiştiği anlamına geliyordu. Büyük aile yaşantısı yok olmuştu. Aile büyüklerinin ölümlerinin ardından eski evlerin büyük bağ-bahçeleri arsa olarak bölünmüş, o küçük arsalara herkes evini yaptırmıştı, bunun için de çam ağaçları kesilmiş, bağlardan vazgeçilmişti. Yine de henüz değişim çok dramatik değildi. Yine yeşildi Namrun. Bunun önemli bir nedeni de genç kuşakların tatil tercihlerinin değişmiş olmasından kaynaklanıyor. Eski sayfiyelerin yerini, yerel dille söyleyecek olursam “deniz evleri” almış. Güzel, otantik bir çarşısı vardır Namrun’un. Küçük olmakla birlikte her şeyi bulabileceğiniz çarşı büyümüş tabii ama niteliğini korumuş. Tarlalardan gelen taze sebze meyveleri satan manavları, nefis biberli ekmekle fındık lahmacunun en lezizini yapan fırınları, tatlıcıları, karsambaççıları, hırdavatçıları, kumaşçıları, haftada bir kurulan pazarı vb. Bunlara ek bildik süpermarketler de eksik değil. Yaşantı değişmiş, ama yine de özgünlüğünü koruyor. Sedirim de yıllardır aynı yerde duruyor, umarım sonsuza kadar da duracak. Ya da en azından dünyanın sonuna kadar…

Kilerdeki bir torbadan “kendiniz için seçtiğinizi” belirttiğiniz (s. 17), evin ahşap kapılarına ait olmayan büyük anahtar şimdi nerede? Sizin için ney(ler)i simgeliyor?

O büyük anahtar önce Namrun’daki, sonrasında da İstanbul’daki çalışma masamın üzerindeydi, kitabı yazarken göz hizamda duruyordu. Eski evin ahşap kapılarını açacak anahtarları kilerde bulduğum torbanın içinden arayıp bulmaya çalışırken kendim için bu anahtar seçtim. Çok güzel bir nesne ama ondan ötesi var: geçmiş yaşamın anahtarı o. Belleğin kapılarını bir bir o anahtarla açtım. Şimdi kütüphanemin bir köşesinde, çok sevdiğim küçük, ahşap bir sandığın içinde dinleniyor.

Namrun’da baskın olan mavi, yeşil ve beyaz renklerinin hafızanızı belirli bir biçimde hatırlamaya yönelttiği anlaşılıyor. Sizin için renkler ve bellek nasıl iç içe geçiyor?

Belleğin bir bilinç hâli olduğuna inanıyorum, zaman bellek olarak zihnimizde. Dediğim gibi bellekse en önce imgesel. O imgesellik içinde belli renkler öne çıktı. En çok da koyu yeşil… Hatta kitapta “serin yeşil” olarak tarifliyorum o yeşili. Bellek yitimine direnen yaşantıyı dile dökerken renklerle ve sözcüklerle, ya da isterseniz “renkli sözcükler”le diyelim, mümkün kılmak istediğim şey yaylayı bilmeyen okurun kendi zihninde bir Namrun coğrafyası çizebilmesine imkân sağlamaktı. Uzak ya da yakın geçmişe ait orijinali renkli olmakla birlikte kitapta siyah-beyaz kullanabildiğimiz fotoğraflar da belleğin taşıyıcısı ve yansıtıcısı olarak bu “renkli sözcükler”e eklemleniyorlar. Kitabı okuyan bir arkadaşım okumaya başladığında fotoğrafların renkli olmasının daha iyi olacağını düşündüğünü, ama sonrasında siyah-beyaz fotoğraflara kendi zihninden renkler eklediğini fark ettiğini anlattı. Bence muazzam bir şey bu! Zaten bakmak ve bilmek, görmek ve okumak birbirinden ayrıştırılamayacak ölçüde ilişkili. Metni ve imgeyi zenginleştiren de ona yapılan bu okuyucu eklemeleri. Anlatı yoluyla “okur-görür” bir ölçüde özgür, kendi “manzarası”nı kendi oluşturma imkânı var. Bu çok-perspektifli Namrun manzarasında zaman, çocukluk, gelenek, tarih, kimlik dal budak salıyor, tıpkı bir ağaç gibi. Bir anı kitabı için başka ne ister ki insan? Anılar başka gözler, zihinler, diller ve bedenlerle çoğalır, değişir, dönüşür ama öyle ya da böyle sürmüş olur, geleceğe taşınır. Deneyimleri yazmak, ilksel bir anın olmadığını, bir köken mitinin geçersizliğini ortaya koyar.

