Sevgili Eeva,
Geri gel bana; sana olan aşkım, birbirini kaybedip yeniden bulan kadimleri bile bize karşı kayıtsız bıraktırmayacak kadar mucizevî… Ne var ki oradaydılar, tam karşımda; seslerini kullanmayıp doğrudan konuşmasalar, maskelerini çıkartmayıp yüzlerini göstermeseler de, herhangi bir insandan farksız hâlleri ve simsiyah üstleri başları ile kırk metre uzağımdaydılar. Dolunaylı bir cuma gecesinde, harabelerin merdivenlerinin ilk basamağı üzerinde dikiliyordu ikisi de; gümüş ve altının gerisinde ama aşklarının en üst mertebesinde… Yan yana veya doğru tabirle yana yana bir aşkla… Eski çağlardan beri, en kısa süreli ilişkinin en uzun süreli sevgilileri…
Bu, olabildiğine mistik, olabildiğine otantik kuzey gecesi öyle emsalsizdi ki, biraz olsun betimlemeden geçmek haksızlık olurdu sana. En sevdiğin rengin tonunda, bembeyaz karlar içindeydi yerler; dalgalı bir deniz gibi kuzeyin ışıklarıyla kaplıydı gökler; havada asılı üçgenden sızıyordu mor tonlarda huzmeler; harabelerin yörüngesini çepeçevre sarıyordu sisler… Benimse içime ata ata içimi patlatan hisler; zihnimde çalan ve beni anbean yükselten epik müzikler; yüzümde ağlamaklı tebessümler… Öyle büyülenmiştim ki, ruhumun içine ince nakışlar atıp, içimden geçen tüm cümleleri süslüyordu büyüler. O soğuk havada pejmürde ötesi vaziyetimle saatlerdir dışarıda olmak zerre umurumda değildi; keza alev alev yandığımdan vücudumun terlemesini, buna tam tezatlıkta burnumun ve ellerimin üşümesini, duygulanıp ağlamaktan gözlerimin kıpkırmızı olmasını, paltomun yamukluğunu umursamadığım gibi. Ah sevgilim, mitolojik hikâyelere inandığımı; her ne kadar trajedilerle dolu olsa da hayatları, tanrıçalara imrendiğimi bilirsin. Bir şeye gerçekten inanınca o şeyle içselleşmek en kolay olanı… Hani, bitmesini istemediğin bir şarkıyı döngüye alıp defalarca dinlemek istersin ya, işte tam da öyle bir an’ın içindeydim ki, bitmesini istemiyordum; gidecek olmaları canımı yakacakmış gibi hissediyordum. Aynaya bakar gibiydim onlara bakarken. Ziyadesiyle şoke olan aklım almıyordu zaten; ne de olsa sadece birkaç saat önceki uyku ritüelimde –zihnin sonsuz tarlasında yürüdüğüm ruhani seyahatimde– bizzat gördüklerime göre, beni dehşete düşüren trajedinin başrolündeydiler, oysa şimdi meydan okuyorlardı o karanlık geçmişe. Sen de yanı başımda olup görebilseydin de, bu kutsal kavuşmaya karşılık sadece imrenerek bakabiliyorken, boşluğa bıraktığım titrek ellerimden tutabilseydin keşke…
Derken tuhaf bir hareketlenme oldu; ben ve Sónata’nın dizlerinin bağı çözülünce kendimizi bırakmıştık ya olduğumuz yere, Mirja ise bu sırada yanaşmıştı ya onların dibine. Aynı sıra Kâhin de yüzündeki hayret ifadesiyle olanları anlamaya çalışır vaziyette bakıyordu ki, cumaların kadim kadını, önüne oturan Mirja’ya iyice yanaşıp şefkatli bir anne misali onu severken kulağına bir şeyler fısıldadı; ardından cebinden çıkardığı her neyse ona uzattı. O da tereddütsüz; kendisine uzatılanı çenesiyle alıp sakladı. Hâlbuki daha sonra öğreneceğim bu detayın beni epey duygulandıracak, direkt bana gönderilen metaforik bir hediye olduğunu o an bilmeme imkân yoktu; bana verilince sonsuza dek bu defterin arasında saklayacağıma da şüphe yoktu. Ayrıca bir hayvan ile bir tanrıçanın iletişimine diyecek söz yoktu; zannedersem o an, birbirlerini onlar kadar iyi anlayabilen kimse de yoktu.
