Portland, Oregon’u severim. Oraya hiç gitmemiş olsam da, sadece büyülü ormanları, göl evleri, bungalovları hakkında internetten araştırıp, gözlemleyip imrenerek hayallere dalıp gitmelerim, “Bir gün alacakaranlık ormanlarında gezeceğim Oregon, bir ağaç dibine oturup kısa bir öykü bile yazacağım,” diye kendi kendime sözler vermelerim, orayı sevmemin nedenlerinden biridir, ama asla en büyük nedeni değildir. Oranın masalsı coğrafyasını keşfetmem de elbette ki bir tesadüf değil; tüm bu hayranlığım Oregon’un Ursula Kroeber Le Guin’in yaşadığı, hikâyelerini yazarken ilham aldığı ve hayatını noktaladığı yer olması yüzündendir aynı zamanda. Yoksa hiç de -özellikle- Amerika toprakları hayranı falan değilim, dünya üzerindeki yerlerin, oralarda yaşayan insanlara göre anlam kazandığına, coğrafyaların insanların kattığı değerlere göre şekillendiğine inananlardan biriyim sadece. Ütopyaları terk edip distopyalara aşk için gidenleri yazmayı işte bu yüzden seviyorum.
Evet, geçtiğimiz hafta içi, yani 21 Ekim 2019 ünlü yazar Ursula K. Le Guin’in doğum günüydü. Bizler gibi her daim eserleriyle onu ananlar için, ince ince düşünüp kaleminden dökülerek dünyayı aydınlatan değerli cümleleriyle kendisini tekrar yâd ettiğimiz bir gün olarak geçip gitti o gün de diğer tüm günler gibi. Onun hakkında yazmak, birkaç kelam etmek istiyordum yıllardır; meğer o gün bugünmüş, geldi çattı işte. Çünkü ne zaman birileriyle kitaplardan ve yazarlardan sohbet etsem hâlâ onu tanımayanlarla ve eserlerini okumayanlarla karşılaşınca içim acıyor. Neden mi? Çünkü Ursula sadece bir yazardan ibaret değil bana göre. Ursula bana göre; edebiyat dünyası için –özellikle fantastik bilimkurgu edebiyatı için- bir öncü, bir isyankâr, bir ilham kaynağıdır. Hele ki kadın yazarlar adına… Yalın bir dille kaleme aldığı bilimkurgu eserler; felsefi derinliği, alt metinlerdeki ince mesajların hikâyelerin önüne geçmesi gibi sebepler göz önünde bulundurulduğunda, hardcore bilimkurgu yazanlara göre daha softcore bilimkurgu formunda göründüğünden de, erkek egemenliği altındaki bilimkurgu edebiyatı çevrelerince onun eserleri hâlâ bilimkurgu eserler olarak kabul görmemektedir ne yazık ki. Ancak yaşamı süresince bizlere bambaşka dünyaları gösterirken, tüm bu eril baskıya rağmen yılmamış, çizgisini değiştirmemiş, kendisinden sonra gelen birçok yazara -özellikle belirttiğim üzere birçok kadın yazara- ilham kaynağı olmuştur. Sadece bilimkurgu da değil; fantastik edebiyatın da öncülerindedir ki zaten bunun hakkında en isabetli ve vurucu yorum, ünlü yazar Neil Gaiman’ın cümlesiyle özetlenip şahlandırılabilir ancak: “Eğer Ursula Yerdeniz Büyücüsü’nü yazmasaydı, şu an Harry Potter da olmazdı.” Şiddetle hiçbir şeyin çözülemeyeceğini bana öğreten, kalbimi karartmadan, kan dökmeden, hoyrat bir siberpunk evrende her ne kadar fantastik olsa da pasif direnişle devrimlerin yapılabileceği konusunda yazmam için bana ilham veren kadın, iyi ki doğdun ve yazdın Ursula, teşekkür ederim.