Kitabı yazmaya oturduğumda zihnimde filizlenen ilk düşünce belleğin bir tür koza olduğuydu. Şimdi geçmişi saklıyor, koruyor, muhafaza ediyor ve böylece başka bir şeye daha olanak veriyor: geçmişin geleceğini de garanti altına almış oluyor. Yaylanın o eski ormansı varoluşunun bir yaşam döngüsü var, ama kitapta sınamaya çalıştığım gibi ilişkiselliği de mevcut. Bu ilişkiselliğin diğer adını metaforik manada bir koza, kültürel bir koza olarak düşünebiliriz. Koza bir yandan beklemenin diğer yandan ise dönüşmenin ifadesidir. Ölüme direnir bellek, yazmak demek de belleğin nefes alması ve gerçeğe nefes aldırmak anlamına geliyor.

Kitapta, hayvanlar hâlâ var mı, diye merak ettiğiniz ve olduklarının müjdesini aldığınız kısım çok etkileyici. Çocukluk anılarının kaçınılmaz bir durağı da hayvanlarla olan ilişkimiz sanırım. Kaplumbağalar, sincaplar, karıncalar, yılanlar, baykuşlar, tilkiler, uçan ve uçmayan böceklerden söz ediyorsunuz. Onlarla nasıl geçinirdiniz?

Kentli bir çocuk için hayatının çocukluk ve ilk gençlik yıllarını kapsayan bir doğa deneyimi büyük bir şans! Bu deneyimi kardeşim ve yaşıtlarım kuzenlerimle birlikte yaşamak da ayrıca zenginleştirici oldu. Çocuk çocuktan öğrenir. Çocuklar hem zihnen hem de bedenen deneyime çok açık oluyorlar ve de cesur; biri bir diğerine bakıyor, ondan ya da onun eylemlerinden, deneyimlerinden öğreniyor. Çocukluk yaşantısı ve deneyimleri unutulmuyor.

Şimdilerde akademik anlamda “insan-merkezci dünya”nın (antroposen) sorgulaması yapılıyor, “insan-sonrası” (post-human) döneme geçtiğimiz belirtiliyor. Bense otlar, böcekler, hayvanlar, ağaçlar, taşlar, madenler, kayalar, çiçekler ve daha envai çeşit canlı-cansız varoluşla birlikte doğanın bir parçası olduğumu çok önce öğrenmiştim. Doğa ve doğadaki hiçbir şeyde “öteki” yoktu. Yaşayarak öğreniyor, deneyimleyerek biliyoruz. Namrun’daki yaşantı doğa ile kültürün oyuğuna yerleşmenin gerçek anlamda insani bir yaşam modeli olduğunu sezdirmişti bana, onu hatırlamak için yaylaya gitmem gerekmiyordu. Bu durum, üzerinde tıngır mıngır eve dönerken yolun kenarındaki dikenin mor çiçeğini bir çırpıda ağzına atıp tek lokmada yiyip bitiren eşeği yabancılamadım ya da bahçede otlar arasında su gibi akan yılandan korkmadım anlamına gelmiyor. Bazılarını kitapta da yazdım. Her evin bir kara yılanı olurdu. Kurbağalar ve kaplumbağalar en tanış olduklarımızdı. Onun dışında hayvanlar en iyi oyunbazlardı. Gürültücü sincaplar sabahleyin çinko çatılarda cirit atarlardı. Bahçedeki karınca yuvaları ve karıncaların hareketleriyse bir türlü tam anlamıyla vakıf olamadığım bir gerilim filminin yaydığı merakla gizemin benzersiz karışımını ihtiva ederdi. Kitapta yazmadıklarım da var: evin çatı katını ev bellemiş yarasalar geceleyin evi basar, içinde fır dönerlerdi. Gece karanlığı ile eski evlerin ahşap salonuna vızır vızır doluşan uçan rengarenk böceklerden sıçrayarak kaçtığımsa çok oldu. En önemlisini sonda söyleyeyim: vahşi denilen hayvanlarla ortaklaştığımız şeyler olduğunu yaylada öğrendim, doğanın ayrıcalıklısı olmak bir yana bizim de hayvan olduğumuzu o paydaşlıktan anladım. Yılanların sütü sevdiği, kaynayan sütün kokusuna geldiği söylenirdi. Anneannem bahçede çömelmiş, koca et tahtası üzerinde ellerine aldığı iki büyük satırla etleri sabır ve hünerle kıyarken bildiğimiz çiçek arılarının kıymalara üşüşerek koca koca çiğ et parçalarını ağızlarında götürürdü. Anneannemse etrafında dönüp vızır vızır vızıldayan aç arılara rağmen hiç istifini bozmadan işine sükûnetle devam ederdi. “Kılıçlı kadın”dı o benim için, bir değil iki kılıcı olan hayatımın ilk gerçek kahramanıydı.