Sonrasında sevgilisi Lofn’un yanına döndü cumaların kadını. Bir an için ikisinin artık bize veda edeceğini sanmış ama yanıldığımı anlamıştım, ta ki iki sevgilinin kendi aralarında fısıldaşarak hararetli ve ciddi bir sohbete girdiklerini görene dek. Aslına bakılırsa, ufak bir münakaşa vardı aralarında. Gözümde büyüttüğüm iki tanrıça, didişen iki çocuktan farksız; âdeta senle ben –biz– gibi oluverdi bir anda. Aniden gelişen ve değişen bir olay vardı ortada. Bu kriz sürecinde öyle tedirgin oldum ki, Sónata’dan destek almak isteyerek, “Ters giden bir şey var,” dedim ona, “sus” der gibi elimi tuttu o da; gözlerini ayırmaksızın izlemeye devam ediyordu. Mirja dâhil hepimiz sessiz ve hareketsizdik; neler olduğunu merak ederek pürdikkat onları izliyorken, on dakikaya sorunu çözen anlayışlı ve olgun âşıklar gibi; sanki maskeleri olmasa öpüşeceklermiş gibi alınlarını birbirlerine dayadılar. Öyle nazikçe sarıldılar ki, birbirlerini incitmeye ürkerek… Diğerleri gibi ben de bu manzarayı görünce derin bir oh çekmiştim. Ne de olsa ta en başından beri beni hiç hayal kırıklığına uğratmıyorlardı; aksine, binlerce yıllık ayrılığın ve ızdırabın üstesinden gelmişlikleriyle aşkımın sönmeyen ateşini körüklüyorlardı.
Kaşla göz arasında hareketlendi Lofn; solunda dikilen Kâhin’e sabırsızca sokularak kulağına eğilip bir şeyler demeye başladı, yine fısıltıyla tabii. Zihnimde yaptığım yolculukta bile –yüzünü göremediğim yetmezmiş gibi– sesini radyo cızırtısı gibi belli belirsiz işittiğim Lofn, anlaşılıyordu ki yüzü gibi sesini de benden esirgemekte kararlıydı. Hiç kuşkusuz o anki derdim bu değildi; çünkü bana aktarılacak yeni bir mesaj olduğuna emindim ve her geçen saniye giderek gürleşen kalp atışlarımla beklemedeydim. Dakikalar sonra bana döndü Kâhin; yüzünde –hem ezberlemeye hem de çözmeye çalışan– çelişkili bir ifadeyle hem de. “Lofn şöyle iletmemi istiyor,” diyerek başladı cümlelerine. Mesaj beni ürperttiğinden, anlamakta zorluk çektim ilkten; ama her ayrıntıyı hatırlıyorum hafızama güvendiğimden, Lofn’un Kâhin aracılığıyla bana dedikleri şöyleydi harfiyen.
“Sevgili Veera… Çok yakın zamanda, zaten tanıdığın birini arayan biri sana gelecek… Bu yabancıyı görür görmez onun farklı ve tuhaf olduğunu hemen anlayacaksın. Senin de tanıdığın bir kişiyi, aslında kişileri görüp geldiği yere geri dönecek, tek gayesi bu. Netta’ya hayli yabancı olduğundan, burada iyi bir rehbere ihtiyacı var. Doğru zaman geldiğinde onu buraya, Netta’ya getireceğim; yoldaşlık için direkt yanına gelecek, çünkü hem ona –sevdiği birini bulma konusunda– bir söz verdim hem de yolculuğun süresince seni kollayacak bir dosta ihtiyacın olduğunu düşünüyorum. Aslında onun sana daha fazla ihtiyacı var; çünkü o, bizden biri olduğundan olsa gerek, üzerinde hiçbir gücüm yok. Ne yaparsam yapayım ruhundaki hasarları, kırgınlıkları iyileştiremiyor, içinde biriktirdiği karanlıkla baş edemiyorum. Dıştan muazzam güçlü görünüyor olsa da, hayatı boyunca verdiği kayıplar, aldığı yaralar dolayısıyla iç tarafında derin bir yasta. Öteki diyardan çok değer verdiğim, vaktiyle arkamı kollayan biridir ve onu bu diyarda dengeleyecek, sevdikleri ile buluşturup iyileştirecek güce sahip olan yegâne kişi, senden başkası olamaz. Yeni bir yılı yeni başlangıçlar için karşılarken ikiniz, birbirinize emanet olacaksınız. Neticede hepimiz evrende yolcuyuz; neticede hepimiz varoluş yolumuzda etki ettiklerimizle evrene borçluyuz; neticede hepimiz, sıkıca bağlanmış görünmez kader düğümleriyle birbirimize bağlıyız.”
