Tracey Emin’i ilk kez 1994 yılında eski Gramercy Park Hotel’in küçük bir süitinde görmüştüm. 90’ların ortasında New York sanat ortamını istila eden YBA’lardandı (Young British Artists—Britanyalı Genç Sanatçılar); ABD’de ilk kez, sonradan devasa Armory Show’a dönüşecek olan Gramercy Uluslararası Sanat Fuarı’nda çıkmıştı. Güç, tutku, umursamazlık ve terk edilmişlik timsali Emin, tuttuğu günlükten alınmış gibi duran cümlelerin yanı sıra ailesinden birilerinin ve yaşadığı yerlerin adının dikili olduğu bir yorganın altında uzanmış yatakta sigara içiyordu. Sanatçı olarak rahat ama inatla yarı deli bir duruşa sahipti.
Emin kendi ülkesi İngiltere’de efsaneleşecekti ama ABD’de hiçbir zaman aynı ölçüde ortalığı kasıp kavurmadı. Eldeki şablonlar karşısında o kadar norm dışı kalıyordu ki 1998’de yaptığı My Bed (Yatağım)[1] gibi yerleştirmeleri ve esrik, trajik tablolarıyla sanki bir güldürü operası veya “shock-your-nana”[2] sanatıymış gibi yanlış yerlere çekildi; ya da Damien Hirst’ün dağınık kadın versiyonu muamelesi gördü. Halbuki o her şeyi birden yapan büyük bir sanatçı. Kadınları genellikle gerek kendini istismar gerekse tatmin eden iğrenç (abject) pozlarda gösteren neon işler, çizimler, baskılar ve heykelleri var. Üstelik mesane kanseri gibi berbat bir hastalığa yakalandığı hâlde günden güne toparlıyor. Üç yıl önce geçirdiği zorlu ameliyatın ardından artık ürostomi torbası takmak zorunda; kronik sırt ağrıları çekiyor ve idrar yolu enfeksiyonundan mustarip. Organı yerinde tutacak bir şey olmadığından kalın bağırsağı çökmeye devam ediyor ve bu süreçte dayanılmaz sancılar çekiyor.
Emin’le pandemide Instagram’dan mesajlaşmaya başladık; birbirimize kanser hikâyelerimizi anlatıyorduk, o bana kendi yaşadıklarını, ben ise ona eşimin yaşadıklarını. Geçen yıl New York Sanat Akademisi’nde sahnede sohbet ettik; yakın zamanda ise uzun süredir iş yaptığı Jay Jopling’in kurduğu New York’taki White Cube’da açılacak olan “Lovers Grave” (Aşıklar Mezarı) sergisi vesilesiyle telefonda konuştuk. Sohbetlerimiz hiçbir zaman gelecek hakkında olmuyor. Sadece şimdiden bahsediyoruz. Emin’e işleri hakkında ne hissettiğini sorduğumda, gençliğinde yaptığı kros koşularından örnek verdi. “Çok hızlı koşmayı bir şekilde başarır ve her zaman gerçekten iyi sürede bitirirdim,” dedi. “Sanat kariyerimi ve hayatımı yine öyle görüyorum. Bir süredir hafif koşu hâlindeydim ama artık sona yaklaşıyorum, veda vakti geliyor, depar atmam lazım. Bunun şöyle harika bir yanı var. İnsan ciddi bir hastalığa yakalanıp onu atlattığında, artık hiçbir şekilde boş işlerle vakit öldürmüyor.”
Bu yeni resim serisi son derece kişisel. Aşk hayatınla ilgili. Terk edilmekle, ölüm ve neşeyle ilgili. Aynı zamanda bir kefaret, bir kurtuluş duygusu da taşıyor gibi görünüyorlar.
Tutkulu bir aşk yaşamak çok güzeldir ama bir bakıma trajiktir de. Pompei’de birbirine sarılmış iki aşığın kül bulutu içinde öldüğü sahneyi bilirsiniz. Sonsuza kadar birlikte olma fikri işte bu. Bu yüzden resimlere “Aşıklar Mezarı” adını verdim. Burası neşe, aşk ve sonsuzluğun yeri ama aynı zamanda bir vaat; sanırım bir öteki dünya vaadi. Bu işler ruhumun dışa vurumu. Hastalandığımdan beri ruhumu yansıtmak benim için git gide daha büyük önem kazandı çünkü hepimiz zaman kısıtıyla yaşıyoruz. Bana fazladan zaman verildi; sıçıp batıramam. Bir şeyi neden yaptığım konusunda net olmalıyım. Herhangi bir art niyet güdemem. Tablo satmak istediğim için üretemem.