Bugün burada, hikâyelerinde geçen karakter ve mekân isimlerini yaratırken yol üstü tabelalarını tersten okuyan bir yazarı anlatmayacağım size sadece. Size bir mücadeleciyi, kalemiyle pasif direnişi bize gösteren bir yazarı anlatacağım. Yazıp yayınevlerine gönderdiği eserlere yıllarca ret mektupları almış olan, 40 yaşından sonra dikkate alınmaya başlayan yazar bir kadının x kuşağı baskısı altında her şeye rağmen ortaya koyduğu, y ve z kuşağındaki bizlere miras bıraktığı içimizi titreten o kısa eserini, üzerine daha yıllarca okumalar yapılacak olan o fevkalade kısa öyküsünü naçizane olarak özetle anlatacağım. Evet, doğru anladınız, Omelas’ı Brakıp Gidenler’i anlatacağım size. Hiç şüphesiz, özünde felsefe barından ütopya ve distopya yazanlar için yazmaya başlamadan önce birkaç defa okunur o öykü. Okunup okunup üzerine düşünülür ince ince, – ki ben de romancı ya da bir diğer tabirle yazar gözümle ifade etmem gerekirse son eserimde; ütopik, çağdaş, uygar ve mutlak mükemmeliyetçi bir dünyada, bir şölen yemeğinde bir masanın baş köşesinde oturan, çok da severek kaleme aldığım biricik kahramanımın gözünden dünyayı sorgularken, o kahramanın aklından geçenlerin Omelas’ı Bırakıp Gidenler ile sorgulandığını belirtmeliyim. “Neden bu kadar mutlular? Nedir bunun kaynağı?” diye sorup komünel mutlak güzelliğin tablosuna huzursuzca geriden bakarken kahraman, aslında ben Ursula’nın yazdığı o müthiş eseri düşünüyor, ona bir saygı duruşunda bulunuyordum. Hep şunu tekrarlar dururum, “Bilimkurgu bir metafordur demiştir Ursula.” Ben de metaforlara tutunarak yazan biri olarak, bugün burada onu onurlandırmak istiyorum, varsa ki hâlâ Omelas’ı Bırakıp Gidenler’i okumayan birileri, hemen bir an önce malum öyküyü okumaları için; o eser vesilesiyle onun nesillere aktarmak istediğini anlamaları için… Çünkü en büyük hediyedir, en büyük onurlandırma şeklidir bir yazarın özene bezene yazdıklarına gizlediklerinin okuyucu tarafından keşfedilmesi, bunun bir yerlerde ifade edilmesi…
Benim ise, son zamanlarda en büyük dertlerimden biridir hedonistçe ve fütursuzca yaşayıp gidenlerin insan olarak var olma amacından sapması ve çoğunluğun duyarsızlaşması… İşte bu öykü aslında her şeyin özeti… Bir ülke düşünün; bereketli topraklarda becerikli ve yetenekli insanların yaşadığı, her şeyin muhteşem tasvir edildiği, herkesin koşulsuzca mutlu ve sağlıklı olduğu; sanatın, zanaatın en iyisiyle var olan bir ülke… Peki, nereden geliyor bu ülkenin mutlak gücü? Nereden alıyorlar bu zenginliği ve bereketi? Nasıl başarıyorlar eğitimde bu kadar iyi olup, muhteşem bir gençlik ve gelecek yaratmayı? Nasıl yapıyorlar size anlatayım; Omelas’ın güzel kamu binalarından birinin en izbe bodrumunda, kendi kakasında yaşamaya mahkûm ettikleri bir çocuğa işkence ederek yapıyorlar bunu. Çünkü tüm huzurları, zenginlikleri bu çocuğa işkence etmelerine bağlı. Eğer yapmazlarsa ellerindeki her şeyden olacaklarını biliyorlar, çoğu görmezden geliyor, çocuğun neler çektiğini bile bile yaşayıp gidiyor öylesine.