Bunları duyunca, “Hah!” deyip kalakalan bir şaşkaloz gibiydim; o kadar allak bullak oldum ki, utancım engel olmasa içimden geçenleri sesli olarak söyleyebilirdim. Hah! Belli ki Netta’dan olmayan ama kadimlerden olan, hatta sağı solu kestirilemez bir yoldaş; belli ki tekinsiz, belli ki en zorlusu… Üstüne üstlük benim tanıdığım kimi tanıyor olabilirdi ki? Demiştim ya, kuzeyde altıncı hislerim keskinleşti diye, kimsenin göremediği noktaları yakalayacak kadar keskin bir gözlemci de oluvermiştim hâliyle. Birkaç saniyeliğine gözüm kaydı Kâhin’e; sanki daha fazlası varmış gibiydi yüzündeki ifade; baş başa kaldığımız vakit öğrenecek ve onunki gibi karmakarışık bir ifadeye bürünecektim nihayetinde. Lofn her ne hikmetse, düz ve net cümlelerle konuşmuyordu benimle; parşömenlere veya yazıtlara imza atmış tanrıçaların yaptığından farksız; kendi varoluşunu arayan insanın kendi başına çözmesi gereken şifreler veriyordu elbette. Hâliyle bu durum, ulvi bir misyonun ağırlığını omuzlarımda hissetmeme sebep olmuştu; noktaları birleştirerek bilmece çözmeyi sevdiğimden hayır demem imkânsızdı buna. Lofn benden onay bekleyerek yüzüme bakarken, iyice düşünme fırsatı verilmeksizin başımla onaylayabildim anca. Beni cesaretlendirmek amacıyla her defasında söylediklerin geliverdi aklıma, “İlk olarak senin kalbini seviyorum, sonra da kalbinden gelen yeteneklerini…” derdin ya, işte şimdiki görevim için bu gücümü kullanabilirdim pekâlâ.
Aralarında çözdükleri sorunun nedeni ortaya çıkmış oldu aslında. “Önce karşı çıkıp sonra ikna olan hangisiydi acaba?” diye içimden geçirerek onları süzerken dikkatimi dağıttılar bir anda, çünkü onayımla beraber kaçınılmaz vedanın geldiğini de anladım. Lofn ve sevgilisinin sabırsızlığı vücut dillerinden okunuyordu; sanki bir an evvel gitmeleri gerekiyormuş gibi hareketlendiler. Böylece her şey çok hızlı olupbitti; başlarıyla hepimize selam verir vermez, arkalarını dönüp merdiven basamaklarını hızla çıkmaya başladılar. Ne kadar gösterişli geldilerse, bir o kadar gösterişsiz veda ettiler bize; harabelerin üzerinden başlayıp merdivenlerin ta aşağısına kadar inerek yoğunlaşan sis bulutunun içine daldılar ve saniyeler içinde üçgen ile birlikte gözden kayboldular. Basbayağı gitmişlerdi; evrende açtıkları yarıktan geçip gitmişlerdi. Onlar gözlerimizin önünde birdenbire kaybolana kadar; akıl sır erdirilemeyen bir büyü gibi yok olana kadar, Mirja dâhil hepimiz olduğumuz yerde nefesimizi tutup durarak gözümüzü tek salise üzerlerinden ayırmamıştık, hatta arkalarından bakakalmıştık; aklımızın darmadağın vaziyetiyle bir süre harabelere bakıp öylece kalakalmıştık.