Resimler senin hakkında kendi bildiğinden fazlasını söylüyor, diyebilir miyiz?
Falcıya gitmek gibi bir şey bu. Resimlerim üzerine düşünmek epey vaktimi alıyor. Bazen onlara dokunmaya korkuyorum. Sanki resmin kendi hayatı varmış, kendine has bir biçimde nefes alıyor ve yaşıyormuş gibi geliyor.
Ama aynı zamanda sensin bu. Resimlerde uzun bacaklı güzel bir kadın görüyoruz. Bazen baskın bir figür, bazen kıvrılıp yumak olmuş, bazen de esrik.
Evet, benim o. Gerçi hiç ayna kullanmıyorum. Fotoğraf da hiç kullanmıyorum. Bazı çizimlerim çok iyi değil; ya da çok akademik değiller diyeyim. Bazen de çok iyiler. Hepsi zihnimden kopup geliyor, bir mağara kadını çizmiş gibi.
Şu anda New York’ta bir serginin olması nasıl bir duygu?
Gerçekten heyecanlıyım. Özel gösterim kartının basılı kopyası daha yeni elime geçti. Bu sabah yatakta oturmuş ona bakıyordum, resmen ciyakladım. Rothko’yu düşündüm, Pollock’u, Truman Capote’yi düşündüm. New York hakkında uzun zamandır böyle şeyler geçmiyordu aklımdan. Üstelik sadece ben değil, Jay de aynı kafada. İkimiz de altmış yaşındayız. Düşünüyorum da, siktiğimin işine bak, otuz yıllık çabalarımın doruk noktasındayım.
Her şey Gramercy Park Hotel’deki sergiyle başladı.
O zamanlar sanat kariyerimin hiçbir önemi olmadığını, hiçbir zaman da olmayacağını düşünüyordum. Jay’s’te bir sergi açıp ona büyük retrospektifim adını vermiştim çünkü tek sergim bu olur sanıyordum. Şimdiye kadar yaptığım tüm işlerin görüntülerinden derlenmişti. Fotoğraf olarak basıp daha sonra rozete çevirerek elimdeki son tuval parçasına diktiğim küçük küçük görüntüler. İşin arkasındaki duygusallığı benden başka kimse bilmiyordu. 1993 yılında samimi olmak katiyen moda değildi.
Sonra senin işlerin bir şekilde “ironi yapmazsa ölecek” YBA (Britanyalı Genç Sanatçılar) grubunun işleri arasında anılmaya başladı. Ben sende inanılmaz bir açıklık, dürüstlük ve kırılganlık görüyordum. Nasıl olduysa onlarla aynı kefeye kondun.
Tam olarak aynı kefeye kondum denemez, o dönemde çoğuyla arkadaştık ve Carl Freedman ile bir ilişkim vardı. Ayrıca Sarah Lucas ile birlikte bir dükkan işletiyorduk.[3] Mat Collishaw ile uzun süreli bir ilişkim oldu. Jay o zamanlar çoğu YBA’nın işini sergilemiştir. Yani işlerimle bir parçası değilsem de şahsen kesinlikle onlardandım. Büyük bir kişiliğim vardı, eğlenmeyi seviyordum, YBA’lar da eğlenmeyi kesinlikle seviyordu. Ne yazık ki işimiz yerine bu konuda ün kazandık. Amerika’da sıfır kariyerim olduğu için hep üzülüyorum ama 90’larda benimle ilgili algıya baktığımda[4] şaşırmıyorum. Bakın, kovboy çizmeli sarhoş parti kızı geliyor.
Bunun özellikle Amerika’da işlerinin kabul görmesinde nasıl etkisi oldu sence?
Amerika’da başarılı bir sanatçı olmak için gereken şeylere sahip değilim. O taşak bende yok, olsun da istemiyorum. Çok maçolar, çok büyükler, çok gevşekler… Yürürken yerlere değiyorlar, öyle değil mi ama? Benim taşaklarım göğüs kafesimde, kalbime yakın. Ondan ödün veremedim, yapamadım. Şimdi bu durumdan çok memnunum. Belki beş altı yıl önce değildim. Ama bugün işimden ve insanların beni algılayış biçiminden sahiden memnunum. Ayrıca bu noktada özür dilemek isterim. Davranışlarım için özür dilerim. Sanat konusunda ne kadar ciddi olduğumu size bir şekilde bildirmediğim için özür dilerim. Saygısız göründüğüm, umursamıyormuş gibi davrandığım için özür dilerim. Sanatı dünyadaki her şeyden çok önemsiyorum. Belki de reddedilmekten korktuğum için bunu herkesten saklıyordum.
