Kaş Tiyatro Günleri ekibi ve CultureCivic destekli Açık Alan projesi iş birliğiyle gerçekleşen tiyatro günlerinde, “Yaşanabilir Bir Dünyanın İzinde: Tiyatro ve Performans Ekolojileri” başlıklı bir sunum yapan Eylem Ejder ile konuştuk.
Eylem Ejder: “Ekoloji sadece kaygılarımızla ilgili değildir; aynı zamanda yeryüzüyle birlikte canlılığımızı yeniden kazanacağımız bir eyleyiciliği de yüceltir.”
Kaş Tiyatro Günleri kapsamında 21 Ekim Cumartesi günü Echo Bar’da yaptığın performatif sunumda tiyatro ile performans arasında ayrım gözetmediğini birkaç kez belirttin; oysa ben alanda yaygın bir hiyerarşi bulunduğunu gözlemliyorum. Bu konudaki görüşlerin neler?
Öncelikle, sunuma katıldığın için ve paylaştığın yaratıcı sorular için çok teşekkür ederim. Sunumu performatif olarak değerlendirmen beni mutlu etti. Orada performans kavramını anarken kendini tiyatro sanatından ayıran günümüzün “performans sanatını” vurgulamadığımı söylemeye çalışmıştım. Senin de gözlemlediğin gibi alanda yaygın bir hiyerarşi var. Birini diğerine üstün gören ya da daha yeğlenebilir bulan bir anlayış bu. Bu açıdan pek ekolojik olmadığını söyleyebiliriz. Tiyatronun yaşam alanını daraltmak pahasına “performans sanatının” alanını genişleten bir anlayışın karşısında birinden birini seçmek, “ya şu ya bu” demek yerine ikisine de yer açan bir anlayıştan yanayım.
Tiyatro ve performans ekolojileri ifadesinde ekolojiden kasıt nedir?
Ekolojik tiyatro ya da performans dediğimizde aklımıza ilk gelen ekolojik meseleleri konu alan, iklim kriziyle ve ekolojik felaketlerle ilgilenen bir tiyatro oluyor. Buna ben de katılıyorum. Yine de bu tanımda eksik bir şey var. Yaşadığımız felaketlere bütüncül bir yaklaşımın daha dönüştürücü bir etkisi olduğuna inanıyorum. İnsanlar ve insan olmayanlar için daha kapsayıcı, kucaklayıcı, adil, şefkatli hikâyeler yaratmak, daha yaşanılabilir bir dünyanın izinde farklı dramaturgilerin kesişimselliği de diyebiliriz buna. Örneğin ekolojik, feminist, dekolonyal ve kuir dramaturgilerin kesişimselliği. Tiyatro ve performans ekolojileri aslında şeyleri yan yana, iç içe ve birbirine karşıt olarak görmeyi, diğerleriyle dolaşıklıklığı içinde görmeyi öneriyor bize. Yani bir genişlemeyi. Şu sıralar Erdem Avşar ile birlikte tam da bunları irdeleyerek “tiyatro ve performans ekolojileri” başlıklı bir eko-dramaturgi ve oyun yazarlığı programına başlıyoruz. Umarım bu program ve sanatsal araştırma aracılığıyla kavramı daha çok tartışmaya açabilir ve farklı katılımcıların deneyim ve pratikleriyle zenginleştirebiliriz.
Özellikle ekolojiyi konu alan tiyatro oyunlarının ülkemizde pek de yaygın olmadığını görüyoruz. İlgimi çeken bir görüş olarak, bunun altında üçüncü dünya ülkelerinde bu konulara sıra gelmediği görüşünün yatıyor olabileceğini vurguladın. Peki, sen hangi kavramlar temelinde ve nasıl bir anlayışla ekolojiyi odağa alıyorsun?