Olduğumuz yerde donakalmış dağınıklığımızı toplayan da Kâhin’den başkası değildi; aslında torunlarını eve toplayan bir nineden pek farklı değildi. “Çabuk herkes eve!” diye seslenip Mirja’yı da peşine takarak bize doğru koşmaya başladı; öyle komik görünüyordu ki, bu telaşına hak vermesem tuvaletinin gelip sıkıştığını, bu yüzden koştuğunu sanabilirdim. Önsezilerinin yanı sıra söyleyeceği şeyler vardı; hem de çok…
Hak verirsin ki, eve girene kadar hepimiz suskunduk; girer girmez de o şapşallığımızı henüz üzerimizden atamamışken, düpedüz o üstümüz başımızla yerdeki minderlere attık kendimizi. Sobaya yanaşıp üşüyen ellerimi uzatarak tam ısınıyordum ki, Mirja dosdoğru geliverdi yanıma, çenesiyle tuttuğunu elime bırakıverdi bir anda. O an’a değin görmemiş, fark etmemiştim oysa. Cumaların kadını tarafından bana gönderilen metaforik hediye, bir sakura çiçeğiydi. İnce bir dalın ucunda; capcanlı… Bir yandan Mirja’nın gözlerindeki duygu dolu bakışları okurken, diğer yandan elimdeki çiçeğe bakarken, kaşlarımı çatarak idrak ediverdim birden. Anlaşılan o ki, Mirja ile bana en kuzeyde rehberlik eden sakura çiçekli geyik; hatta ta en başından beri karşıma çıkan o geyik, cumaların kadını diye andığım tanrıçanın ta kendisiydi. Keza Mirja da gözleriyle onay veriyordu bana –ki muhtemelen kulağına fısıldanan buydu.
Kâhin eve girince direkt mutfağa yönelmişti; yine nine edasıyla bitki çayı yapıyordu. Niyeti içimizi ısıtmaktı öncelikle; söyleyecekleri için sakin olmamızı ister gibi bir hâl vardı üzerinde. Çayları uzatıp karşımıza geçer geçmez de, endişeli gözlerini benimkilere dikerek başladı sözlerine. “Onların artık, karanlık çağlardaki aynı tanrıçalar olduklarını sanmıyorum; her şeyi aşmışlar ve çözmüşler. Ne bizim bildiğimiz tanrıçalar gibiler ne de bizler gibiler… Bizden de yüksek bir düzeni temsil ediyorlar. Olsa olsa insan ötesi uzak geleceğin öte-insanları diyebilirim onlara. O diyardan gelecek olana dikkat et ama. Hislerim diyor ki, her hâlükârda gelecek olan bir kadim olsa da, istenmeyen bir evlatla karanlık geliyor aydınlık Netta’ya. Lofn’un şu sözleri beni rahatsız etti, Veera’ya söyle dedi, eğer sinirlenirse, caz ve blues şarkılar dinletsin ona, öyle sakinleşebiliyor anca. Bu ne demek ha?”
Kâhin’in aklının takıldığı yer, az kalsın kahkaha attıracaktı bana. Müziksiz yapamayan kendimden de bildiğim kadarıyla abarttığını düşünerek, “Eh, caz ve blues iyi hissettirir, hak veriyorum ona,” diyecek oldum ama vazgeçtim saygıda kusur etmemek adına. Gerçi ileriki günlerde gelecek olan bu esrarengiz –ve hayli tekinsiz– kadime karşılık benim de verecek bir cevabım yoktu; kendi sessizliğimde düşüncelerimle meşguldüm sadece. Danışma amacıyla tam da, “Hislerin başka ne diyor?” diye soracaktım ki, onu asıl rahatsız edeni hiç çekinmeden söyledi. “Sana her şeyi unutturacaklar Veera! Hafızanı silecekler!” dedi kâhinlik görevini yerine getirerek. Paniklemişti; bilindik kâhinler gibi gizli saklı konuşmuyordu; pat diye söyleyiveriyordu. İşte o an hakikaten karmakarışık oldu ifadem; ciddiyetimi takındım birden, “Neden bahsediyorsun?” diyecekken lafı ağzıma tıkıverip sözlerine devam etti hemen. “Zihninden cımbızla çeker gibi çekecekler anılarını, bilhassa burada yaşadıklarını… Öyle ya da böyle bilinçaltındaki en dip köşelere ötelenip saklanacaklar; kendilerini sana unutturacaklar, hatta bize de… Çünkü hep böyle olmuştur; evrenin döngüsünü bozmamak adına ne gerekiyorsa yaparlar,” dedi durumun ciddiyetini anlamamı istercesine bana yaklaşarak. Kısa bir sessizliğin ardından kaldığı yerden devam etti: “Öncesinde bana dediğine göre Eeva’ya hitaben bir seyahatname tutuyordun ya hani. Sana ilk tavsiyem her şeyi oraya yazman ve saklaman olacak; ikinci tavsiyem de, kuvvetle muhtemel bu gelecek olan –ki onun da bir tanrıça olduğunu varsayıyorum– buradan ayrılmadan önce senin zihnini temizlemeden ayrılmayacak, bu yüzden ona dikkat etmelisin ve yaşadığın ne varsa sonrasında hatırlamak için seyahatnamene yazmalısın.”