İşte o pislik içinde yaşamaya mahkûm ederek aç bıraktıkları çocuk; aslında Afrika, işte o çocuk aslında Ortadoğu, işte o çocuk aslında Asya ya da bir Güney Amerika ülkesi… O çocuk; sözde en uygar medeniyetlerin iliğini kemiğini sonuna kadar sömürdüğü, topraklarında her ne varsa almak, çalmak için sonuna kadar kan dökmekten kaçınmadığı, türlü eziyet ve işkenceler yaşattığı ikinci ve üçüncü dünya ülkeleri toprakları üzerinde yaşamaktan başka çaresi olmayan halkların tümü… Eğer o çocuktan almazlarsa, o çocuğa sopayla vurmazlarsa, ara ara gidip işkence etmezlerse gücün ellerinden uçup gideceğini çok iyi biliyorlar çünkü. Oysa o sözde uygar medeniyetlerde, -azınlık da olsa- öyle insanlar var ki, tüm bu olan biteni görüp, yaşananları vicdan terazisinde hiçbir yere sığdıramayarak gidiyorlar oralardan, terk ediyorlar, bırakıyorlar her şeyi geride… Tüm sözde güzelliklerden, imkânlardan vazgeçtiklerini bile bile insan olmaktan utanarak gidiyorlar; belki bir ormana gidiyorlar, kendilerince inzivaya çekiliyorlar, kendileri ekip biçiyor, yaşamanın bir yolunu buluyorlar, kötülükle kazanılmış sözde zaferlerin sözde nimetlerinden uzak durarak düzenlerini kendileri sağlıyorlar. Belki kimileri en karanlık ülkeye gidiyorlar ezilenlerle omuz omuza mücadele etmek için, düşmüşlerin yanında olmak için… Kimi insan olmanın, hayatın asıl amacını keşfediyor, kendi yöntemlerince direniyor, insanlığa hizmet ediyorlar kendilerince. İşte bu insanlara Omelas’ı Bırakıp Gidenler deniyor. Ya da benim deyişimle; sözde ütopyaları, aslında paspası kaldırıp altındaki pisliği görerek, gerçekle yüzleşerek oranın distopya olduğunu anlayarak bırakıp gidenler deniyor onlara.
Siz, siz olun, dünyaya asla dümdüz bakmayın; yamuk bakın, çünkü gerisinde çok şey barındırıyor, çok şey anlatıyor, çünkü dünya da, sanat da, bir yazarın anlatmak istediği de, öze inildiğinde hiç ama hiç basit değil. Kelimeler; ardına bakıldığında çok fazla şey ifade ediyor, korkmadan cesurca okuyun, Omelas’ta kalan hedonistlerden biri de olmayın. Sizin için buraya bırakıyorum öyküyü. Sanatla dolu bir haftanız olması dileğiyle.
Şeyda AYDIN
OMELAS’I BIRAKIP GİDENLER
Yaz şenliği, deniz kıyısındaki parlak kuleli Omelas kentine kırlangıçları havalandıran çan sesleriyle geldi. Limanda salınan teknelerde bayraklar dalgalanıyordu. Kırmızı damlı evler ve resimlerle süslü duvarlar arasındaki sokaklarda, mazıların büyüdüğü eski bahçeler arasında ve ağaçlı bulvarların altında, büyük parkların ve kamu binalarının yanlarında geçit alayları yürüyordu. Bazıları gösterişliydi: mor ve boz renkli, uzun, süslü giysilere sürünmüş yaşlı insanlar, mağrur zanaatkârlar, kucaklarında bebekleri, gevezelik ederek yürüyen şen kadınlar. Kimi sokaklardaysa müzik daha bir hızlı çalıyor; gonklar ve davullar gümbürderken insanlar dans ediyordu. Yürüyüş değil danstı sanki bu. Bütün geçit alayları kentin kuzey yakasına, parlak güneş altında çıplak, ayakları ve dizleri çamura bulanmış, uzun, kıvrak kollu genç erkek ve kızların toplanıp yerlerinde duramayan atlarını yarışa hazırladığı yeşil çayırlar denilen sulak otlaklara yönelmişti. Atların koşumları yoktu, yalnızca gemsiz yularlar takılmıştı. Yeleleri altın, gümüş ve yeşil şeritlerle süslenmişti. Burun deliklerini hızlı hızlı açıp kapayarak birbirlerine soluyor, böbürleniyorlardı, at bizim törenlerimizi kendisininmişçesine benimseyen tek hayvan olduğundan hepsi çok heyecanlıydı. İleride, Omelas’ı körfez boyunca yarı yarıya çevreleyen kuzey ve batı dağları uzanıyordu. Sabah havası öylesine berraktı ki, masmavi göğün altında, on sekiz tepelerini taçlandıran karlar güneş ışığının aydınlığıyla millerce uzunlukta beyaz-altın rengi parıltılar saçıyordu. Yarış yolunu belirleyen bayrakları ara ara dalgalandırmaya yetecek kadar rüzgâr vardı. Geniş, yeşil çayırların sessizliğinde, kentin sokaklarından süzülen, bir yaklaşıp bir uzaklaşan ve gitgide daha yaklaşan müzik duyuluyor, zaman zaman titreşen, birleşen ve çanların büyük coşkulu çınlamasıyla patlayan havanın neşeli ve belli belirsiz tatlılığı hissediliyordu.
