Adnan Çoker: Siyah En Sıcak Renktir // Durmuş Akbulut

Adnan Çoker
Adnan Çoker

2015 yılında, sanırım Kasım ayında, belgesel çekimi için Adnan Çoker’in evine gittik. Salacak’ta, geniş camlı salonundan boğazı ve Sarayburnu’nu gören sıcacık bir evdi burası. Küçük bir ekiple gitmiştik çünkü Çoker’in kalabalık sevmediğini; on yaşına kadar torununu bile içeriyi dağıtır, kırıp döker diye atölyesine almadığı bilgisini önceden edinmiştim. İçeri girdiğimizde, hoca, dev ekran bir televizyonda opera izliyordu. Biz ekipmanları sakince yerleştirirken, o, izlediği şeyden bir an bile kopmadı. Değerli eşi Asuman Hanım, son derece kibar bir şekilde bize yol gösteriyor; kaygımızı anlamış gibi ve “merak etmeyin” dercesine bizi bir yerlere buyur ediyordu. Işıkları kurduk, kameranın yerini belirledik, sesi kontrol ettik ama hocanın ağzından hala tek kelime çıkmamıştı. Sonra cesaretimi toplayıp, salona, hocanın yanına gittim. Selam verdim, kendimi tanıttım. Derken bana dönüp “Niye geldiniz?” diye sordu. Bir an durdum. Her şey aylar öncesinden ayarlanmıştı. Bizi ve niçin geldiğimizi biliyor olmalıydı. Ben tam ne diyeceğime karar veremezken, ikinci sorusu imdadıma yetişti: “Hangi televizyondansınız?” Hemen atıldım: “Televizyon değil, hocam. Ben sinemacıyım. Buraya da sizi çekmeye değil, Adnan Çoker’in gözünü resmetmeye geldik,” dedim. Hiçbir şey söylemedi. Televizyonu kapattı. Yerinden kalktı. Salon camına yakın bir yerde, çok sayıda deniz kabuğundan oluşan koleksiyonunun yanına gitti. Ben de gittim. Bana uzun uzun deniz kabuklarını anlattı. Buzlar çözülmüştü. Bir süre sonra, röportaj yapacağımız odaya geçtik. Çekim başladı. Ama hoca pek konuşmuyor, birkaç laf edip işi bitirmeyi planlıyormuş gibi bir tavırla cümle bitiminde hep sağa sola bakıyordu. B planına geçtim. Paris yıllarını sordum. Yine kısa kısa konuşunca; bu kez ben Fransızca konuşmaya başladım. Hafifçe gülümsedi. Derken Paris yıllarından başlayıp, Türk resminin haleti ruhiyesine kadar düşündüğü her şeyi hiç sakınmadan söylemeye başladı.

Paris yılları…

Paris’e gitmek şıp diye de olmadı, pıt diye de olmadı. Paris’e gitmek için önce bir sınava giriyorsunuz. O dönem bu sınavı sadece ben kazandım. Tesadüf. Bir kişi gidiyor Paris’e! Tek bir kişi… İlk gidişim bana çok iyi geldi diyemem. Neden diyemem? Çünkü Paris beni, beynimi allak bullak etti. Önce André Lhote’a gittim. Neden ona gittiğimi de hemen söyleyeyim: Bizim hocalar önce André Lhote’a gittikleri için, ben de bir gideyim dedim. Nasıldır, ahım şahım mıdır bir bakayım dedim ve gittim. Sonuçta André Lhote’ta üç ay kaldım ve üç ayın sonunda ayrıldım… Demek ki André Lhote bana bir şey vermiyordu. Zaten benden birkaç yıl sonra da vefat etti…

Sonra başka bir atölyeye gittiniz…

Daha sonra Henri Goetz atölyesine gittim. Onun bir atölyede hoca olacağını bilmiyordum. Neyse, 1960 yılında oraya girdim. Böylece soyut ekspresyonizmin içinde yürümeye başladım. Hatta o dönemde hafif de bir üslup başladı diyebilirim. Ama bunlar, o sıralar Türkiye’deki resimlere de benzemiyordu. Türkiye kendi başına paldır küldür bir şeyler yapıyordu. Bana, Türkiye’deki yaşları ilerlemiş ressamlar hakkında, nedir onların durumu diye sorsanız fazla bir şey söyleyemem çünkü ortada resim de yoktu. Benim bahsettiğim türden resim yoktu. Birisi çıksın bugün bana sorsun, onlara yine aynı cevabı verebilirim… Her neyse, Goetz atölyesinde rahat bir çalışma tarzı vardı. Çünkü hoca, benim resmimi eleştirirken, yaptığım resmin soyut olup olmadığını değil, doğrudan resmin kendisini eleştirirdi. Burası şöyle olmuş, şurası şöyle olmuş diye eleştiriyordu…