Bilip bilmeden de olsa geçmişe şöyle bir baktığımda görüyorum ki içimde bir doğa büyüttüm, çok kültürleşerek “gözümün yeşilinin ve içimin maviliğinin” kurumasına izin vermemeye çalıştım. Belki de o nedenle sosyal olmayı hiç ama hiç beceremedim. Yabaniliğim baki! Kendini hiçbir yere ait hissetmeyen, hissedemeyen bir çocuktum ve bu pek değişmedi. Sanatın kökeni doğaya öykünme ve ben sanatı doğanın bizzat kendisinden öğrendim. O nedenle anneannemin odasında asılı bir manzara resminin fotoğrafından yola çıkarak yazdığım gibi. Kitapta “resim gibi” başlıklı fragmandan söz ediyorum: “‘resim gibi’ tabirinin geçersiz olduğu bir yerdi Namrun. O yaşlarda resim nedir pek de bilmemekle birlikte en azından bu kadarını çocuk kitaplarımdan biliyordum. Yayla gerçekti, doğa gerçekti, onu görüyor, ona dokunuyor, onu yaşıyor ve yaşatıyorduk; doğayı görmek ve ona dokunmak için, hayal etmek için resmin temsili alanına ihtiyacımız yoktu ki! doğa sonsuz bir kitap, benzersiz bir masal diyarıydı.” (s.56)

Yanlış anlaşılmak istemem. Kentleri seviyorum tabii, çünkü kültür ve sanat açısından zenginler, ama yine de kentlere karşı gel-gitli bir tavrım vardır hep. Son kertede modern kent mimarisi benim için dört duvardır, en güzeli bile… Doğaya açılan hafif yayla evleriyse başka bir dünya… Yer hissinin benim için eve dönüştüğü tek yer ormandır. O nedenle yabancı bir kente belli bir süreliğine gitmişsem yeşilini görmeden dönmem, dönemem.

Namrun yolları ve yolcu olmak ne demek sizin için?

Yolda yürümeyi de yolculuğu da çok severim, hem zihin hem de beden aktiftir çünkü. Yürüyüşü seven bir ailede büyüdüm. Özellikle annemin kaya ve taş sevgisini burada anmadan geçemem. Yolu yol yapan pek çok şeyi annemin rehberliğinde doğada öğrendim. Namrun da buna dahildir. Görmenin ve bilmenin mahali, düşünmenin ve duyumsamanın mecrası, diyalog ve karşılaşmaların alanı… Namrun özelinde bir yandan yolu kıvrımlı bir patika, yılankavi bir ince yol olarak düşünüyorum ama orman yürüyüşlerimizi düşünecek olursam o kendine yol açmakla, kendi yolunu bulmakla ilgili bir hal. Genel olarak ise, yol hareket ettikçe ve devinim kazandıkça seninle biçim bulan, yeni ve farklı bir perspektif kazanan çizgisel olduğu kadar döngüsel bir hat. Yoldayken beden ve zihin dünyaya doğru uzanır, doğayı zihnimle ve bedenimle yoklarım ve tanırım, algılarım ve deneyimlerim. Dolayısıyla zihnim ve bedenim şeylerin ölçü ve boyutlarından bağımsız değildir.

Tabii yolun kendisinden çok yolda olmanın önemi büyük: bir noktadan diğerine değil de çizgiler arasında ani hareket ve devinim… Orman yürüyüşünde olduğu gibi.. Öğrenilmiş yoldan gitmemeyi, hatta yeri geldiğinde yol yaratmayı, yolu bulmayı, cesur, kararlı ve sabırlı olmayı, anlara önem vermeyi, raslantılara açık olmayı ve en önemlisi de orası ile burası, geçmiş ile şimdi arasında ilişkiler kurabilmeyi yol öğretir. Yol bir yandan bir bilgi üretme modeli, çünkü düşünmeye ve duyumsamaya alan açıyor, bir yandan ise özgürleşme arayışı; yazmak da bu arayışın biçim bulmuş bir başka hâli. Dolayısıyla yolcu olmak için illa hareket hâlinde olmak gerekmiyor. Ayrıca yol, bir iç-yolculuk, bir içe-dönüş anlamı da taşıyor. Hatta durmanın kendisi de yola dairdir. Kalmayı bilmek kadar gitmeyi de bilmek gerekir.