Coşkulu! Coşku nasıl anlatılır? Omelas’ın yurttaşları nasıl betimlenebilir? Mutlu olsalar da basit insanlar değillerdi, anlıyor musunuz? Oysa bizler, neşe sözcüklerini pek söylemiyoruz artık. Tüm tebessümler miladını doldurdu. Böyle bir betimlemeyle karşılaşınca insan belli varsayımlar yapmaya meylediyor. Böyle bir betimleme ile karşılaşınca gözler, soylu şövalyelerin etrafını çevrelediği muhteşem bir aygıra ya da belki de kaslı kölelerce taşınan altın kakmalın bir tahtırevana kurulmuş bir kral arıyor hemen. Ama kral yoktu burada; kılıç da kullanmıyorlardı, köleleri de yoktu. Barbar değillerdi. Toplumlarının kurallarını ve yasalarını bilmiyorum, ama pek az sayıda kural ve yasaları olduğunu sanıyorum. Monarşi ve kölelik olmadan yaşadıkları gibi, işlerini borsa, reklâmlar, gizli polis ve bombalar olmadan da görüyorlardı. Yine de tekrarlıyorum, basit insanlar değillerdi; kendi halinde çobanlar, soylu vahşiler, safiyane ütopyacılar değildiler. Bizden daha az karmaşık değillerdi. Sorun şu; ukalalarla züppelerin kışkırttığı kötü bir alışkanlığımız var bizim, mutluluğu aptalca bir şey gibi görüyoruz. Sadece acı entelektüel, sadece kötülük ilginç geliyor bize. Sanatçının ihaneti bu: kötülüğün sıradan ve acının müthiş sıkıcı olabileceğini bir türlü kabul edememek. Onlarla baş edemiyorsan onlara katıl. Canını yakıyorsa yinele. Oysa acıyı yüceltmek sevinci lanetlemektir, şiddeti kucaklamak bütün diğer şeyleri elden kaçırmaktır. Hanidiyse, hiçbir dayanağımız kalmadı; mutlu bir insanı betimleyemiyoruz artık, neşenin değerini bilmiyoruz. Omelas’ın insanlarını nasıl anlatabilirim ben sizlere? Saf ve mutlu çocuklar değil onlar; onların çocukları mutlu ama. Onlar, yaşamları mahvolmamış, olgun, zeki, tutkulu yetişkinler. Ey mucize! Ah keşke daha iyi betimleyebilsem, keşke sizleri inandırabilsem… Omelas, benim sözcüklerimle, evvel zaman içinde, çok eski zamanlarda ve uzaklarda kalmış bir masal kentini andırıyor. Belki de en iyisi onu kendi düş gücünüzle kurmanız, düşlerinizin gerçek olduğunu varsaymanız; zira hepinizi memnun edemem tabii ki ben. Mesela teknoloji ne durumda? Caddelerde dolaşan arabalar, havada uçuşan helikopterler yoktur herhalde. Omelas’ın insanlarının mutlu olmasından belli bu. Mutluluk, gerekli olan ile gereksiz ama zararlı olmayan ve zararlı olan arasında doğru bir ayırım yapılmasına dayanır. Orta kategoridekilere gelince -gereksiz ama zararsız şeyler, konfor, lüks, gösteriş, vesaire- merkezi ısıtma sistemleri, metroları, çamaşır makineleri ve burada henüz icat edilmemiş her türden harika araçları, uçuşan ışık kaynakları, yakıtsız güç kaynakları, nezleye karşı çareleri olabilir pekâlâ. ya da hiçbiri olmayabilir: fark etmez. o size kalmış. Ben, şenliğe birkaç gün kala tepedeki ve kıyıdaki kasabalardan kalkıp omelas’a gelenlerin çok hızlı küçük trenlere ve iki katlı tramvaylara bindiğini ve Omelas tren istasyonunun, muhteşem çiftçiler pazarı kadar cafcaflı olmasa da aslında kentin en güzel binası olduğunu düşünme eğilimindeyim. Ama trenleri de olsa oOmelas, şu ana kadar bazılarımıza “eh idare eder” dedirtiyor korkarım. Tebessümler, çanlar, geçit alayları, atlar, eh. Öyleyse bir de orji ekleyin bari. orji işinize yararsa hiç çekinmeyin. Ama güzel çıplak rahip ve rahibelerin, yarı esrik bir