Kâhin’in sözleri kadar belerttiği gözleri de içimi ürpertmişti. Sadece benim değil, Sónata ve Mirja’nın da; zira ikimize bakıyorlardı, âdeta dehşete kapılmışçasına. Daha da, hatta biraz fazla abarttığını düşünerek içimden cevap veriyordum ona, “Umarım yanılıyorsundur,” diyor, iyiye yoruyordum geleceği. Ne var ki benim hislerim, kendi parçam kadar güvendiğim Lofn’un kötülüğümü değil, iyiliğimi istediği yönündeydi. Ah Eeva, beni iyi tanırsın ki, bugüne değin giriştiğim ve başardığım ne varsa hepsini, kimseleri dinlemeyip sadece hislerime güvenmem sayesinde başardım. Kâhin’in iyi niyetinin farkındaydım, ancak içime önyargı tohumları ekmesine göz yumamazdım. Gelecek olan her kimse ona, zihnimin ve kalbimin berraklığı ile hazır olmalıydım –ki şayet ona yardım edecek olan seçilmiş kişi ben isem.
Oturduğum yerde bayılarak uyuyacak kadar yorgundum; uykusuzluğumu yeni hissediyordum. Yaşadığım her şey, tek bir gecede konuşulacak veyahut düşünülecek kadar ehemmiyetsiz değildi; kesinlikle daha uzun bir sürece yayacak, daha derine inecektim. Ayrıca Kâhin’in dediğine göre, halüsinojen karışımdan artakalan toksinleri henüz vücudumdan atamamıştım; rüyalarımda veya rüya dışında tekrar aynı yerlere seyahat edebilirdim ve bu etkiler uzun süre devam edebilirdi. Bu sebeple midir nedir bilinmez, evrene öyle derinden bağlanmıştım ki, her şeyi hissedebilen ağaç kökleri kadar hassastı tüm duyularım. Gökyüzünde bir yıldız kaysa ya da yeryüzünde bir arı vızıldasa, neredeyse tüm sinir uçlarımda varlığını hissedecek durumdaydım. Algı kapılarım hepten açılmış ve ben yeniden doğmuş olabilir miydim? Uykuya yenik düşmeden önce bir ara ayağa kalktığımı ve Kâhin’in iglo evindeki –minik bir yarığa benzeyen– pencereden kuzey ışıklarını seyre daldığımı hatırlıyorum. Öte diyarlardan Netta’ya açılan kapılardan farksız göründü gözüme o ışıklar. İçimdeki ses o an, ışıkların ahengiyle benimle konuşup, “Yolu izle Veera, öteki diyardan gelecek olan tanrıçaya yardımınla şimdi başlıyor asıl macera,” dedi yüzüme tebessüm yayarcasına. Tüm algılarım bariz biçimde yükselmişti, orası kesin.
Bu keyifli seyrimi bozan, berideki Sónata’nın sesiydi. “Hadi, artık tuvalete falan git de sonrasında biraz uyu, sabaha yola çıkmamız lazım. Hayat devam ediyor ve ben kedilerimi özledim,” deyince, başımı yana yatırıp uzun uzadıya şüpheli bakışlar attım ona; sanki olağanüstü olaylar yaşamış olan biz değilmişiz gibi olağan davranıyordu. Her şeyi çok kolay kabullenmiş görünüyordu. “Yoksa unutuyor mu?” dedim içimden, ancak yersizdi endişem. Sonuç olarak hepimizin, ne beyin fırtınası yapmaya hâli vardı ne de yaşadıklarımızı tekrar konuşmaya. Zavallı Mirja; onu da sürüklemiştim tüm bunlara. Onun gibi güçlü bir kutup ayısı bile minik bir çocuk olmuştu yanı başımda; burnunu patilerine gömerek uykuya bırakmıştı yorulan bedenini. Gel gör ki, biz insandık ve büsbütün tükenmişliğimizle gözümüzü kapatır kapatmaz saniyesinde uykuya dalacak kadar perişan vaziyetteydik.