Ama Paris’te anlatmam gereken başka bir şey daha vardı. Paris’te herkes bir şey yapıyordu, ben de onlar gibi yapmaya başladım. Herkes her kimse ben de onların yaptığı resimler gibi yapmaya başladım. O dönemdeki resimlerim biraz öyledir. Ama sonraları değiştim. Hele Türkiye’ye döndükten sonra iş tamamen değişti…

Yeniden Paris…

Ama Türkiye’ye döndükten iki yıl sonra tekrar Paris’e gittim. Bendeki asıl değişim ondan sonra başladı. Paris’e ikinci gidişim daha büyük bir değişim yarattı. Artık Paris’i daha iyi tanıyordum. Daha kendime dönük bir şey yapabilirim diye düşünmeye başlamıştım. Bu gibi şeylere kafa yorarak bir süre öylece devam ettim. Bunun bana yararlı olmadığını söyleyemem; beni biraz besledi elbette. İyi besledi. Ama o da yetmedi. Ben hala başka bir şeyleri bekliyormuşum.

Geometrik soyut…

Türkiye’ye döndükten sonra bile başka bir şeyleri bekliyormuşum. İşte, o başka bir şeyleri beklediğim noktada şöyle bir şey başladı: bundan sonra yapıtlar soyut geometrik olacak. Yani yavaş yavaş geometri, geometrize ediliş başlıyor. Yapıtlarım artık hem soyut hem de geometrize edilmiş olmaya başlamıştı. Her ikisi birden ilerliyordu artık. Geometrik soyut üzerinde çalışmaya başlamıştım. İstanbul’da başlamıştım. Ama bu çalışmalarımda, hala eskiden kopamayan bir şeyler vardı. Baksanız, “bu çocuk hala bir yere gelemedi mi?” diye sorardınız. Ama yavaş yavaş başka bir üsluba girmeye başlamıştım ben. Hatta bu durum işime de yaradı. Çok eskiden başladığım bir şeye, yeniden başlamış oldum. Oradaki soyut üslup yine soyut olarak devam ediyordu ama geometri iyice derinleşmeye başlamıştı. Mesele buydu işte: geometrinin derinleşmesi… Böylece geometri üzerine çalışmalar hız kazandı. Bu çalışmaların bir özelliği de, geometrize olmalarının yanında geometrize olan şeyin yerli geometrik formlar olmasıydı. Türkiye’nin kendine özgü bir geometrisi var. Hatta ileride bunu şu şekilde yorumlamaya başlayacaktım: Türkiye’de yaptığım geometrik şekiller kubbeli mi olacak yoksa başka bir formda mı olacak diye sormaya başlayacaktım. Resmime bunlar girmeye başlayacaktı artık. Mesela ters üçgen. Anadolu’daki mimari formları keşfetme merakım başladı. Yapmak istediğim şeylerde, bizim memleketin istediği bir başkalık vardı. İşte bunu yakalamaya başladım. Daha sonra da bu konunun defalarca üzerinde durdum. Kubbeler kavramı başlamıştı. Ama bu kubbeler sokaktaki, bilmem neredeki kubbe değil; tamamen kendine özgü bir kubbe… Benim soyut ekspresyonizmim yüzde yüz bana ait değildi. Evet, o işin içine girdim, uzun uzun yürüdüm ve epey de çalıştım; on yıldan fazla çalıştım. Ama o bana ait değildi. Ben, bana ait olanı arıyordum. Ama bu tür bir araştırma hiç kolay bir şey değil. Benim için hiç kolay olmadı. Sürekli mücadele vermeniz gerek…

Adnan Çoker
Adnan Çoker

Bu mücadelenin sonunda “siyah” başladı. Tuvaldeki en sadık dostunuz.

Başka bir renge karşı ilgim yoktu ki! Hiç ilgim yoktu. Tek olayım siyahtı. Bunun nedenini hemen söyleyeyim: başka bir şey yapamadığım için sadece siyah yaptım. Siyah karşıma neden mi çıktı? Belki de beni çok cezbediyordu. Olabilir. Bu hala da devam ediyor; siyah beni hala cezbediyor. Bugünlere kadar geldi… Maleviç bunun beyazını yapıyordu. O da beyazda bir şey görmüştü. Meleviç’i çok sevdim. Sanatçı olarak kendime çok uygun buldum. Zaten Rus konstrüktivizmi benim için çok ilginçti. Maleviç onunla beraber yürüyordu; ben de o şekilde yürüttüm. Ama benimkilerin yüzde yüz Maleviç’e benzer bir tarafı yoktu. Kendim bir şeyler aramaya başlamıştım. Ama bizimkiler de buna çok uygun düştüler. Kubbeler çok uygun düştü. Yüzde yüz uygun düştü… Aynı kubbelere Anadolu’da da rastladım. Onlar da uygun düştü. Kubbeyi artık öyle rahat kullanıyordum ki; sanki o, Türkiye’nin kubbesi değildi. Başka bir kubbeydi. Kubbe bu şekilde yürüdü. Neden olmasın? Benim yaptığım, her yerde gördüğümüz kubbenin aynısı değildi ki! Mesele bu… 1969’da falan bunlar başladı. Hazır-biçimler başladı. Ama hazır-biçimler dışında başka şeyler de yaptım. Mesela popo gibi formlar. Daire içinde, popo gibi formlar da yaptım o sıralarda.

