Bu anlamıyla Satı da, resimsel yolculuğunu biraz da vitesi boşa alarak yapıyor, diyebilir miyiz? Bilincin kısıtlayıcı etkilerinden uzaklaşarak elde ettiği renkli, yer yer çöküntülü görüleri bizimle paylaşıyor, adeta algının kapıları aralandıktan sonra varılan o diğer dünyayı fısıldıyor.
Aslında Nejat Satı’nın resimleriyle ilgili sözü almak için kaleme sarıldım, ancak görüyorum ki Satı’nın kişisel çıktısında kendi yaşantısını da barındıran pek çok girinti var. Sözgelimi eczacı bir anne, “şeker de sandım ilacı” kabilinden bu eczanede tanışılan uyarıcı kullanımı da, sanıyorum buna dâhil. Ancak Satı’ya benzer çağcıl soyut ressamlar bulabiliriz, Satı’yı ayıran nedir?
Yazının yazılma vesilesi, eserlerin bir derlemesi niteliğindeki “Nejat Satı: Colour as psychological balance” isim kitap. Başlığındaki psikoloji ilmine dair atfa rağmen, Satı bana kalacak olursa soyut bir ressam değil, onun en çok yanlış anlaşılan özelliği bu, bana öyle geliyor ki. Satı, hala ve yine fenomenle, algıyla, algıdaki kırılmalar ve onların Rimbaud’nun tabiriyle “kasıtlı bozulmalarıyla” ilgileniyor. Belli bir kafa yaşıyor ve yükseldiği bu kafada, bu irtifa anında gördüklerinin kaydını tutuyor.
Onun ilgisini çeken şey soyut bir “kompozisyon”dan ziyade, bu frekans, bu bilinç tutulması ve onun resim sanatına yaptıkları.
İmgeye düşmek, imgeden düşmek
Hal böyle olunca, Satı’da gerçekleşen konumlanma, bana soracak olursanız aşağıdan yukarıya çıkmaktan çok, yukarıdan aşağıya, yani resimsel olana inmek şeklinde. Kimisi kafaları yükseltmek için tuval başına oturur, kimisi de yükselir ve oradan tuval denen havuza bir sıçrayışta balıklama atlar. Satı, ikinci cinsten; bazen de çakılıyor, haliyle.
Resimsel imgenin yoğrulduğu pek çok kavşak olabilir, bir görü, vision nerelerden, hangi eşiklerden geçerek resimsel olanın diline tercüme edilir, bana kalırsa Satı bunları kendi işine yarayacak derecede biliyor. Ama bir başka konusu var ki, bence onu algılamak, resimlerine bakıp kafayı bulmaktan bir parça daha zor. O da, çocukluk ve masumiyet ile kurduğu ilişki. Baştaki mesele, kısacası “ilacı şeker sanma” konusu.
Satı gerçekten de, tanımadan söylüyorum ki naif de sayılabilecek bir karakter. Onda farmakolojik bilginin, onu iyileştiren, hummalı ateşlerden kurtaran bu bilginin bir anda aleyhine, zıttına dönüşerek onu esir alan halüsinatiflere evrilmesinin getirdiği çöküntü hissini de, bulmak mümkün. Bir anlamıyla yaşantısından süzdüğü şeyler arasında, bir çeşit “masumiyet kaybı” da var.
Annesinin ecza dolabından kurtarılmış bir bilinçdışı bölge yaratan Satı’da huzur, çok zorlu bir depresif-melankolik nabzı da barındırıyor. Dolayısıyla bu renkli, hani bana neredeyse Fikret Mualla’nın caz konulu resimlerindeki rengarenk lambaları hatırlatan cıvıltılı işlerin arkasında, bir çeşit patoloji, bir bağımlılık anatomisini de belli belirsiz seziyoruz. Aynı Mualla gibi, kendi üzerine çöken bir karakterin özgül ağırlığı, yani, suya düşen bir boya veyahut da, bomba.
Savaş dolu bir dünyada erkek olmak
Çoğu insan, savaş mı? Orada bir yerde, işte, diye cevaplayacaktır sizi. Sanırlar ki savaş uzakta bir yerdedir. Ama kimisi için, hakikaten savaşın kaçınılmaz ve tercihen nikah gibi kıyılabilir olduğu bir dünyada yaşıyor olmak, gerçekten de acı verici bir şeydir. İşte halüsinatifler, insanı bu duygudan, bu kaçınılmazlık duygusunun dizginlerinden uzaklaştırır, o dizginleri boşa alır.
Meşhur anılarında1 Thomas de Quincey, dünyanın azabından kaçarken esrara nasıl an be an bağımlı hale geldiğinden bahseder, bu bahse sanrılarına verdiği epik ve masalsı oylumlar da dâhil. Öğrenciliğindeki yoksulluğun getirdiği acılardan uzaklaşmak isterken tuttuğu bu yol, sonunda onda uzun süreli bir kullanıma yol açmıştır. Epey de övgü doludur, bu anlamda, eczanelerde satılan bu merhemle ilgili düşünceleri.
Bu anlamıyla Satı da, resimsel yolculuğunu biraz da vitesi boşa alarak yapıyor, diyebilir miyiz? Bilincin kısıtlayıcı etkilerinden uzaklaşarak elde ettiği renkli, yer yer çöküntülü görüleri bizimle paylaşıyor, adeta algının kapıları aralandıktan sonra varılan o diğer dünyayı fısıldıyor.
Platon’un Oluş ve Olmak arasında yaptığı ölümcül ayrıma dikkat çeken Huxley’den alıntılarsak:
“O zavallı dostumuz [Platon – ç. n.] kendi içsel ışıklarıyla parıldayan bir demet çiçek görmüştür ve yüklendikleri anlamların basıncı altında titriyorlardır; bir gülün, süsenin ve karanfilin onca yoğun bir biçimde gösterge oldukları şeyden ne daha fazlası, ne de azı olduğunu asla algılayamamıştır – aynı anda sonsuz yaşam olan bir fanilik, aynı anda saf Oluş olan bir daimi ölüm, bir dakika demetinde, nadir bir anda, üzerine konuşulamaz ancak yine de kendinden aşikar bir paradoksla, bütün varoluşun kutlu kaynağı olarak görünür.”2
Belki de Satı’nın yolculuğu da biraz bu “çilek tarlalarına” doğrudur, ne dersiniz?
1 – Bir İngiliz Afyonkeşin İtirafları, Thomas de Quincey, çev: Fuat Sevimay, Kafka Kitap, 2020.
2 – Sf. 9, The Doors of Perception, Aldous Huxley, Chatto & Windus, 1954, [çeviri bana aittir].