Böylelikle üçümüz; üç saatlik uyku sonrası sabaha bir şeyler atıştırıp hava anca 9.45’te aydınlanınca evin yolunu tuttuk. Bu sefer farklı bir yolu kullanarak kasabaya gittik; buz tutmuş antik harabelerin, dev heykellerin dibinden cüceler gibi geçip gün boyu ilerledik. Karla kaplı bembeyaz yollarda Mirja yanımızda hızla koşarken, motorumuz üzerinde süzüldük, hem de –Sónata’nın son teknoloji mini kulaklıkları sayesinde sanki konserdeymişiz gibi– art arda şarkılar dinleye dinleye. Düşünsene, buzu delip oynaşan bir düzine narval balinayı, yani denizin tek boynuzlularını dahi yakından görme fırsatı bulduk; kıyı şeridinde yanlarından geçerken yavaşladık, onlar da boynuzlarıyla selam verdiler bize. Bu sırada Sónata’dan faydalı bilgiler öğrendim, meğer balinaların üremesi ve bu kadar çok olması iklim dengesi için hayli mühimmiş; karbonu hapseden bedenleri, evreni ve biz insanları iklim felaketlerine karşı koruyormuş. Balinaları izlediğim manzara ise enfesti tek kelimeyle. Dokuzuncu kıta Netta’nın fütüristik ve uygar şehirlerinden, siberleşip modernleşen merkezlerinden uzak olan kuzeydeki bu adalar bölgesinde, mistik ve yabanıl bir saflık beni kendine çekip duruyordu; bana verdiği hediyelere, yaşattığı serüvenlere bakılırsa kolayca bırakmaya hiç niyeti yoktu bu gidişle.
Geçici evime dönünce, efsanelerden sıyrılırcasına gerçek dünyaya dönmüştüm; nitekim film yapım şirketi, çekim senaryosu ile birlikte senarist yazarın, yani benim imzalamam gereken sözleşmeleri e-postama göndermişti. Biraz da paralanmıştım; bu sefer mecazen değil, gerçekten. Yani, çulsuz ve umutsuz bir yazar değildim artık. Ne de olsa dünyevi işlerim gün geçtikçe ciddileşiyordu; sonunda senaryomun –bizi anlatan o senaryomun– çekimleri başlıyordu; resmen bir sinema filmi olacak, adımı duyuracaktı. Sanki çok lazımdı; yazarlık kariyerim gereği, sırada beni bekleyen bir sürü dergi röportajı vardı. Filmi ilk öğrenenlerden olmak isteyen Sónata, bilgisayardaki senaryo dosyasını kaptığı gibi kanepeye geçip sonuna kadar okumaktan kendini alıkoyamadı, hem de arkada çalan favori şarkılarıyla. Satırlara atıflar yapıp, bana laf attığı da oldu ara sıra. “Veera, sanırım sen şu tiplerdensin. Hani, okulun en gözdesini, yıldız olanını kıyıda köşede gizlice kesen, yalnız takılan, içe dönük sanatçı tiplerden… Ne şanslısın ki, partilerin yıldızı olan o güzellik de tıpkı senin gibiymiş; uzaktan seni kesmeden edemiyormuş… Şimdi yakalayıp çözdüm Eeva ile birbirini tamamlayan kimyanızı… Gıpta ettim size! Hele hele Eeva’nın evindeki ilk akşam yemeğinize…“
Ah sevgilim, senin eline su dökemez tabii ama ev arkadaşım Sónata’nın yemekleri de şarap, kitap, film ve müzik zevkleri kadar iyi. Nereden bilecekti ki bu insafsız kızıl, en hassas noktalardan beni yakalayıp yanında tutacağını? Uzamış olan saçlarımı bile güzelce kesmeyi becerebildi; tam da senin bana yakıştırdığın gibi, kulak hizamın az aşağısında ve küt… Nimet gibi biri; hem nefis kahve yapıyor hem de en sevdiğim oyun olan Go oynamayı iyi biliyor. Gerçi onunla ne zaman Go oynasak, iki yaramaz kedisinin taşları iteklemesiyle sabotajlara maruz kalınca, her daim ciddi ifademle –evrendeki tüm olasılıkları görecekmiş gibi– oynadığım oyun, kahkahalara boğulup bozuluveriyor. Beni hiç yalnız bırakmayan, geceleri yastığımın sağında ve solunda benimle uyuyan bu iki yaramazın adı, Tristan ve Fannar. Tepeme dikilmiş iki muhafızdan farksızlar. Nedense onlara bakınca tanrıçanın iki devasa, aynı zamanda gözleri yaşlı kedisi geliveriyor aklıma.
