“Sanat eseri bir okulu değiştirebilir mi?” sorusunu düşünmeme neden olan ve geçtiğimiz günlerde Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde sergilenen Önder Bekel’in eserinden bahsetmek istiyorum. Bu eser, sanat okullarında bugün tam da ihtiyaç duyulan ilişkisellik anlayışını önerdiği için önemli bir örnek. Eser, geçmişin kolektif hafızasını günümüzle buluştururken, aynı zamanda bir araya gelme ve paylaşma pratiğini tetikliyor. Bugün sanat okullarında olması gereken şeyin tam da bu tür bir ilişkisellik ve deneyime dayalı öğrenme olduğunu düşünüyorum.
Bekel’in sanatta yeterlik tezi kapsamında ürettiği bu çalışma, izleyiciyle ilk karşılaştığında, okulun salonunda oluşturulmuş toprak bir zeminle dikkat çekiyor. Bu zemin, 90’lı yıllarda mahalle aralarında oynanan çivi oyununu yeniden canlandırmak amacıyla tasarlanmış. Çivi oyunu, oldukça basit kurallarla oynanan bir mahalle oyunudur. Oyuncular, sırayla toprağa çivilerini atarak sapladıkları noktalardan çizgiler çekerler. Amaç, bir sonraki hamlede diğer oyuncuları bu çizgilerin oluşturduğu alanların içine hapsetmektir. Önder Bekel’in eserinde bu geleneksel oyunun temel yapısından yola çıkarak oluşturulan zemin, sadece bir oyun alanı değil, aynı zamanda bir buluşma ve etkileşim mekanı haline geliyor.
Bekel, bu çalışmasıyla öğrencilerin artık pek yapmadığı bir şey olan bir araya gelme eylemini, sergi salonu gibi çoğunlukla bireysel ve sessiz bir deneyim için tasarlanmış bir mekanda yeniden canlandırıyor. Sergi salonunun içinde kurulan bu yeni mekan, hem fiziksel hem de sosyal bir bağlam yaratarak bir oyun alanının ötesine geçiyor. İlişkisel estetiğin somut bir örneği haline gelen bu eser, bireyler arasındaki iletişim ve paylaşımı ön plana çıkarıyor.
Eserin bu yönü, okulda sergilenen diğer çalışmalardan ayrışıyor ve daha önce görmediğim bir özelliği ortaya koyuyor. Sanatın yalnızca bireysel bir ifade aracı değil, aynı zamanda bir araya gelme ve ortak bir deneyim yaratma potansiyelini de vurguluyor. Bu noktada, Bekel’in çalışmasının tam da mevcut sanat eğitiminin sıkıştığı alanlara eleştirel bir bakış getirdiğini düşünüyorum. Bugün okuldaki premodern sanat eğitiminin, çoğu zaman geçmişten devralınan formlar ve yöntemler üzerinden ilerlediğini görüyoruz. Ancak kriz varsa, kritik de vardır. Bekel’in eseri bu kritik noktada devreye giriyor ve hem sanat eğitimine hem de öğrencilere yeni bir yöntem öneriyor. Bu yönüyle, eser yalnızca bir sanat çalışması değil, aynı zamanda pedagojik bir araç ve bir yöntem manifestosu olarak da okunabilir.
Önder Bekel’in eseri, ilk katmanda karşımıza bir form olarak çıkıyor. Ancak bu form, üzerinde insanların bir araya gelmesiyle yeni bir sistemle ilişki kuruyor. Bu iki katman—form ve topluluk—bir arada yeni bir mekan yaratıyor ve bu mekan, daha büyük ve karmaşık bir sistem olan okul ile etkileşime giriyor. Eserin bu yönü, yalnızca görsel bir deneyim değil, aynı zamanda çok katmanlı bir ilişkisellik önerdiği için önemli bir noktada duruyor.
Bu meseleyi özellikle önemli buluyorum çünkü sanat eğitiminin içinde bulunduğu krizi göz ardı etmek mümkün değil. Bugün, kendi işleri hakkında konuşmaktan çekinen, bir araya gelmekte zorlanan öğrencilerle; kültürel sermayesi zayıf, derinleşemeyen, kuramsal temelden yoksun ve giderek zanaatleşen bir eğitim anlayışıyla karşı karşıyayız. Bu durum, sanat okullarında yalnızca bireysel bir üretim değil, aynı zamanda ortak bir düşünme ve tartışma kültürünün de kaybolduğunu gösteriyor.
Bu krizin çözümü ise ancak Bekel’in çalışmasında gördüğümüz türde cesur ve yenilikçi üretimlerle mümkün olabilir. Eser, sanatın yalnızca bir ürün ya da teknik bir başarı değil, aynı zamanda bir araya gelme, konuşma ve paylaşma pratiği olduğunu hatırlatıyor. Böylesi üretimler, sanat eğitiminin yeniden şekillenmesi için ilham verici bir model sunuyor.