Dying as a Country
Dying as a Country

Dying as a Country: Tarihsel Hesaplaşma Gerilimi

28 Eylül 2024

24-29 Eylül tarihleri arasında gerçekleşen, “Gürcistan Tiyatro Vitrini” (Georgian Showcase) olarak bilinen Uluslararası Tiflis Tiyatro Festivali kapsamında Vaso Abashidze State New Theatre’da “Dying as a Country” oyununu izledim. Yunan yazar Dimitris Dimitriadis’in 1978’de yazdığı aynı adı taşıyan kısa roman çökmekte olan bir ülkenin hikâyesini anlatıyor.

Metin “özellikle Gürcistan’ın içinde bulunduğu siyasi çıkmazlar düşünüldüğünde büyüleyici” olarak tanıtılıyor. Yaratım sürecinde Gürcistan’ın ulusal kaderiyle metin arasında bire bir bağlantılar kurma şansı elde ettiğini belirten tiyatro ekibi oyunda izleyiciyle yeni bir sohbet başlatmaya çalışıyor. Bu edisyonda da klasik ve modern, deneysel ve fiziksel işler içeren 16. Gürcistan Tiyatro Vitrini geçmiş yıllarda sunduğu çeşitlilikte bir seçkiye sahip değil. Showcase bu sene iktidarla ve kurumlarla ilişkilerinin git gide daha da bozulması yüzünden önümüzdeki yıllarda sürüp sürmeyeceğine dair kulaktan kulağa aktarılan söylentilerle yoğun endişelerin gölgesinde gerçekleşiyor. Festivalin ana programındaki en güçlü oyunlardan biri olarak sunulan, Gürcü eleştirmenlerden yüksek not alan bu oyunun, dil engeli şöyle dursun, İstanbullu bir eleştirmen gözüyle ben de benzer yoğunlukta hisler yaratmamış olmasına şaşmamak gerek.

Dying as a Country
Dying as a Country

Salona girdiğimizde sol üst köşesinde elinde beyaz bir alışveriş filesiyle oturan bir kadın ve altın sarısı dikey bir yüzeye bakıyoruz. Burası vatan toprağı. Sol bacağına siyah bir bavul bağlanmış hâlde yavaş yavaş yokuş tırmanan bir adam siyah perdenin ardında gözden kaybolurken aşağıdan bir yenisi geliyor; tırmanış hiç bitmiyor. (Uzun bir tirata eşlik eden bu epik görüntü Necip Fazıl’ın Sakarya Türküsü’ndeki “Su iner yokuşlardan hep basamak basamak/Benimse alın yazım yokuşlarda susamak” dizelerini çağrıştırıyor.) Siyah perdenin ardından önce tekerlekleri sonra ızgaralı gövdesi görünen bir alışveriş arabası inmeye başlıyor. “Bütün bir ulus oturup bekledi sınırlar silinip giderken” gibi acı(k)lı cümlelerin kulaklarda yarattığı yankıya karşın göz alıcı sahne tasarımının yarattığı seyir zevki arasında sert bir gerilim oluşuyor. Vatan toprağı olduğu hemen ayırt edilen bu yüzeyde ikinci bir alışveriş sepeti belirince (aynı kostüm, farklı insan) başka neler geleceğine dair merak uyanıyor. Birazdan mavi bir bank sırtlanmış, ufak ufak yokuş aşağı kayan bir kadın geliyor. Farklı tempolar, farklı kişiler, bazen aynı bazen farklı kostümler, farklı kimlikler, farklı cinsiyetler, farklı yerlerinde yokuşun. Trajik tarih anlatısı herkesi ıslatan bir sağanak gibi üstlerine düşüyor; üst yazıdan İngilizcesini takip ettiğimiz sarf edilen cümlelerle sahnede olup bitenler acayip bir gerilim içinde.

Dying as a Country
Dying as a Country

Derken tarihteki kitlesel suçlar bireysel suçlara dönüşüyor; yazar kendini sabote eden, kendine zarar veren insanlardan söz ediyor. Yatağında dönüp duran, uyku uyuyamayan, anlamsız davranışlarda bulunan insanlardan söz edilirken bu esnada kucağında ikonik kırmızı Coca Cola kasasıyla mavi işçi tulumlu biri görünüyor; tartaklanıyormuş gibi tutuk bir hâlde aşağı kayıyor. Alışveriş sepetleri boş, kola kasası ise ağzı açılmış amorf tenekelerle dolu. Bastırılmış psikoz yüzünden belli belirsiz çarpıklaşan bedenlerin yitirmediği tek özellik birer tüketim öznesi olmaları. “Çünkü bu insanlar artık hiçbir şeye, medeniyete de inanmıyordu” cümlesiyle inandıkları tek şeyin bazen kucaklarında taşırken sıkı sıkıya sarıldıkları bir kola kasası, bazen sırtlanmış götürdükleri bir bank, bazen de balyozla parçalayacakları bir televizyon kutusu olduğu anlaşılıyor. Sınırları çiğnenmiş, artık var olmayan, yası tutulamamış bir ülke, olur ya, ölmemiş de yaşıyor mudur diye merak etmekten kendini alamayan, büyük anlatılarla büyümüş insanlar…

Sınır pornografisi addedilebilecek ölçekte trajik bir dile yaslanan bu anlatı Türkiye’den gelenler için muhakkak birçok anlam kategorisine birden referans veriyor. Dağlar, nehirler ve göllerde olduğu gibi şehirler, yollar ve binalar kadar da engebeli ve ele geçirilmesi güç bu skenografi iyi müzik ve iyi oyunculukla birleşince oyunu izlenebilir kılıyor. Bu bakımdan yönetmenin sınırları (metni) bir çizginin ötesinde üç boyutlu bir mekân gibi ele almayı başardığını teslim etmek gerekir.