Alanda çalışanlarla yaptığım görüşmelerde “tiyatroda ekoloji konusuyla ilgilenmek genelde birinci dünya ülkelerinin sorunu gibi duruyor. Bizim gibi üçüncü dünya ülkelerinde o kadar çok sorun var ki, ekolojiyle ilgilenmeye sıra gelmiyor” gibi bir ifadeyle karşılaşmıştım. Meselelerimizi bir önem sırasına göre sınıfladığımızda ekoloji sıranın gerisinde kalıyor. Oysa ekolojik düşünce, bu hiyerarşileri ortadan kaldırmaya yönelik bir girişim. Toplumsal cinsiyet, politik baskı, şiddet, toplumsal eşitsizlikler, ırkçılık adalet sorunu gibi maruz kaldığımız pek çok sorunu birbiriyle ilişkisi içinde görmeye başladığımızda yaptığımız hiyerarşik ayrımlar da hükmünü yitirmeye başlıyor.
Ben ekolojinin sadece doğayla, yeşil olanla ilgili olmadığını, insan, insan-dışı ve yeryüzü arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlaya yönelik bir edim olduğunu düşünenlerdenim. Bu edim yaşamın sömürgecilik, ırk, sınıf, cinsiyet ve toplumsal adaletsizlikler gibi eşitsizlikler tarafından nasıl şekillendiğini görmemiz sağlıyor. Şeyleri birbirinden ayrı görmek, “ya o ya bu” gibi kutuplaşmış düşüncelere sıkışıp kalmak yerine “hem o hem bu” diyen bir “birlikte oluşa” yer açıyor. O yüzden ekolojik düşünce sadece çevre sorunlarını çözmeyi değil, bunları yaratan sömürü ilişkilerini ve her türlü eşitsizliği sonlandırmayı, daha demokratik ve dayanışmacı bir kültür yaratmayı amaçlıyor.
İronik bir ifadeyle “ekolojik yıkım cenneti” dediğin durum nedir ve tiyatro ve performans ekolojileri bu durumla nasıl bir etkileşim içinde?
Ülkedeki felaketler silsilesinden söz etmiştim, sanırım. Deprem, kentsel rant ve dönüşümler, sel baskınları, iktidarın “çılgın projeleri”, HES’ler, maden patlamaları, orman yangınları… Ama bunlar karşısında dikkate değer bir direniş hareketi de var. “Performans ekolojileri” bunu dert ediniyor. Toplumsal ve çevresel adalet için verilen her bir mücadelenin aynı zamanda bir ekoloji mücadelesi olduğunu söylüyor.
Yaptığın performatif sunumda çok güzel detaylandırdığın bir konu var, orada olup yararlanamayanlar için yöneltiyorum bu soruyu; bağlamını sen ver lütfen. “Tiyatro hayatın aynası” mıdır?
Çok güzel soru. 1900’lerin başında fizik alanında yapılan bir deney var: Çift yarık deneyi. Işığın kimi zaman bir parçacık ya da foton, kimi zaman bir dalga olarak hareket ettiği gözlemleniyor. Engelleyici bir yüzeyle karşılaşan foton geçtiği yerde izler bırakıyor ya da dalgalar sonsuz sayıda saçılım deseni oluşturuyor. Teorik fizikçi Karen Barad’dan esinle konuşursam, sonsuz sayıda fark ya da kırınım (diffraction) desenleri bunlar. Elektronlardan oluşan varlıklar olarak biz insanların ışık olduğunu, her karşılaşmamızda farklı olduğumuzu ve fark yaratmaya dâhil olduğumuzu hatırlatıyor bana. Tek bir şey değiliz; başkasıyla karşılaştığımızda “olduğumuz hâlimizle” yansımaktan çok öte bir dolaşıklık söz konusu. Barad ışığın bu hareketinde her defasında “içsel farklılıklar üzerine inşa edilmiş performatif bir ilke”nin işlediğini vurguluyor. Bu fikir bana muazzam geliyor. Her karşılaşmada sonsuz sayıda fark desenleri saçmak, dünyada olmak, canlı olmak dediğimiz şeyin ne yaptığını açıklıyor. Hayat bu farklılıklardan, onların dolaşıklığından oluşuyor ve sürekli fark oluş şeklinde devam edip genişliyor.
