“Anadolu insanı, acısını hemen dillendirmek istemez; derisinin altına sıkıştırdıkça sıkıştırır sıkıntısını. Bunalımı yüzlerinde toplanmış insanlar da Anadolu’dan çıkar.” der Nuri Pakdil, Kalem Kalesi isimli kitabında. Haklıdır da sonuna kadar. Zordur bu coğrafya. Zorluklarla alınmış, zorluklarla yoğrulmuş ve binlerce yıl sonrasında bile zorlukları azalmamıştır. Babası da dedesi de aynı zorluklarla uğraşmıştır üstelik her Anadolulunun. O yere göğe yere sığdırılamayan anne tarafı da buralıysa, üzgünüm ama o da aynı zorluklarla yoğrulmuştur. Acıtasyon da yapılmaz bu zorluklarla! Yere de düşülse ayağa kalkılır, yola devam edilir. İlk durak yerinde durum değerlendirmesi yapılır birer sarma cigara tellendirilirken. Kol da içeride kalır gerekirse yen de. İşte bu yüzden olacak en çok sevdiklerimizi cezalandırırız, en çok. Gücümüzün ona yettiğinden değil, sevgimizin boyutundan belki de kim bilir? Hani derler ya ayı yavrusunu severken öldürür ya da çingeneye salahiyet vermişler önce babasını kesmiş diye. İşte o ayı da biziz çingene de. Ve işte yine bu yüzdendir ki de bir yerlere ulaştığımızda ilk iş arkamızda bıraktıklarımızı unutur ya da yanımızdakileri harcarız. Sarma cigaranın yerini purolar alır. Nereden geldiğimiz, kimlerle yürüdüğümüz vardığımız noktada çoğu zaman önemli olmaz. Bu da bu coğrafyaya has bir özelliktir.
Bu yazı dizisine başlarken türlü zorluklar, türlü gerçeklerle yüzleştim. Ve ilk opusta dediğim gibi, bu coğrafyanın hepsi biziz. Truvalı Hektor da, 1. Justinyanus de, Aziz Nikolaus da, Kağnı çeken Ayşe kadın da, Nene Hatun da İsmet Paşa da, Tarsuslu Pavlus da. Hatta daha da ileri gideyim; Kabzımal Faik de biziz Miletli Thales de. Evet! Bu coğrafya, bu zorluklar bizi biz yapandır! Öyle olmasa ilk yollardan biri olan Likya yolunu, zorbalara inat parşömeni icat etmeyi, büyük taarruzda koşa koşa memleketi arşınlamayı ya da Efes’te omuz omuza hacetlenecek kanalizasyon sistemi nasıl sağlanırdı sorarım size! İstanbul da binyıllardır bizim, attığı düğüme ismini veren Kral Gordios’un Ankara’sı da, Diyarbakır da Trabzon da İzmir de!
Esasında bu son bölümde Likya, Pamfilya², Frigya ve Kilikya’dan bahsedecektim. Ancak kısa bir durum değerlendirmesi yaptığımda aslında Kapadokya’nın Likya’dan, Pontus’un Doris’ten ya da Kilikya’nın Paflagonya’dan pek de bir farkı olmadığı gerçeğini hatırladım. Üniversite yıllarında bu bölgeleri işlerken aslında hepsini bir bütün olarak ele almamız gerektiği gerçeğiyle yüzleşmiştim. Kollektif millet bilinci budur nihayetinde. Değişen ise gerçek anlamda sadece gündelik hayattaki kelimelerin telaffuzu. Hisler hep aynı. Üstelik bin yıllardır. En azından Yanko Bin Medyan’dan beri..