halde, önlerine ilk çıkan erkek veya kadınla, sevgiliyle veya yabancıyla çiftleşmeye hazır, kanın derin tanrısallığı ile birleşmeye duydukları arzuyla içinden çıkıverdikleri tapınaklar olmasın. İlk düşündüğüm buydu, ama Omelas’ta tapınaklar olmasın daha iyi. Hiç olmazsa insanlı tapınaklar. Dine evet, din adamlarına hayır. Elbette, çıplak güzeller, kendilerini arzulayanların açlığına ve tenin hazzına kutsal bir tatlı gibi sunarak dolaşabilirler ortalıkta. Onlar da katılsın geçit alayına. Çiftleşenlerin üzerinde davullar gümbürdesin ve gonklarla arzunun zaferi ilan edilsin (ve yabana atılamayacak bir nokta), bu haz dolu ayinlerden doğan çocuklar herkes tarafından sevilsin ve büyütülsün. Bildiğim bir şey varsa o da Omelas’ta suçluluk duygusu olmadığı. Ama başka ne olmalı? Başlangıçta uyarıcılar olmamalı diye düşünmüştüm, ama pek sofuca bu. Sevenleri varsa, drooz’un hafif, kalıcı ve kararlı tatlılığı doldurabilir kentin sokaklarım. drooz zihni ve kasları büyük bir ışık ve parıltıyla kaplar önce, birkaç saat sonra bir düş rehavetiyle ve nihayet, evrenin en gizli sırlarıyla ilgili harika görüntülerle birlikte inanılmaz bir cinsel haz uyandırır; üstelik alışkanlık da yapmaz. Daha mütevazı beğeniler için de bira olabilir sanıyorum. Başka ne, başka ne olabilir coşku kentinde? Zafer duygusu elbette, cesaretin kutlanışı… Ama din adamları olmadan yapabiliyoruz madem, askerler de olmasın. Başarılı katliamlara dayalı coşku ‘haklı bir coşku değil; işimize yaramaz, korkunç, basit… Bir dış düşmana karşı olmaktan değil, tüm insanların ruhundaki en güzel ve en haklı şeylerle, dünyadaki yazın ihtişamıyla birleşmekten doğan sınırsız ve cömert mutluluk: Omelas’ın insanlarının göğüslerini kabartan budur ve kutladıkları zafer de dirimin zaferi. Çoğunun drooz’a gerek duyduğunu da sanmıyorum aslında.
Yürüyüş alaylarının çoğu yeşil çayırlara vardı bile. Yeşil ve mavi mutfak çadırlarından nefis bir yemek kokusu geliyor. Küçük çocukların sevimli incecik yüzleri; bir adamın müşfik aksakalına bir pastanın kırıntıları takılmış. Genç erkekler ve kızlar atlarına bindiler ve başlangıç hattında toplanıyorlar. Ufak tefek, şişman ve güleç yüzlü yaşlı bir kadın elindeki sepetten çiçekler dağıtıyor ve uzun boylu genç erkekler ışıl ışıl saçlarına onun çiçeklerini takıyorlar. Dokuz, on yaşlarında bir çocuk kalabalığın dışında oturmuş, kendi başına kaval çalıyor. İnsanlar dinlemek için susuyor ve gülümsüyorlar. Ama onunla konuşmuyorlar, çünkü çalmayı hiç bırakmaz, onları hiç görmez; koyu renk gözleri şarkının tatlı, incecik büyüsüne dalmıştır.
Bitiriyor ve kavalı tutan ellerini yavaş yavaş indiriyor. Bu küçük özel sessizlik bir işaret vermiş gibi birden başlangıç çizgisinin yakınındaki bir çadırdan bir boru ötüyor; görkemli, hüzünlü, içe işliyor. Atlar arka ayakları üzerinde şahlanıyor, bazıları kişneyerek karşılık veriyor. Ciddi suratlı genç süvariler atlarının boynunu okşayıp yatıştırmak için fısıldıyorlar onlara: “sakin ol, sakin ol güzelim, sakin ol umudum…” Başlangıç çizgisinde sıra olmaya başladılar. Yarış pisti boyunca uzanan kalabalıklar rüzgârda sallanan bir çimen ve çiçek tarlasına benziyor. Yaz şenliği başladı. İnanıyor musunuz? Şenliği, kenti, coşkuyu kabul ediyor musunuz? Hayır mı? Öyleyse bir şey daha anlatayım sizlere.