Tiyatro hayatın aynasıdır derken aynayı sonsuz sayıda fark deseni saçan bir karşılaşma yeri olarak hayal etmek ve tiyatroyla yaşamın bu karşılaş(tırıl)masından farklılıkların nasıl yapılandığını inceleyen ekolojik dersler çıkarmak gerek.
Birlikte var olma gayesindeki neşeli yönü de vurguladın. Neşemizi kaybetmeme çabası bile belki kendi içinde bir endişeye, kaygıya dönüşmüşken, bu görüşünü açar mısın?
Spinozacı bir yaklaşımla, yaşadığımız kederli hâlleri sevinçli etkilenişlere dönüştürebilmekti kast ettiğim. Var kalma çabamızdaki (acı dolu da olsa) sevinci duyabilmek. Birlikte varlık göstermek tiyatro ve ekolojinin ortak noktası. Uzun süredir kendime tiyatroya neden gittiğimi soruyorum. Cevaplarım çok, ama hepsinin kesiştiği yer, bir araya gelmeyi sevmekle ilgi. Ne kadarı bana ait, ne kadarı okuduğum bir yerden defterime yazdığım bir not bilemiyorum ama ekoloji sadece kaygılarımızla ilgili değil. Yeryüzüyle birlikte canlılığımızı yeniden kazanacağımız bir eyleyiciliği yüceltiyor. Not şöyle: Başka bedenlerin gelişmesinden haz ve sevinç duymayı, yakınlığımızı ve benzerliğimizi tanımayı ama aynı zamanda başkalarının var kalma çabasından beslenerek farklılıklarımızla güçlenen bir kendi olma hâlini keşfedip sürdürmemiz gerekiyor. Kederin, kırılmanın da bir açığa çıkma ve güçlenme biçimi olduğunu hatırlayıp gücenmeden gösterebilmek.
Bir öneri olarak sunduğun yeni bir meclis fikri tiyatroda nasıl karşılık bulabilir?
Meclis sözcüğü Arapça “oturum, sohbet toplantısı, toplanmak” anlamına geliyor. Erken cumhuriyet dönemi oyunlarında sahne değişimleri yerine meclisin kullanıldığını görürüz. Bir araya gelme yeri olarak. Tiyatro zaten bir araya gelmenin (yan yana, iç içe, birbirine karşıt olmanın) sanatı. Ama eğer bir öneri olarak yeni bir meclis fikrinden konuştuysak muhtemelen şunu dert edindik: Siyasetin tepesinden aşağıya dek herkesin birbiriyle bir derdi, alacağı intikamı olduğu bir toplumsal atmosferde sevgiye, şefkate, nezakete yönelmiş bir yeni bir meclise duyulan ihtiyaç. Ya da birbirimizle olan ilişkimizi bir arada yaşamaktan çok, çatışmanın tanımladığı aşamaya nasıl geldiğimize şaşırmışızdır. Karşılıklı öğrenmeye, özen ve sevgi göstermeye, değişime açık ve meraka dayalı bir birlikte yaşam pratiğini nasıl geliştirebiliriz, diye sormuşuzdur.
Kendi adıma, bir süredir tiyatroda ve/ya tiyatro dışında bir araya gelmenin, toplanıp sohbet etmenin bize ne yaptığını, nasıl bir tiyatral, performatif gücü olduğunu merak ediyorum. Sayfada, sahnede, yaşamda bir araya gelişlerin sunduğu eyleyici imkânı araştırıyorum.
