Günah kavramı, insanlık tarihi kadar köklü bir geçmişe sahiptir. Semavi dinlerin teolojilerinde, ilk günahın ortaya çıkışı ile ilk insanın yaratılışı arasında zamansal birliktelik kurulmuştur. Buna göre Adem’in yaratılması ile başlangıçta bir melek olan şeytan, kibre ve kıskançlığa düşerek tanrıya başkaldırmıştır. Böylece ilk kez “günah” peyda olmuştur. İnsanlığın dünyevi yaşamı yine günahla başlamıştır. Adem ile Havva, tanrının kendilerine yasakladığı ağacın meyvesinden yiyerek sonsuz cennet yaşamından men edilip ölümlü dünya yaşamına mahkum edilmiştir. Cennet düşünün sona ermesinden sonra bu kez Adem’in oğlu Kabil, kardeşi Habil’i öldürmüş, bu ilk cinayetle günah, dünyevi yaşamda da taçlandırılmaya devam edilmiştir.
Özellikle Hristiyan teoloji, “Yedi Ölümcül (Büyük) Günah” olarak vurguladığı ve insan varlığına içkin zaaflar ve zayıflıklar olarak gördüğü şehvet, açgözlülük, öfke, kıskançlık, kibir, tembellik ve oburluk gibi duygu, düşünce ve dürtüleri bütün günahların kaynağı olarak işaret etmiştir. Adem ile Havva miti, “Yedi Ölümcül Günah”ın tamamına kaynaklık etmesi bakımından bize insanlık tarihinin en doğurgan hikayelerinden birini miras bırakmıştır.
Günahın ne olduğuna dair en eski Tevrat anlayışı, Adem ve Havva meselesini konu alan “ilk günah” ya da “kadim günah” olarak bilinen “yasak elma” hikayesidir. Tekvin bölümünde geçen bu mesele göre ilk insan olarak yaratılan Adem ve daha sonra yalnız kalmasın diye onun kaburga kemiğinden yaratılan Havva, cennet bahçesi Aden’de hayvanlarının en sinsisi yılan tarafından kandırılır ve tanrının yasakladığı ağacın meyvesinden yiyerek ilk günahı işlerler.
Tekvin bölümünü inceleyen bazı teologlar yasak meyveden yedikten sonra çıplaklığa düşmeleri ve utanarak incir yapraklarıyla mahrem yerlerini örtmelerinden dolayı ilk günahın kaynağını şehvet olarak yorumlamışlardır.
İnsanın bedensel hazları aşırı arzulaması ya da bu hazza karşı aşırı düşkünlük olarak tarif edebileceğimiz şehvet, tanrı tarafından insan soyunun devamı için bahşedilen yani insanın fıtratında olan tabi bir arzudur. Kutsal kitaplar, şehevi duygular kontrol altına alınmadığı takdirde sonuçların ağır ve geri dönülemez olduğu yönünde insanları uyarmıştır.
İlk günah hikayesinden yola çıkan bazı teologlar Adem ile Havva’nın sonsuz nimetlerle donatılmış cennet bahçesiyle yetinmeyip yasak elmayı yemelerinden dolayı ilk günahın kaynağını açgözlülük olarak yorumlamıştır.
Para, mal-mülk, dünya nimetleri ve güç gibi birçok şeye karşı aşırı derecede hırs duymak olarak tanımlayabileceğimiz açgözlülüğün karşıt erdemi olarak cömertlik ifade edilmiştir.
İncillerde, “Her türlü kötülüğün bir kökü de para sevgisidir”, 1 “Parayı seven paraya doymaz. Zenginliği seven kazancıyla yetinmez”, 2şeklinde geçen ifadelerle aşırı para sevgisinin açgözlülüğe yol açtığı ifade edilmiştir. Öte yandan dünyevi menfaatlere bel bağlayan insanın tanrısal yükümlülükleri yerine getiremeyeceği hatta bunun namümkün olduğu vurgulanmıştır. Luka’da, “Hiçbir uşak iki efendiye kulluk edemez. Ya birinden nefret edip öbürünü sever, ya da birine bağlanıp öbürünü hor görür. Siz hem Tanrı’ya hem paraya kulluk edemezsiniz” 3şeklinde geçen sözlerle mal-mülk düşkünlüğünün tanrıya şirk koşmakla aynı anlamı taşıdığı anlaşılmaktadır.