Tanrıça demişken, o gün Kâhin’in evinden ayrılır ayrılmaz yola koyulmadan hemen önce, kutsal harabelerin merdivenlerinden çıkıp gündüz gözüyle etrafa baktığımı söylemeliyim. Son bir kez üçgen sütunların arasında dolaşırken taşlara dokunup gümüşü ve altını hayal ettim; altına ve gümüşe dokunup seni ve beni hayal ettim. Aşkla yaratma gücüm sayesinde yansımalarda bizi hayal ettim sevgilim; efsanelerde bile bizi hayal ettim… Sonrasında senin zerreni bırakıp, ancak öyle oraya veda edebildim. Sevdiği kadın ile birlikte beni koruyan Lofn’un küllerinin olduğu o anıt mezara, beni dize getiren dizelerin yazılı olduğu taş sütunun hemen kenarına, senin küllerini bırakmadan oradan ayrılmayı elbette düşünemezdim. Hem de dizlerimin üzerine bir kez daha ama bu kez nazikçe çökerek, ölümün bir son olmadığını vurgulayıp yeniden doğan ve her şeye rağmen birbirlerine kavuşan tüm parçalanmış âşıklara saygılarımı sunarcasına… Halüsinasyondu belki ama seni gördüm orada; beni izliyordun harabelerin ortasında. Arkamdaydın ve bakıyordun âdeta; zihnime kazınan o şefkat dolu âşık bakışlarınla. O dakika sakuralar fışkırdı sütunun etrafında; hızla büyüyen bir sarmaşık hâlinde koca sütunu sarıverdiler bir anda; nefes alıp veren yapraklarıyla… Hadi öylece durma, anlat bana, daha ne denir ki buna?
Tabii ki yaşadığım onca şey bu kadarıyla kalamazdı; çünkü işin içinde ben varsam, tuhaflıklar silsilesi asla noktayı koyamazdı. Bunun hemen öncesinde yaşadığım olay, sana daha ilginç gelecektir muhtemelen. Yazarlık işte; başta söyleyeceğimi sonda söylüyorum; tıpkı kâhinlerin yaptığı gibi yapıyorum bazen. Ki zaten evinin kapısından çıkarken, Kâhin’in beni kenara çekip söylediklerini paylaşmadan bu mektubu bitiremem. O son detaylar biraz aklımı kurcalıyor, bir nebze beni geriyor olsa da tesadüflere yoruyorum, çünkü bana dediği şeyler, Lofn ile aramdaki bazı enteresan benzerlikler hakkında. Meğer parfümü benimkinin aynısıymış; buram buram amber ve sandal kokuyormuş. Konuşma biçimi ve sesi de birazcık benimkini anımsatıyormuş. O an bunları duyunca içimden, “Vay, tesadüflere bak sen,” diyordum ki, Kâhin’in bakışlarını benden kaçırıp, “Üstüne üstlük,” diye sözlerine eklediği diğer detayı duyar duymaz gözlerimi ona dikmemle iç seslerimi susturmam bir oldu. “Lofn’un maskesinin kenarından, kapüşonunun ucundan saçlarını gördüm,” dedi ve kısa bir es verip devam etti: “Saçları tıpatıp seninkilerin aynıydı; dümdüz ve bir kuzgunun tüyleri kadar siyah… Hisler bazen zayıf kanıtlara, yanılgılara işaret etse de… Bence o senin…” diyorken cümlesini yarıda kesti birden. Susup kalınca bakışlarımız kesişti hemen; ne o ne de ben, değil sesli söylemek, aklımızın ucunu sıyırıp geçenleri içimizden dahi söyleyecek kadar çılgın değildik. Böyle bir imkânsızlığı kabullenmeyen ifademle başımı sallarken yutkunarak arkamı döndüm ve kapıya yöneldim. Oysa kapı eşiğinden adımımı atıp tam çıkıyordum ki, içindekileri tutamayan Kâhin oldu; arkamdan, “Virtanen’lerden Veera!” diye seslendi. “Kalbin kadar rahminin de sıhhatine dikkat et, zira bir kadının yaratıcılık gücünün çakrasıdır ora,” deyiverdi, sanki ilelebet susmak üzere noktayı koyarcasına. Bense bir anlık duraksama sonrası, kendi varoluşuma oturtamadığım düşünceleri geride bırakırcasına arkama bakmaksızın kendimi attım dışarıya.