Namrun’da “İstanbul Sözleşmesi yaşatır” pankartıyla karşılaşmanızı iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla ilişkilendiriyorsunuz; böylece hak odaklı eylemselliklerimiz demokratik bir taban kazanıyor olsa gerek. Pankartla karşılaşmanız size neler düşündürdü?

Kadın emeğinin simgesi olan el emeği göz duru o pankartı doğa ile kültürün oyuğunda biçim bulmak ve biçim vermenin türlü tezahürlerinden biri olarak görüyorum. Namrun’da daha önce denemediğim farklı bir güzergah üzerinde yürürken çıktı karşıma. Teknolojik hıza kadınların politik refleksi olarak okuyorum. Bir yandan çok yerel diğer yandan ise çok tarihsel ve küresel bir jest.

Oradayken farklı kuşaklardan kadınlarla konuşma imkânı bulmuştum, değişik kadın hikayeler dinlemiştim. Azına yer verdim kitapta, o hikayelerden biri de bizzat komşumuz Gülden hanımdan dinlediğim kendi “şifacı büyükannesi”ydi. Pankart aklıma kendine özgü o özgür kadını da getirdi. Şimdilerde eski kuşak kadınlardan daha geride olduğumuzu bilmek bana çok dokundu. Özellikle İstanbul Sözleşmesi’nden çıkıldığından beri ülkemizde kadın hakları ve özgürlüklerinde çok çarpıcı bir gerileme olduğunu tüm araştırmalar söylüyor. Daha çok kadın öldürülmüş ve öldürülmeye de devam ediyor. Kadınların hayatı ve üretkenliği yok sayılıyor. Oysa “şifacı büyükanne” üzerinden kadim zamanların büyücüsüne vardığımızda şunu görürüz: bir bilgi formudur şifa/büyü, özellikle kadınların elinde doğayla kültür melezlenmiştir. Antropolojik araştırmalar bize göstermiştir ki büyü çalışmaları bitkiler, metaller, fenomenler, varoluş ve genel olarak yaşamla ilgili bir indeksi, bir bilgi birikimini mümkün kılmıştır. Kadınlar her yerdeyken şimdi hiçbir yerde olsunlar isteniyor. İstanbul Sözleşmesi’nden “şifacı büyükanneye”, uzak ya da yakın geçmiş kadın hikayeleri beni mitolojik hikayelerin kadın kahramanlarından Penelope’ye kadar geri götürdü: zaman kazanmak için sabırla kumaş dokumaktan çok farklı direnç alanları yaratmak gerekiyor. Örneğin kadın eliyle kurulan Kadın Meclisleri gibi… Çok değerliler. Kadınların gücünü ortaya gösteriyorlar. Bir kentten diğerine, bir vakadan diğerine, bir aileden diğerine… Gücün birlikten ve dayanışmadan doğduğunu bir kere daha gösteriyorlar. Tabii yolumuz uzun!

Şifacılıkla ve iğne oyasıyla uğraşan kadınlara, ev içi emek, duygusal ve düşünsel işçilik konularına değiniyorsunuz anılarınızda. Namrun’da kadın olma hâllerinden bahseder misiniz?

Çocukluğumun Namrun’u en çok kadınlara ve çocuklara aitti. Her ne kadar Tarsus’tan Namrun’a giden yol yenilenip genişletilmiş ve çoğu ailenin arabası olduğundan yaylaya ulaşım artık kolaylaşmış olsa da şimdi de büyük ölçüde öyle, çünkü Tarsus ya da Mersin gibi kentte çalışan erkekler ya da kadınlar hafta başı iş yapmak için pazar akşamı ya da pazartesi sabah erkenden gidiyorlar, hafta sonu için de tekrar dönüyorlar . Namrun yaşlı-genç kadınlara, çocuklara ve evin büyüklerine kalıyor. Kadın imecesi tüm hızıyla devam ediyor, misafirlikler azalsa da yine de kentlerdeki kadar tarih olmamış. Yaylada erkeklerin dünyasındaki tek renk kahve keyfiydi, halen de öyle! Kadınların hayatı kolay değildi tabii, ev işi kentte olduğundan iki kat daha zordu o zamanlar. Bahçeye açılan mutfaklarda geçerdi tüm gün. Merdaneli çamaşırı olanlar şanslıydı.

Kadın sosyalliği diye bir şey var. Beni kadınlar büyüttü. Annem dışında, anneannemin yeri apayrıdır bende, sonra iki teyzemin… Çocukluğumdan beridir kadınların dünyasını hep renkli bulmuşumdur. Kadın yaratıcılığının ve üretkenliğinin günlük yaşamda her bir yerden çıkabildiğine şahit oldum. Yayla için de geçerli bu.