Omelas’ın güzel kamu binalarından birinin bodrumunda, belki de ferah evlerden birinin mahzeninde bir oda var. Kapısı kilitli, penceresi yok. Mahzenin bir yerindeki örümcek ağları bürümüş bir pencereden vuran küçük tozlu bir ışık tahtaların arasındaki bir çatlaktan sızıyor. Küçük odanın bir köşesinde, bir çöp kovasının yanında uzun saplı, kötü kokulu, pisliğe bulanmış bir çift süpürge duruyor. Yerler pislik içinde, dokununca hafif bir ıslaklık geliyor ele; mahzen pislikleri genellikle böyle olur zaten. Oda üç adım boyunda, iki adım eninde: bir sandık odası ya da kullanılmayan bir araç gereç dolabı. Odada bir çocuk oturuyor. Bir kız da olabilir, bir oğlan da. Altı yaşında gösteriyor, ama aslında on yaşına yaklaştı. Geri zekâlı gibi görünüyor. Belki sakat doğmuş, belki korku, kötü beslenme ve ilgisizlik yüzünden aptallaşmış. Kova ve süpürgelerin en uzağındaki köşede iki büklüm oturmuş, burnunu karıştırıyor, ayak parmakları ya da cinsel organlarıyla oynuyor. Süpürgelerden korkuyor. Onları korkunç buluyor. Gözlerini kapatıyor, ama süpürgelerin hâlâ orada durduğunu, kapının kilitli olduğunu, kimsenin gelmeyeceğini biliyor. Kapı hep kilitli; hiç kimse gelmiyor, sadece zaman zaman -çocuğun zaman ve süre kavramı yok- kapı gıcırdayarak açılıyor ve birisi ya da birkaç kişi görünüyor. İçlerinden biri gelip çocuğu tekmeleyerek kaldırıyor. Ötekiler yaklaşmıyorlar hiç, yalnızca korku ve tiksintiyle süzüyorlar onu. Yiyecek kabı ve su çanağı çabucak dolduruluyor, kapı kilitleniyor, gözler kayboluyor. Kapıdaki insanlar hiçbir şey söylemiyor, ama bu odada doğmamış olan, gün ışığını ve annesinin sesini hatırlayabilen bu çocuk arada bir konuşuyor. “iyi olacağım” diyor. “Lütfen bırakın beni. İyi olacağım!” hiç cevap vermiyorlar. Çocuk, eskiden geceler boyu yardım ister ve bol bol ağlardı, ama artık inliyor yalnızca “ah-haa, ehhaa” ve gitgide daha az konuşuyor. o kadar zayıf ki bacakları çöp gibi, midesi kemiklerine yapışmış, günde yarım tas mısır ve lapa ile yaşıyor. Çıplak. Sürekli dışkısı üzerinde oturduğundan kalçaları ve baldırları pişik ve yanık izleriyle dolu…
Hepsi, Omelas’ın tüm insanları onun orada olduğunu biliyor. Bazıları görmeye geliyor, diğerleri orada olduğunu bilmekle yetiniyor. Orada olması gerektiğini biliyor hepsi. Bazıları nedenini anlıyor, bazıları anlamıyor; ama hepsi de farkındalar ki mutlulukları, kentlerinin güzelliği, dostluklarının sıcaklığı, çocuklarının sağlığı, âlimlerinin bilgeliği, zanaatkârlarının ustalığı, hatta hasatlarının bolluğu ve göklerinin berraklığı tümüyle bu çocuğun dayanılmaz sefaletine bağlı…
Çocuklara, sekiz ile on iki yaşları arasında anlayabilecek duruma geldiklerinde anlatılır ve bu çocuğu görmeye gelenler çoğunlukla gençlerdir. Ama sık sık yetişkinlerden biri de çocuğu görmeye ya da bir kez daha görmeye gelir. Mesele onlara ne kadar iyi anlatılırsa anlatılsın, bu genç seyirciler gördüklerinden şaşkına döner, sersemleşirler. Aşmış olduklarını sandıkları tiksinti duygusuna kapılırlar. Tüm açıklamalara rağmen öfke, kızgınlık, çaresizlik hissederler. Çocuk için bir şeyler yapmak isterler. Ama ellerinden gelen hiçbir şey yoktur. Eğer çocuk, o iğrenç yerden gün ışığına çıkarılırsa, temizlenir, beslenir ve rahat ettirilirse bu iyi bir şey olacaktır, doğru; fakat bu yapılırsa eğer, o gün ve o saatte ‘Omelas’ın tüm refahı, güzelliği ve hazzı yok olacak, yıkılacaktır. Koşullar bunlardır. Omelas’taki her bir yaşantının iyiliğini ve güzelliğini tek, küçük bir düzelme uğruna feda etmek; tek bir insanın mutluluğu uğruna binlerin mutluluğunu fırlatıp atmak: suçluluk duygusunu içeri almak olacaktır bu. Koşullar sert ve kesin; çocuğa güzel bir söz bile söylenemez.