Mevzubahis cevap veremediğim sorular olunca, ne kadar düşünürsem o kadar yoruluyorum. Bu nedenle, heyecanla beklediğim malum misafir gelene kadar çok fazla düşünmemeye karar verdim, sorularımı ona ve sona saklıyorum. Virtanen’lerden Veera’ya, yani bana bir görev verildi; şimdi dinlenmeli ve gelecek olana hazırlanmalıyım. İçimden bir ses onun yolda olduğunu ve her an kapımı çalabileceğini söylüyor. Karanlığın gelip gelmediğini kestiremediğim kadar, henüz onun kimleri veya neleri aradığını bilmiyorum, ama şimdiden ona karşı iyi hisler beslediğimi biliyorum; bana güvenip kalbini açması için ona güvenip kalbimi açmam gerektiğini de. Bu demek oluyor ki, onunla birlikte çıkacağım uzun sürecek bir macera, sabırsızlıkla bizi bekliyor Netta’nın rüzgâr türbinli yollarında.
Hediye edilen sakura çiçeğimi arasına iliştirdiğim defterimdeki bu upuzun mektubu –detayları unutmadan– yazdığım sırada, sopsoğuk kuzeydeki sımsıcak evimde, denize nazır odamdaki masadaydım. Tam sevdiğim gibi; arada gözümü kaydırıp pencereden bakınca gördüğüm manzara bir harika, ne de olsa kışın burada gündüzler epey kısa; geceler ise alabildiğine yıldızlı ve ışıklı bir sema… Şu an Tristan ve Fannar yanı başımda, Sónata mutfakta, Mirja ise ailesi ile buzuldaki yuvasında… Neyse ki, yaşadığımız onca şeyin ardından, hem ruhen hem de fiziken hepimiz iyiyiz. Hep birlikte o kadar iyiyiz ki, ani bir değişiklik olmazsa kasımı bitirip aralık ayı boyunca kalacağım burada. Yılbaşından sonra da –şayet beklediğim ben buradayken gelmezse mecburen– bir başıma çıkarım yola.
Canım sevgilim Eeva, her neredeysen hep hatırla, ben hâlâ senin Gerçeğin; ben hâlâ senin Veera’n; dişbudak ağacı işlenerek süslenmiş gümüş zırhımın içinde koruduğum asıl ben’i, o kalbi yalnızca senin için saklayan… Kim bilir belki milyonda bir kuzey ışıklarının açtığı yolda… Kim bilir belki evrenlerin milyon ihtimalinde bir anlığına… Bana geri gelme ihtimalin olsa da olmasa da, Gerçeğin Veera hep burada…
(Devam Edecek – Yeni yıla girerken Bölüm 9’da sürprizlerle görüşmek üzere, hepinize şimdiden mutlu ve büyülü yıllar)
(Bu yazı dizisi, roman kahramanı Veera’nın, çıktığı uzun seyahat süresince sevgilisi Eeva’ya yazdığı mektuplardan oluşmaktadır ve Diğer Evrenin Senaristi romanı yan hikâyesidir; ayrıca bu romanın devamı olan Diğer Evrendeki Kadın ve Parçalanmış Yansımalar romanlarına göndermeler, detaylar ve açıklamalar barındırmaktadır.)
Şeyda AYDIN, Diğer Evrenin Senaristi, İkinci Adam Yayınları, 1.Baskı, 2018 Aralık – 2.Baskı, 2021 Mart
Şeyda AYDIN, Diğer Evrendeki Kadın, İkinci Adam Yayınları, 1.Baskı, 2019 Şubat
Şeyda AYDIN, Parçalanmış Yansımalar, İkinci Adam Yayınları, 1.Baskı, 2019 Eylül – 2.Baskı, 2021 Ağustos
Görsel Künye: Enrico Fossati / Heimdallr’s Gaze (“Deeper, deeper I sink in hope to find the fallen star and the secrets of the northern lights”)