Değişen kuşak ve bilinçle, ötekileştirmecilik çok yoğun. Herkes istediği hayatı yaşama kaygısında, kavgasında. Ve utanmadan, çekinmeden bu kavgaya şahit edilerek gözümüze gözümüze sokuluyor bu görgüsüzlük, aymazlık. Sebebi ise kabul görmüş, yüzyıllar belki binyıllardır şekillenen kavramsal sanat anlayışının yerinin geçici popüler beğenilerin alması. Bu coğrafya zorluklar coğrafyası dedik. Evinizde tuttuğunuz çoğu objeden tutun gündelik hayatınızdaki çoğu davranış ya da reflekse kadar tamamı bu coğrafyanın genetiğinize kodladığı bir kalıtım! Bunu kabul etsek iyi olur! Peki nelerden vazgeçtik ya da neleri unuttuk bu coğrafyada? Mesela şirinler şapkası! Güldüğünüzü duyar gibiyim. O şapka bu coğrafya toplumu olan Frigyalıların³ başlığıdır! Baş kaldırının, bilginin sembolü. İnanmayanınız varsa buyurunuz, araştırınız. Ya da maddenin kaynağını su olarak belirleyen Thales’in toprağıdır burası. Ya da Noel Baba-gerçi yılbaşını kutlamak hırsızlıktan daha günah değil son yıllarda ama- yani Santa’nın, daha doğrusu Aziz Nikolaus ’un toprağı burası. Nazım’ın, Kemal Tahir’in, Sebahattin Ali’nin… Ve nicelerinin.. Peki ne oldu da işler değişti? Dayatılanlar ne zaman ki tarihsiz coğrafyalardan gelerek bize kültür diye yutturuldu, işte o sabah.. Ya unuttuğumuz sanatımız? Tüm kainata bıraktığımız ancak bizim utanarak bahsettiğimiz ya da bizim değilmiş gibi davrandığımız sanatımız? Değerli arkadaşım Zeynep İlhan bu ay bu bilince, bu yazının şekillenmesine yazdığı bir yazıyla katkıda bulundu farkında olmadan! Leyla Gencer ⁴’den bahsederek! Ya sanatlarımız? Minyatür, ebru, çini, hat, taş işçiliği ve niceleri. Ki en önemlisi de sanatların arasında en önemlisi kadına verilen değerdir. Bu da insanlık sanatıdır. Yakın tarihe kadar kadınlarını gömen arapların kültürünü benimseyerek kadınına Orta Asya’dan beri değer veren halimizi de unuttuk, bunu da unutmadan es geçmeyelim. Aspendos kralının hikayesini bilir misiniz? Şehre en güzel eseri veren ikiz kardeşler için kızını ortadan ikiye bölmüştü, mit bilenleriniz hatırlayacaktır. Öyle bir noktadayız ki, o kralı aratmayarak, Antalya’da rüzgar şehre erişemiyor diye surları yıkıyoruz! Ama yeri boş kalmıyor!
Artık bölmeyin! Bölmeyelim. Hat sanatını notalarla buluşturabileceğimiz gibi klasik Türk müziğini de minyatür sanatına dahil edebiliriz. Kısacası, bu coğrafyanın hangi karışına giderseniz gidin ilk önce kendinizi göreceksiniz. Her köyde, her mezrada, her büyük şehirde. Üstelik onlarca yıl önceki halinizi ve sonraki halinizle beraber. Oturup dinleyin isterim. Sanatını, yaşamak için verdikleri kavgaları, zorlukları..
Yaşamın kendisi bir savaş. Bu coğrafya insanının korkusu yok. Ortak düşman ise tek. Cehalet. Cehalet ise okumamaktan kaynaklı değil. Zorlukları bahane ederek kolayı seçmekle alakalı bir durum. Biz cahil bir toplum değiliz örnek aldıklarımız ya da bize dayatılanlar gibi. Biz, cahilliği moda sayan bir toplumuz. Şimdilik. Burada da Selçuk Kozağaçlı’nın tiradı geliyor aklıma..
“Güvenlik yok, iş yok, gelecek yok, hukuk yok. ‘Ama yaşamak çok kutsal.’ Yaşamın kendisi değil kutsal olan. Kutsal olan adil bir yaşam. Kutsal olan onurlu bir yaşam …”
Peki sormak isterim. Buna sebep ne ya da kim? Bizi benliğimizden uzaklaştıran, hat sanatını demode kılan ebru sanatını gereksiz gösteren ya da minyatüre günah diyen kim ve neden? Bu toplum kim? Unutmayalım..
Biz Anadolu’yuz. Her karışıyız.
Sevgilerimle kutluyorum.