“Adnan Çoker Türk resmini kararttı!” Bunu hep duydunuz…

Siyahın içine girmem konusunu kendi kendime hep sordum: Acaba başka bir şey yapamadığım için mi bunu yapıyordum? Elbette bunu kendime bilerek soruyordum. Neden olduğunu biliyordum. Çünkü o siyahta çok şey bulmak mümkün. Siyahın, kendi içinde muazzam bir derinleşmesi var. İşte ben onun içinde yürüyorum. Bundan da mutlu oluyorum. Hatta, beni mutlu ettiği gibi tüm çevremi de aynı şekilde mutlu etti. Bana şunu dediler: “Efendim, Adnan Çoker Türk resmini kararttı.” Aynen bunu dediler. Desinler! Ben de, “Aman söyleyin onlara,” dedim, “Çok iyi bakınca demek ki bir şeyler buluyoruz.” (gülüyor) Demek ki bir şeyler bulmaya başlamışız. Siyah, boşluğu da verir. Tamamen boşluğu da verir. Ben de boşluk içinde olayım. Ben de bunu yapayım; ne olacak! Herkes doluluk yapsın; her yeri doluluk götürsün, ben de boşluğu götüreyim. Bu da benim olsun.

Kubbe, Adnan Çoker
Kubbe, Adnan Çoker

Ama siyahın yarattığı boşlukta farklı bir mimari var. Öyle değil mi?

Benim resmimdeki mimari çok ilginçtir. Mimar ne yapar? Boşlukta bir şey yaratır. Oturup, boşlukta bir iş yapar. Daha önce olmayan bir şeydir bu; mevcut değil. Bunu ben niye yapmayayım? Neden boşlukta bir şey yaratmayayım? Bendeki yüzde yüz o da değil, bunu söyleyeyim. Benim yaptığım başka türlü bir şey. Ben onu iki boyuta da indiriyorum; üç boyutla iki boyut arasında da kullanıyorum. Bu böyle gidiyor. Ben buna “derinlik” diyorum, “büyük boşluk” diyorum… Buna “köksüz” de diyebilirsiniz ya da başka bir isim de verebilirsiniz. Benim bunlardan hiç tınladığım yok! Hiç! Ben bildiğimi okurum, o yolda da yürürüm. Benim yolum bu. Buraya da kolay ulaşmadım. Soyutun nelerinden geçtim. Artık o soyutlar bitti benim için. Zeki Faik gibi “fif fif fif fif” heyecanlı soyut resimler falan değil benimki. Değil, o da değil!.. Ben bildiğim yolda yürüyorum. Hiç tınlamam. Sentezi de tınlamam, şunları bunları da tınlamam! Ben bildiğim yolda yürürüm. Bu! Başka yolu yok… İstersen, benimle birlikte sen de siyah yap. (güler) Neden olmasın? O da yapar! O da siyah olur, ben de siyah olurum. İki siyah oluruz. Ne olacak!

Işık…

Bir de “Bunların içinde ışık var” diyorlar. “Allah, Allah,” diyorum, “Benim resmimde ışık görmüşler. Hay Allah razı olsun.” Demek ki iyi bakınca ışığı görebiliyorlar. Işığı görüyorlarsa ben de memnun oluyorum. Ama ışığı gerçekten görenler var.

Sizin resminize tam olarak ne dememiz gerek?

Benim işlerime ister modern sanat desinler, ister aktüel sanat desinler, ister başka bir isim versinler, hiç umurumda değil. Ben bildiğimi yaparım, o kadar. Öyle işte!.. Beğeneler de var. Bu yolda yürüyenler, arkamdan gelenler de var. Ne yapacaksın? Gelecek adam. Ne yapayım onları? Onlarla beraber yürüyoruz.

Benim yaptığım iş, bu memleketin işi. Bunu herkes bilsin. Şunu da söylemeden geçemeyeceğim: Ben İstanbul ressamıyım. Kesin bu! Kesin… Şu pencereden baktığımda, tam karşı istikametimde Süleymaniye’yi görüyorum. Doğduğum eve yüz adım. Ben buralıyım. İstanbulluyum.

Durmuş Akbulut, senarist ve yönetmen. Uzun metrajlı sinema filmlerinin yanında özellikle plastik sanatlar konusunda yazılar yazmaktadır ve ressam belgeselleri çekmektedir. Resim Neyi Anlatır, Devrim Erbil: Resmin Şairi ve Sinemanın İlkleri adlı kitapları bulunmaktadır.