Halbuki senin işlerine bu yönüyle aşık oldum ben. 2000’lerin başında bir kadın resmi gördüm, figüratif bir resim. Kadınların düşündükleri, hissettikleri, yaşadıkları hakkında duymamam gereken düşünceleri duyuyormuşum gibi geldi. Bugünlerde bunu sanatta çok daha fazla görüyorum ama o zamanlar hayret etmiştim.
“Me Too” hareketi ve insanların seslerini çok daha yüksek çıkarması sayesinde benim için işler çok değişti. Oysa yirmi yıl önce kimse sesini çıkarmıyordu. Çalışmalarımın çoğu benimle ilgili değildi, benim gibi kadınlarla ilgiliydi.[5] Benim sınıfımdan gelen, aynı geçmişi paylaştığım insanlar. Benim gibi karışık ırktan insanlar. Benim gibi çocukken yoksulluk çekmiş insanlar. Benim gibi tecavüze uğramış insanlar. Benim gibi iki kürtaj yaptırmış ve biri çok ama çok yanlış gitmiş insanlar.[6] Benim gibi çocukken cinsel istismara uğramış insanlar. İstismar edilmediyse de benim gibi ergenlik çağında seks yapmış insanlar. Bu konularla ilgili işler yapıyordum ve “Of bu da yine başladı kürtaj, tecavüz konuşmaya,” diyorlardı. Sikeyim böyle işi, evet, yine başladım tecavüz konuşmaya çünkü on üç yaşında kızlar tecavüze uğramamalı. Benim büyüdüğüm yerde tecavüze uğrar, ertesi gün kalkıp okula giderdiniz. “Ne olmuş buna?” diye sorulduğunda “Dün gece evine zorla girmişler,” denirdi. Tecavüzden bahsederken kullanılan dil buydu.
Bununla ilgili bir iş yaptım ve ne oldu biliyor musun? İnsanlar bundan hoşlanmadı. Çünkü kimse böyle şeylerin olduğunu kabul etmek istemiyor. Kimse sekiz yaşındaki bir çocuğun cinsel istismara uğradığını da kabul etmek istemiyor. Kimse böyle şeyleri düşünmek istemez. Ama ben bunlarla ilgili işler yapıyorum.
Sanatçı olduğunu sence ne zaman anladın?
Hayatımda başka bir şey yapmadım. Hiçbir şey. Birkaç yarı zamanlı işim oldu. 90’ların sonuna kadar beş parasızdım. Benim için paranın hiç önemi yoktu. Tek önemsediğim, sanatçı olmaktı. Asla başka bir şey yapmak istemedim. On üç yaşında okulu bıraktım, yirmi üç yaşında sanat diplomamı aldım. Akademik olarak zihnimde büyük bir boşluk vardı. İçine istediğim kadar sanat ve gerek duyduğum kadar görsel ilgi sığdırabileceğim büyük bir gedik. Sanat okulundan ayrıldıktan sonra iki yıllık yarı zamanlı bir felsefe kursuna gittim. Harikaydı. Beynim okulda bir sürü saçmalıkla doldurulmadığı için istediğim her şeyi içeri buyur edebileceğim bir alanım var gibiydi.
On üç filandım, Egon Schiele ve Edvard Munch aşık olduğum ilk sanatçılardı. Okulda Roy Lichtenstein ve Andy Warhol’u öğrenmiştik, aklımdaki sanat bundan ibaretti, ki bu hâliyle de havalı sayılırdı. Ama sonra Schiele ve Munch’u keşfettiğimde, benim sanatım bu, dedim. Onları dost bildim.
2020’de Londra’daki Kraliyet Sanat Akademisi’nde Munch’un işlerini içeren bir sergi açtın, seçtiğin bazı işleri kendininkilerle beraber gösterdin. Bence ikiniz de kadınlara büyük ve derin bir sempati besliyorsunuz. Senin kadınlarınla onun kadınları arasında nasıl bir bağ var?
Munch sadece kadınları resmetmiyordu; işlerine kendi hislerini, suçluluk duygusunu, başarısızlıklarını ve her şeyi kabullenişini de yansıtıyordu. Bir keresinde New Yorklu bir sanat tarihçisi stüdyomda benimle bir katalog için röportaj yapıyordu; çekyat gibi bir şeyde hafif kıvrılmıştım, elim şöyle geride duruyordu, dizimi de şöyle kırmıştım. Bana “Matisse’in siluetlerinden etkilendiğiniz çok açık,” dedi. “Yo, yok öyle bir şey,” dedim. “Apaçık etkilenmişsiniz işte,” dedi. “Yok artık, neresi apaçık,” dedim. “Bütün figürlerinizde bacak dizden kıvrılmış, kol başın arkasında,” dedi. Öyle deyince kanepede Matisse’in elinden çıkma bir iş gibi uzandım ve dedim ki, “Ne yani, böyle mi yapıyormuşum? Bu benim vücudum, ben buyum. Duruşum Matisse figürüne benziyor diye ondan etkilenmiş mi oluyorum? Bana kendi bedenime sahip olmadığımı ve onu kontrol edemediğimi mi söylüyorsun?”