Kadın imecesi şenlikliydi. Her gün bir evde toplanırdı kadınlar, herkes bir işin ucundan tutar, sohbet sohbeti açar, uzun ve zorlu işlerde o sohbetler koyulaşırdı. Dayanışmanın bir ruhu olduğunu kadınlardan öğrendim. Bazlamalar dizi dizi yapılır, dolabın üzerine dizilirlerdi, parşömenler gibi gelirdi bana, gözümü alırdı. Çökelekli sıkmalar sarılır, çayla birlikte yenirdi. Hatta birlikte piknik yapmaya ormana gidilirdi. Kitapta da yazdığım gibi, pekmezler, bandırmalar, yazmalar mutlaka komşularla birlikte yapılırdı. Onun dışında yoğurt için süt ve yumurta, yeri geldiğinde meyve ve sebze mutlaka köylü kadınlardan alınırdı.

Eskisi kadar olmasa da belli alışkanlıkların devam ediyor olması çok yüreklendirici. İğne oyası da onlardan biri. İğne oyası geleneği hep vardı Namrun’da, hatta festivalini bile yapmışlar. Şimdi hatırlıyorum da iğne oyası yapan kadınlarla çeyizini dizmeye gelen kızların arasında para dışında, eşya değiş-dokuşuna dayanan bir yöntem vardı. Bana çok ilginç gelirdi o. İğne oyalarının neredeyse yüzlerce motifi olurdu. Bir tür soyutlama, doğanın dilsel ve imgesel yorumuydu her biri. Bu oyalar şiir dizeleri gibi insanın duygularını ve düşüncelerini anlatmak için imgeleri doğadan devşirdiğini gösterirdi. Şiir seven bir çocuk için çok ufuk açıcı bir keşif… Sanatın sembolik dilinin en önce doğada bulunduğunu hatırlatır o oyalar. Anneannem de çok güzel oyalar yapardı, ince ince işlerdi. Kolyeler gibi sıra sıra ipe dizili rengarenk oyalar yazmasını ya da tülbentini beklerdi. Genç kızken balerin topuzu yaptığım saçıma dolardım ipe dizili oyaları. Halen saklarım onları.

Kadınlar erkeklere nazaran doğayı daha iyi anlamışlar bence. Bitkileri de iyi tanırdı kadınlar: mide için kekik suyu, göz için limon suyu, yaralar için kantaron yağı… Kültürün evrensel bilgisini kadınların dünyasında görüp bildim. Sanatla zanaatın birlikteliğini de… Yaşlı kadınların bilgeliği de ayrı. Çok güzel deyişleri ve sözleri vardı, hayatı anlatırlardı. Onları not almadığıma yanıyorum. Bir ikisini hatırlayıp da kitaba koyabildiğim için çok mutluyum. Dilin hikâyesi bitmez, bitmemeli!

Zeynep Nur Ayanoğlu

Zeynep Nur Ayanoğlu çevirmen ve kültür girişimcisi. AICA üyesidir.

İki sezon boyunca Zilberman Gallery’nin podcast serisi “Podium Zilberman”ı (2020-2022) hazırlayıp sunmuştur. 5harfliler için sanat söyleşileri yapar. On İkinci Ev, Türkland ve Fotoroman Kralı tiyatro oyunlarının iletişim danışmanlığını yürütür. Yurt içi ve yurt dışı kurumsal ve kişisel ilişkilerinde ve metin üretimi konusunda sanatçı ve oyunculara danışmanlık verir. Ulusal ve uluslararası kültür sanat etkinliklerine katılır; iletişim danışmanlığı kapsamında program geliştirir, fonlara başvurur ve fon sürecini yönetir. Sanat galerileri için katalog çevirir, metin yazarlığı ve editörlük yapar.

Fotoğraf: Kadir İncesu

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Şahsiyet - Haluk Bilginer, Cansu Dere
Önceki

Şahsiyet II. Fasıl Tüm Bölümleriyle GAİN’de

Vildan Hoşbak, Sessizlik Masası, 2023, karışık teknik, y: 60 cm, Ø 70 cm
Sonraki

Olimpos Sergileri 3, Enteriyör Kapılarını Açtı

Kaçırmayın!

Sena Şener

Sena Şener, “Bak Bana” Akustik Versiyonu İle Yayında!

Alternatif müziğin en güçlü kadın yıldızlarından Sena Şener akustik serisinin
Ahmet Hamdi Tanpınar

Edebiyat ve Musiki Buluşması: Tanpınar’ın Dünyası CRR’de!

İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Cemal Reşit Rey (CRR) Türk Müziği