Hiç şüphesiz özlemişsinizdir beni, içinizden soruyorsunuzdur “Nerelere kayboldu bu hatun?” diye. Şu sıralar hayatım, dördüncü romanımı yekpare bir düzende yazmakla, İstanbul kışının bohem atmosferine yaraşırcasına sanatsal etkinliklere katılıp sosyalleşmekle geçiyor; adeta koşarak. Elimde değil, beni de doyuran bu; sanat… Bu arada, köşe yazılarımı ihmal etmiş olduğum –pek tabii– aklımdan çıkmış değildi. Arayı açmam, biraz da yazılarımı çılgınca özlemenizi istediğimdendir belki, kim bilir?
2020’ye girer girmez yazmaya başladığım son romanın, alabildiğine kasvetli bölümünün üzerinden geçerek sonunda yarısından çoğunu tamamladığımdan olsa gerek, o da benim üzerimden kasvetiyle geçip başıma ağrılar sokunca, bir mola vererek tam evin içinde volta atacakken, vazgeçip bu yazıya başladım. Çünkü haliyle gidip gezdiğim bir sürü etkinlik ve tiyatro vardı ve bunları sizlerle paylaşmamak ayıbın ötesi olurdu. Ki zaten cümlelerini yalnızca kendi kitaplarına saklamayan bir yazar olduğumun gayet farkındasınızdır diye düşünüyorum. Bir İskandinav’dan daha İskandinav olduğumu söyler bazı iyi tanıdığım İskandinavlar. Bu yüzden bana ziyadesiyle değer veren bir arkadaşım özellikle aramış, bulmuş Hedda Gabler oyununu. Kendilerinin incelikli düşünen aklına buradan teşekkür ederim.
Norveçli tiyatro oyunu yazarı Henrik Ibsen’in entelektüel kaleminden çıkarak, ilkin 1891 yılında sahnelenen bir oyundur. Ön araştırmalarımdan edindiğim bilgilere göre, gösterimi sonrasında dönemin ahlak yapısına uymadığı için bir hayli eleştirilmiş, oysa Hedda Gabler’in bir tiyatro klasiği olmasını kimsecikler engelleyememiş. Neymiş? Olacak olanın önüne asla geçilemezmiş. Oyunu, “can sıkıntısının tredyası” olarak tanımlıyor kadim eleştirmenler. 19. Yüzyılda kadının eril düzende kendini var etme çabası vurgulanınca tadından yenmiyor gibi görünüyor, değil mi? Eh, nihayetinde, ülkemizin saygıdeğer tiyatro oyuncularının yer aldığı bu klasik, Caddebostan Kültür Merkezi’nde, ta dibimizde sahnelenince kaçırmadık, üzerine afiyet bir de yemek yedik. İçinizde, Demet Evgar’ı tanımayan ya da sevmeyen yoktur herhalde. Sesi iyidir, mimikleri şahanedir, oyunculuğuna diyecek yok zaten. Bizim Hedda Gabler’imiz ta kendisi. Çok başarılı bir performansla karşımıza çıktığını belirtmeden geçemeyeceğim. Bir kadının panik ataklarını, kendine zorla dayatılan toplum normlarını –özetle iç dünyasını– belirli aralıklarla sahne ışığının neon tonlarda değişmesi altında sergilediği koreografik dans performansları sayesinde pek güzel yansıttı. Sonuçta hayatı yaşanılır kılan amaçtır, insanın kendine ait olan, başkasının zorla dayatmadığı o ulvi amaç. Bu amacın var olmadığını görürse insan nasıl tutunabilir ki hayata? Hedda da böyle bir kadın, kendine ait hissetmediği bir hayatı yaşamaya mahkûmken, sadece güzelliği dillere destan bir eş, bir sevgili olmaktan öteye gidemediğini görünce, işler sarpa sarıyor, ortalık karışıyor ve son sahnede bizi paramparça ediyor. Aslında oyunda vurgulanmak istenen can sıkıntısına ironik olarak, oyunun ne kadar hızlı bittiğini bile anlamıyorsunuz; sıkılmıyor canınız. Diğer oyuncuları da çok başarılı bulduğumu belirtmeliyim. Demet Evgar’ın yanında, özellikle Tolga Çiftçi ve Osman Karakoç’un akıcı oyunculuğuna hayran kaldım. Bu kez sözü fazla uzatmadan, tadı damağınızda bırakırcasına bu kadarını anlatıp, Hedda Gabler’in iç dünyasına şahit olup, izlemeniz için sizlere tavsiye etmekten ileriye gidemiyorum oyunun zevkine varasınız diye.
Ajandamız yoğun, hatta bu haftasonu, Agatha Christie’nin fevkalade eseri olan On Küçük Zenci’nin tiyatroya uyarlanmış halini, işin aslı Türkiye galasını 8 Şubat’ta görmeye gideceğiz ki dahası da var. Sonrasında 9 Şubat’ta izlememiz gereken göz kamaştırıcı Oscar Törenini de kesinlikle unutmamak lazım. Anlaşılan o ki, aradaki kör olası saat farkı yüzünden, Oscar Töreni için adeta sabahlayacağız önümüzdeki Pazar gecesi. Ha bir de, elimde uzun bir film, dizi ve kitap listesi var, hatta aralarında Netflix’in Ragnarok dizisi de var ki, merak ediyorum kıymetli tanrılarımı, ama şimdilik Edda’ya gidişim elimdeki roman bitene kadar bir süre beklemek zorunda, zaten Parçalanmış Yansımalar’da oralarda epey takılıp direndim. Ragnarok’u izlediğimde, onu da –geç de olsa– yazıya dökeceğimden emin olabilirsiniz. Sanatla yatıp, sanatla kalkmanız dileğiyle.