Kurgucu ve Yönetmen Gamze Terra ile Söyleşi

Mevcut sisteme olan eleştirisini ve direnişini kamerasıyla gerçekleştiren Gamze Terra ile belgeseli ‘Kökler Arasında”yı konuştuk.

GAMZE TERRA
GAMZE TERRA

-Kendini tanıtır mısın?

1990 yılında Aydın’da filizlendim. İlk zorunlu göçüm üniversite için İzmir’e taşınmamla gerçekleşti ve orada sinema okudum. Mezun olduktan sonra da İzmir’den kopmam biraz zaman aldı. Çünkü İstanbul’a hemen taşınıp kendimi kaybetmek istemedim. Ne yapmak istediğime ve neyin benim için sürdürülebilir olduğuna karar vermek gibi bir keşif sürecim oldu. Okul esnasında kafa bazen çok fazla meşgul olabiliyor ve spesifik olarak ne yapmak istediğinize karar vermek uzun sürüyor, belki de bu benim mezun olduğum bölümle ilgiliydi.

Üniversite yıllarında ekoloji direnişlerine, kadın eylemlerine, lgbti+ yürüyüşlerine ve etkinliklerine hep kameramla giderdim. Sonucunda çok arşivleme ve belgeleme arzusuyla kayıt altına alırdım. Sonra bunları birleştirdikçe kurgudan zevk almaya başladım ve kurgu yapmaya başladım. İlk gerçek işim de kurguculuk oldu, halen devam ediyorum. Bir yandan video gazetecilik yapıyorum ve yakında gerçekleştireceğim belgesel filmimin hazırlıklarına devam ediyorum.

-Doğa ve hayat kelimeleri sana ne ifade ediyor?

İkisi birbirinden çokta farklı kelimeler değil fakat ortak bir cevap vermek gerekirse insanların kendi bencillikleri için el birliğiyle mahvettiği şeyler olarak ifade edebilirim.

Kurgucu ve Yönetmen Gamze Terra ile Söyleşi

-Tohumlara odaklanma sebebin nedir?

Ertesi ekim yılı için bu yılın tohumlarından ayırmak, onları ekmek, o döngünün her yıl gerçekleşmesi… bunlar benim kendimi bildim bileli etrafımda gelişen ve bana çok olağan-normal gelen süreçlerdi.

Ayırt etmem aslında daha büyük şehirlere gidip, ne yediğimle ilgilendiğim ve sorguladığım bir dönemde oldu. ”ne yersek o’yuz?” gibi bir yazıyla karşılaştığımı hatırlıyorum. Aslında gıda meselesinde işlerin iyice çığrından çıkmaya başladığı, kimyasal tarım ilaçlarının sofralarımıza davetsiz gelmesiyle bu odaklanma hız kazandı. Çünkü tohum, beslenme zincirinin ilk halkası ve değerli. Kısacası ne tüketiyordum? Gerçekten vücudum için yararlı olan bir gıda tüketip kendimi gerçek anlamda besliyor muyum, yoksa bilerek kendimi mi zehirliyordum? Fukuoka’nın Ekin Sapı Devrimi ve Vandana Shiva’nın tarımla ilgili kitaplarını da o süreçte okudum ve bu benim için politik bir mesele haline geldi.

-Tohumların belgesele dönüşme fikri nereden geldi?

Bir önceki soruyla da bağlantı olarak bunları düşünürken zaten hali hazırda arşivlemek için kayıtlara başlamıştım. Aydın’da tohumla ilgili çalışmalarını fonsuz bir şekilde sürdüren Karaot Tohum Derneği’nde daha fazla zaman geçirmeye başladım. Feray Karapınar’la birlikte kayıtlar aldık. Bir diskin içerisinde yıllar boyu beklediler. Tam 4 yıl sonra kendimde bunu kurgulama gücü bulduğumda başladım ve kendiliğinden akıp gitti. Yani belgesel yapma fikriyle çıkılmayan yolculuk, masanın üzerinde çeşitli video materyallerinin yığılmasıyla beraber bir belgesele dönüştü diyebilirim. Bu da benim için direnmenin başka bir yolu.

-Gözlemci ve konunun üzerine düşün olarak bildiklerin ve gördüklerin kadar yerli tohum ve sürdürülebilir tarım hakkında neler söylersin?

Küresel tohum şirketleri dünyada çok korkutucu bir hegemonya, devlet politikaları ve çıkarlarıyla ne yemek istediğimize karar veriliyor. Bu çemberin dışında durup, buna biat etmeyen birçok çiftçi var. Fakat bu maalesef kanunlarla dayatılıyor. Tohum takasları aracılığı ile kişiler yerel tohumlara sahip olabiliyor, satmak yasak hala. Devletin uygun gördüğü tohumları kullanıyorsun ve zaten ondan da verimlilik almak için zehirle besliyorsun. Aynı zamanda toprağı da geri dönülemez bir zehire boğuyorsun. Korkunç bir döngü sürekli bu şekilde devam ederken, tüketici markete, pazara gittiğinde o topraklardan çıkan gıdayı yemek durumunda bırakılıyor.

Bu döngünün kendini çıkartan çiftçiler ve yerel tohum dernekleri var elbette, faaliyetlerine devam ediyorlar. Özellikle bu sürdürülebilirliği sağlayan da kadınlar, her yıl tohumu almak-ayırmak, onu tekrar ekmek onlar için çok iç güdüsel bir hareket- özellikle çevremde olan kadınlar. Kadınların tohum almayı bırakmasıyla birlikte biyoçeşitliliğin hızlıca yok olacağına inanıyorum. Genç insanların da eskiye oranla bu konuya olan ilgisi çoğalmaya başladı. Kentin içinde oluşturdukları oluşumlarla çok güzel çalışmalar yapıyorlar.

– Yerli tohum veya organik beslenme adına sen neler yapıyorsun?

Ben çekimleri yaparken tohum biriktirmeye başlamıştım, fakat bu birikim gelecek adınaydı. İstanbul’da bir apartman dairesinde, her ne kadar bir bahçeye de sahip olsam da yeterli olmuyor ve gereken özeni gösteremiyorum. Biriktirdiğim tüm tohumları bağışladım. Bir kutunun içerisinde yıllar boyu çürütmek çok mantıksız geldi, her yıl iklim şartlarına uyumlanabilmesi için ekilip tekrar alınması gerekiyor. Şehirde zorlaşan durumlara tek çare, bazı semtlerde her hafta açılan organik pazarlar. Fakat pahalı olmasından dolayı çok fazla tercih edilmiyorlar. En azından en çok tükettiğim belli başlı şeyleri oradan almaya özen gösteriyorum.

– Peki tekrar bu tarz ekolojik belgesellere devam edecek misin?

Gerçekleştirebildiğim ve bu dünyada var olmayı sürdürebildiğim sürece, elbette. Bazen çok fazla umutsuz olabiliyorum ve üzülüyorum ama yola çıkıp çekim yaptığım, tüm bu olup bitenlere direnenlerle birlikte dayanışmada olduğum ve kayıt altına aldığım sürece kendimi çok dirençli ve özgür hissediyorum. Bu benim direnme yolum çünkü.

Sevgili Gamze, yoğun tempona rağmen zaman ayırdığın bu keyifli söyleşi için teşekkür ederim.

1988 doğumlu, Sanat ve Kültür Yönetimi mezunu, sanat ve kültür meraklısı.