Tiyatroda bu meclis fikri o kadar çok ve farklı hâllerde karşılık bulabilir ki… Kendi arayışımdan birkaç örnek verebilirim. TEB Oyun dergisinde Yaşam Özlem Gülseven’le deprem sonrası yaptığımız “Nasıl?” konulu özel sayı, örneğin, sayfada nasıl başka türlü bir araya gelebileceğimize, birbirimizden öğrenmekten sevinç ve merak duymaya, farklı biçimleri geliştirmeye, genişletmeye dair bir çabaydı. Bunu sonra “Başka türlü nasıl güzelleşir bu akşamüstleri,” dediğimiz Atatürk Kitaplığı bahçesinde düzenlediğimiz herkese açık performatif bir buluşma izledi. İnsanlar bir araya geldi, konuştu, tanıştı, sevdikleri kitaplardan bölümler okudu, beki ilk kez kendi yazdıkları şiirleri seslendirdi, birlikte performans izledi, sarıldı. Kamusal alanın giderek daraldığı böylesi bir ortamda buna çok ihtiyacımız var.
Değindiğin tüm bu meseleler “geri dönüş dramaturgileri” olarak adlandırdığın mefhumla nasıl ilişkileniyor?
Benim tiyatro, özellikle de Türkiye’deki güncel tiyatro çalışmaları için söyleyebileceğim şey, oyunların çoğunun bir geri dönüş düşüncesi etrafında kuruluyor olması. Bunu başka bir yerde “geridönüşüm dramaturgisi” olarak adlandırmıştım. Ekolojik konuları işleyen oyunların sayısı az da olsa bunlar bir zamanlar ve bir yerde kaybedilen, kaçırılan, elden alınan fırsatlara tiyatronun anlatısal araçlarını kullanarak geri dönüyor ve onları yeniden canlandırmaya ve geri kazanmaya çalışıyor. Bu geri dönüşe yaşanan kayıplara rağmen neşeyi, direnci elden bırakmayan bir oyunsuluk eşlik ediyor. İntikam ve çatışmayı değil, telafiyi, onarmayı ve uzlaşmayı ön plana çıkaran böylesi bir geri dönüş hareketini ekolojik düşünceye yakın buluyorum. İnsanın yapıp ettiklerine geri dönüp bakmasının, eylemlerinden kuşku duymasının ve sorgulamasının hem kendisini hem de hayatı dönüştürüceğini düşünüyorum. Bunun da tek bir yolu yok. Herkesin kendi ilham ve dürtülerinin peşinden giderek yapabileceği bir şey bu.
Ben de kendi payıma, ekolojik düşüncenin kalbinde yer aldığını düşündüğüm “dolaşıklık” ve “geri dönüş” kavramları etrafında düşünmeyi seviyorum. Şiiri, anlatıyı ve fotoğrafı kullandığım çalışmalarımda bu kavramları “bitmemişliği, karışmayı, gelişigüzelliği, merakı, sürekli denemeyi” sahiplenen bir arayış ve köklenme eylemi olarak okumayı deniyorum.
Son olarak, şiirle ve şiiri gerek sesli gerekse içinden okumakla ilişkinden ve bunun performatif boyutundan bahseder misin?
Şiiri en çok yürürken hisseden, duyan ve durup yazanlardanım. Ve bence insanın kalbini en çok açan ve hiç kapatmayan bir şey varsa o şiirdir. Şiirdendir ya da. Sunumlarda, insanlarla bir araya geldiğim buluşmalarda şiir okumak kalbimi dinleyenlerin avucuna bırakıp dolaşmak yine de canlı kalmak gibi hissettiriyor bana. O anda aramızdaki açık kalple dolaşırken hep sorduğum şey şu kendime: İnsanın kendi eyleyişinin sesini duyması ne demek? Bana ait bir eyleyiş sahi var mı? Yoksa bu zaten çoktan hep benden öncekilerle ve o anı birlikte paylaştığım diğerleriyle karışmış bir ses mi?