Genç insanlar çocuğu gördükten ve bu korkunç paradoksla yüz yüze geldikten sonra gözyaşları içinde ya da gözyaşsız bir hiddetle eve dönerler çoğu kez. Haftalar veya yıllar boyu düşünebilirler bunun üzerinde. Ama zaman geçtikçe anlamaya başlarlar ki çocuk salıverilse bile özgürlüğünü elde edemez: sıcaklık ve yiyeceğin vereceği, küçük, belli belirsiz bir zevk, tamam, ama hepsi bu. Gerçek bir coşkuyu tanımayacak kadar aşağılanmış ve aptallaşmıştır. Korkudan kurtulamayacak kadar uzun bir süre korkarak yaşamıştır. Alışkanlıkları insanca muameleye uyum göstermez. Öyle ki onu koruyacak duvarlar, gözleri için karanlık ve üstüne tüneyeceği dışkı olmazsa mahvolacaktır. Gerçekliğin korkunç adaletini anlamaya başlayıp kabullenince bu acı adaletsizlik için akıttıkları gözyaşları kurur. Yine de gözyaşları ve öfkeleri, iyiliklerini sınamaları ve çaresizliklerini kabullenmeleridir belki de yaşamlarındaki ihtişamın gerçek kaynağı. Mutlulukları ruhsuz, sorumsuz bir mutluluk değildir. Çocuk gibi kendilerinin de özgür olmadıklarını bilirler. Duygudaşlığı bilirler. Mimarilerini soylu kılan, müziklerine o görkemi veren, bilimlerini yücelten şey, işte bu çocuğun varoluşu ve onun varlığını bilmeleridir. O çocuk sayesinde çocuklara böylesine iyi davranırlar. Bilirler ki zavallı çocuk karanlıkta acı çekmezse öteki, flüt çalan çocuk, genç süvariler yazın ilk sabahı, tüm güzellikleriyle gün ışığında yarışmaya hazırlanırken o coşkulu müziği yaratamaz. Şimdi inanıyor musunuz onlara? Daha inanılır oldular değil mi? Ama anlatacağım bir şey daha var ve buna inanmak pek kolay değil.
Zaman zaman, çocuğu görmeye giden ergen kızlar ve oğlanlardan biri ağlayarak veya hiddetle dönmez evine. Daha doğrusu, evine dönmez. Kimi zaman daha yaşlı bir adam ya da kadın bir-iki gün susar kalır, sonra evini terk eder. Bu insanlar sokağa çıkar, sokakta bir başlarına yürürler. Yürüdükçe yürürler ve güzel kapılardan Omelas kentinin dışına çıkarlar. Omelas’ın tarlaları boyunca yürür dururlar. Her biri tek başına gider, oğlan veya kız, erkek veya kadın. Gece bastırır; yolcular köy sokaklarından, sarı ışık yanan pencerelerin arasından geçer ve tarlaların karanlığına doğru gider. Her biri, tek başlarına batıya veya kuzeye doğru, dağlara doğru giderler. Yollarına devam ederler. Omelas’ ı bırakır, karanlığın içine doğru yürürler ve geri gelmezler. Gittikleri yer çoğunuz için mutluluk kentinden bile daha zor tahayyül edilebilir bir yerdir. Onu hiç betimleyemem; belki de yoktur, ama nereye gittiklerini biliyor gibiler Omelas’ı bırakıp gidenler.
Ursula K. Le Guin / Omelas’ı Bırakıp Gidenler