İlk günah meselesini öfke üzerinden de ele alan pek çok teolog vardır. Buna göre dünyadaki kin, nefret, savaş ve düşmanlıkların temelini ilk günah teşkil etmektedir. İlk günahın cezalarından biri de insan soyu ile yılan soyu arasında oluşacak düşmanlıktır. Böylece ilk düşmanlık peyda olmuş ve bu durum nesilden nesile geçerek insanlığın başına bela bir musibet olarak varlığını sürdüregelmiştir.
Öfke, bir tehdit karşısında gösterilen saldırganlık, kızgınlık, hiddetli tepki, kendimize ve başkalarına mutsuzluk getiren duygusal ve düşmanca tavır; küçük düşürülmek, haksızlığa uğramak, yenilgi ve gerilim gibi olumsuz bir durum sonucunda düşünce, söz ve eylemlerde zuhur eden ilk tepki şeklinde tanımlanabilir.
Efesliler’de geçen “Öfkelenin ama günah işlemeyin. Öfkenizin üzerine güneş batmasın”4 cümlelerinden yola çıkarak ölçülü, kontrollü ve adil öfkenin doğru ve meşru kabul edildiğini söylemek mümkündür. Nitekim Eski ve Yeni Ahit’in pek çok bölümünde ve Kuran ayetlerinde tanrının gazabı ve helak edici özelliği korkutucu bir şekilde aktarılmıştır. Örneğin Kuran’da Semud, Ad ve Sebe kavimleri Allah’ın gazabına uğrayarak türlü felaketlerle helak olmuş kavimler arasında gösterilmiştir.
Diğer ölümcül günahlarda olduğu gibi öfke de pek çok başka günaha gebe bir duygu olarak ele alınmıştır. Kavga, hakaret, küfür, saygısızlık, intikam, nefret, hiddet, zulüm, işkence, düşmanlık, cinayet ve hatta savaşa neden olan bir illet olarak değerlendirilmiştir.
Diğer adları haset ve çekememezlik olan kıskançlık, teologlarca kişinin sahip olduğu onuru ve değeri azalttığı düşüncesiyle başkasının sahip olduğu nimetlerden dolayı üzülmek olarak tanımlanmıştır. Nitekim Kuran’da “Size bir iyilik dokunursa, bu onları üzer. Başınıza bir kötülük gelse, ona sevinirler” 5 şeklinde geçen ayet bu tanımlamayı destekler niteliktedir.
Adem ile Havva hikayesini bu zafiyet üzerinden de ele almak mümkündür. Bu düşünceye göre, Adem ile Havva tanrıya karşı kıskançlık duygusu besleyerek iyi ve kötüyü bilme yönünden ona benzemek için yasak meyveden yemişlerdir.
Diğer ölümcül günahlar gibi kıskançlık da birçok başka günaha gebe bir zaaf olarak ele alınmıştır. Nefret, kindarlık, kötüleme, bencillik, iftira, hile, düzenbazlık, ikiyüzlülük, yalan, dedikodu, bir yakının yaşadığı talihsizliğe sevinme, onun mutluluğundan dolayı acı çekme, başkasının malına ve karısına göz dikme ve hatta cinayet gibi kötülüklerin kaynağı olarak kıskançlık işaret edilmiştir.
Kendini beğenme, başkalarından üstün tutma, büyüklenme, böbürlenme ve gurur olarak tanımlayabileceğimiz kibir, kişinin kendini aşırı derece sevmesi, değer vermesidir. Öyle ki bu ölçüsüz ve kontrolsüz sevgi kendini tanrı yerine koymaya götürmektedir. Bu anlamda kibir, semavi dinlerce bir nevi putperestlik, kendine tapınma olarak kabul edilmektedir.
Kibir, insanın sahip olduklarını aşırı derecede sevmesi, kendisini bütün anlam ve önemin merkezinde görmesi ve kendisini olduğundan daha büyük görmesidir. Bunun için Kuran demektedir ki: “Yeryüzünde kibir ve şımarıklıkla yürüme! Çünkü sen, ne yeri delebilirsin ne de dağların boyuna erişebilirsin”. 6
Kibrin özü bencilliktir. Çünkü kibirli insan bir taraftan kendisini, sahip olmadığı şeylerin dahi maliki olarak görürken diğer taraftan gerçekten sahip olduklarının değerini aşırı derecede abartmaktadır. “Bütün günahların kraliçesi” olarak tasvir edilen kibir, tüm günahların kaynağı olarak gösterilmiştir. İncillerin önemle üzerinde durduğu kibir, bütün günahların başlangıcı ve kökü kabul edilmektedir. Adem ile Havva’nın işlediği ilk günahın gizil sebebinin kibir olduğu düşünülmektedir. Hristiyan inancına göre ilk günahla insanoğlu, tanrı tarafından konulan sınırı aşmış ve günaha düşmüştür. Kendisini tanrının yerine koyma kibriyle, yaşamını ondan bağımsız olarak yönetmeyi ve neyin iyi neyin kötü olduğunun nihai yargıcı olmayı istemiştir.