Dying as a Country
Dying as a Country

Elinde alışveriş filesi olan, başından beri durduğu yerde duran siyah giyimli kadın “I’m very happy, so very happy” diye şarkı söyleyerek ilk kez kaymaya başlıyor. Bu gidişi öğretmen kimliği taşıyan otorite figürünün veya göksel nesnenin yitimi olarak kabul edersek kadın gözden kaybolduğunda bir zil çalıyor; okul zili. Birdenbire atletik görünümlü, üniformalı üç erkek oyuncu aynı anda tepeden hızla kayarak içeri giriyor, vücutlarına monte hâlde, önlerinde minyatür okul sıraları ve ayaklarında postalı andıran sarı botlar var. Okul çocuklarının dikey yüzeydeki varlığı fiziksel dayanıklılık testine dönüşüyor; oyuncuların aşağı düştükçe geri geri yukarı tırmanıyor. “Bugün daha sakalı çıkmamış askerler yüz yıl önceki askerlerle aynı rüyaları görüyor” denirken bu büyümüş de küçülmüş yetişkin oyuncuların Sisifosvari çabaları saygı uyandıran, yorucu bir tempoya ulaşıyor.

Bir sonraki sahnede ezilmiş kola kutuları, trafik levhaları, buz patenleri, sebze kasaları, şilteler vatan toprağında yuvarlanırken yukarıda iki müzisyen sağa ve sola konuşlanmış, biri gitar biri de trompet, neşeli bir parça çalıyor.

Kayıp vatanın ruh çağırma seansı gibi geçen oyun boyunca çoklu hezeyanların güçlü bir biçimle birleşmesine tanıklık ediyoruz. Oyun biçimsel buluşların çalışmadığı bir evreye geçene dek son derece ilginç ilerliyor. İki kolu ve bir bacağı gözümüzün önünde ampüte edilen adam “Platon’un yazdıkları yasaklandı, korolar kapatıldı, kimse keman çalmaz oldu” diye hayıflanırken oyun yazarının zihnindeki sanatsal sınırlara çoktan varmış olduğumuzu teyit ediyoruz. Belki ilk kez gerçek anlamda örtüştüğü düşünülebilecek metin ve reji arasındaki ortaklık can sıkıcı bir noktaya varıyor. Geçen sene Abdullah Ezik ile birlikte 15. Gürcistan Tiyatro Vitrini üzerine kaydettiğimiz “Tiflis Defteri II” başlıklı podcast serisinde dramaturg Yaşam Özlem Gülseven’in de başka bir bağlamda söz ettiği gibi, bu ülkedeki tarihsel hesaplaşma geriliminin tiyatrodaki yansımaları Türkiye’den gelen bizler için bile şaşırtıcı seviyelere varabiliyor.

Künye
Yazan:
Dimitri Dimitriadis
Yöneten: Mikheil Charkviani
Sahne Tasarımı: Mikheil Charkviani
Kostüm Tasarımı: Anano Mosidze
Müzik: Erekle Getsadze
Yönetmen Asistanı: Ekaterine Gabashvili
Oyuncular: Marina Jokhadze, Ekaterine Demetradze, Kakha Kintsurashvili, Giviko Baratashvili, Andro Chichinadze, Luka Japaridze, Baia Kereselidze, Keti Javakhishvili, Maro Makashvili, Tornike Lazashvili

Zeynep Nur Ayanoğlu

Zeynep Nur Ayanoğlu çevirmen ve kültür girişimcisi. AICA üyesidir.

İki sezon boyunca Zilberman Gallery’nin podcast serisi “Podium Zilberman”ı (2020-2022) hazırlayıp sunmuştur. 5harfliler için sanat söyleşileri yapar. On İkinci Ev, Türkland ve Fotoroman Kralı tiyatro oyunlarının iletişim danışmanlığını yürütür. Yurt içi ve yurt dışı kurumsal ve kişisel ilişkilerinde ve metin üretimi konusunda sanatçı ve oyunculara danışmanlık verir. Ulusal ve uluslararası kültür sanat etkinliklerine katılır; iletişim danışmanlığı kapsamında program geliştirir, fonlara başvurur ve fon sürecini yönetir. Sanat galerileri için katalog çevirir, metin yazarlığı ve editörlük yapar.

Fotoğraf: Kadir İncesu

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Boulevard du Temple, Paris (1838)
Önceki

Dünyanın Bilinen En Eski Fotoğrafları

Dilsiz 30 x 46 cm 3+1 Edisyon, Fine Art Baskı 2018, İstanbul
Sonraki

Rüya Eskizi: Erdem Varol’dan Rüyalar Üzerine Bir Seçki

Kaçırmayın!

Bir Delinin Hatıra Defteri

Gogol’un Unutulmaz Eseri Ayrıntı Yayınlarından Çıktı

Ayrıntı Yayınları, Rus edebiyatının en önemli ve en güçlü isimlerinden,
Sonrası: İnsan İzlerinin Çözülüşü

Sonrası: İnsan İzlerinin Çözülüşü

Galeri 77, sanatçı portföyünden Karen Arakel, Roman Babakhanian, Mehmet Resul