Çalışmayı, iş görmeyi, çabalamayı sevmeme ve her türlü zahmetten kaçınma durumu olarak tanımlayabileceğimiz tembellik; hüzün, umutsuzluk, umursamazlık, vurdumduymazlık, üşengeçlik, miskinlik ve uyuşukluk gibi anlamları da kapsayacak şekilde geniş bir yelpazede ele alınmıştır. Semavi dinlerce tembellik, insanı zulüm, haksızlık ve adaletsizlik karşısında eylemsizliğe iten bir zaaf olarak değerlendirilmiş, aşırı uyku düşkünlüğü de tembellik bağlamında ele alınmıştır.
Yeni Ahit’in Tekvin bölümünde geçen ve Tevrat anlatısıyla örtüşen hikayeye göre Havva, yılana kanarak ölümsüz olmak, meleklere benzemek, iyiyi kötüyü bilmede tanrıya benzeme arzusuna kapılarak ağacın meyvesinden yemiş, Adem’in de yemesini sağlamıştır. Buradan yola çıkan teologlar, Adem ile Havva mitini tembelliğin kaynağı olarak yorumlamıştır. Çünkü onlar hiçbir zahmete girmeden, kolayca üstün niteliklere sahip olmak istemiştir. Tanrının onlara ağacın meyvesini yasakladığını bildikleri halde umarsız davranmışlardır. Havva, yılanın vesveselerine, Adem ise Havva’nın isteğine karşı dirayet göstermemiş, tanrının iradesi hiçe sayılmıştır.
Oburluk, yemek yemeye aşırı düşkünlük, bir türlü doymama hali; bu bakımdan bedensel hazzı haddinden fazla ve bencilce tatmin etme arzusu olarak tanımlanabilir. Ancak oburluk, tanım itibariyle sadece yeme-içmeye düşkünlük değil güç, eğlence ve mal-mülk gibi var olan herhangi bir şeyi aşırı isteme şeklinde geniş bir çerçeveye sahiptir. Oburluk, Adem ve Havva’nın cennetten kovulmasına neden olan günah olarak da değerlendirilmiştir. Çünkü onlar, Aden bahçesinin tüm nimetlerine sahip oldukları halde doyumsuzca daha fazlasını istemiştir.
Oburluk, semavi dinlerce insanı hantallaştırıp tembelleştiren, cimriliğe yol açan, yoksulluğa ve açlığa karşı kör eden bir düşkünlük olarak ele alınmıştır. İslam peygamberi Muhammed bir hadiste insanlara şöyle seslenmiştir: “Yanı başındaki komşusu açken tok olarak geceleyen kişi mümin değildir”.
İnsan yaşamına içkin bir olgu olarak günah, tarih boyunca tüm inanç sistemlerinin üzerinde önemle durduğu bir konu olagelmiştir. Kutsal kitaplar, peygamberler ve teologlar günahın kaynağını irdelemiş, onu anlamaya ve tanımlamaya çalışmış, yıkıcı etkilerini helak olan kavimler ve lanete uğrayan insanlar üzerinden aktararak uyarılarda bulunmuştur. Aradan geçen çağlara, değişen-dönüşen dönemlere ve insan toplumlarına; peygamberlerin, filozofların, alimlerin, bilginlerin, tarih deneyiminin ve binlerce kitabın tüm uyarılarına rağmen insanlığın günahla olan mücadelesi hiçbir zaman bitmemiştir. Semavi dinlerin ve öncüllerinin cehennem düşüncesi, günaha karşı bir korku ve yıldırı aracı olarak tasarlanmamıştır yalnızca. Cehennem fikri, insanlığın günahla, yani insanın kendisiyle olan mücadelesinin hiçbir zaman bitmeyeceğine, insanın suç ve hatalarından ders çıkarmayan bir varlık olduğuna dair bir öngörüdür aynı zamanda.