Munch’u çok ilginç kılan bir şey var, kendisini resme dâhil etmesi. Munch kadınlara gerçekten hayrandı, onları seviyordu ama Picasso ya da diğer sanatçılar gibi ilham perisi olarak değil. Onları bir tür duygusal sıçrama tahtası olarak seviyordu. Kıskançlığı, korkuları, suçluluk duygusu, kibri ve yaşlanma korkusu konusunda çok açıktı. Benim için Munch hem bir sanatçı hem de bir radikal olarak çok dürüst, çok havalıydı. Düşünsenize, 1890’da misket limonu yeşili, kiraz pembesi kullanıyor. Çılgın çılgın resimler yapıyor. Erkeklerin duygularını ifade etmediği, hatta kimsenin duygularını ifade etmediği bir dönemde duygularını ifade ediyor. Munch’la ruhen akrabayız.
Birçok insan kanser haberini Munch sergisi esnasında aldı.
Sunday Times’a röportaj verecektim, bir gazeteci beni görmeye geldi. Eve girdi, ben yatıyordum, yukarı çıktı. Öğlen saatleriydi, hâlâ yataktaydım. “Gece uzundu herhalde,” dedi. Ben de, “Hayır, kanser oldum,” dedim. Hep beklediğim bir andı. Gazeteci, “Aman Tanrım,” dedi. Bu konuyu ilk kez o zaman açtım. Kadın Munch ile olan sergimin ön izlemesini yazdığı gibi haberler patladı, herkes beni konuşuyordu. Tanrım, bir de ölseymişim kim bilir ne olacaktı, diye geçti aklımdan. İngiltere’de durum gerçekten çok acayip. Beni sanatçı gibi görmüyorlar. Maskot gibi bir şeyim onlar için, ulusal hazine filan. Ölüp gitmem isteyecekleri son şey olur. Ama sanırım kanser konusunda çok şanslıydım, karantinada yakalandım, bu sayede kaçırdığım hiçbir şey olmadı. Diğer bir şans da kimsenin beni özlememesi oldu, nitekim herkes herkesi özlemekle meşguldü. Bu sayede özel hayatımda çok hastalanıp ölümden dönsem de sonrasında kamusal hayata yeniden katılabildim.
Kanser olduğunu nasıl öğrendin?
Eve kapanma dönemiydi, eski evimin çatısındaydım. Tam bir Mary Poppins sahnesi; çatının saçağında oturuyorum, çıplağım, papaz komşum alt katta çay partisi veriyor. Şampanya içiyorum, elimde kadeh ayağa kalkıp “Merhaba papaz bey,” diyorum. Beni göremiyor. Çok komiğime gidiyor. Tanrım, hiç bu kadar mutlu olmamıştım, diye iç geçiriyorum. Sonra tuvalete gidiyorum, bir bakıyorum her yer kan.
Ertesi gün jinekoloğuma gittim, ona kandan bahsettim. Kadın beni muayene ederken birden “Bu ne ya,” dedi. COVID’den dolayı maske takıyordu ama yüzü çok sıkıntılıydı. Üç hafta içinde mesanemi, üreterimi, lenf düğümlerimi, vajinamın yarısını, bağırsağımın bir kısmını ve işte bir şeyleri daha aldırdım. Düşünecek vaktim bile olmadı. Cerrah, “Bak, yan etkiler şöyle. Yaklaşık otuz kilo vereceksin. Vajinanın bir kısmı alınacak, yani vajinan baya küçücük kalacak,” diye uyarılarda bulunuyordu. Ona, “Affedersiniz de siz buna yan etki mi diyorsunuz?” diye karşılık verdim. Yanımdaki arkadaşım Cecily, “Komik değil,” dedi.
İkinci bir görüş vermek için başka bir cerrah geldi. “Bir şey soracağım,” dedim. “Nedir?” “Köpek sahiplenebilir miyim?” “Nereden çıktı bu? Hayır, sahiplenemezsin.” Adam gittikten sonra cerrahıma, “Ölme ihtimalim çok yüksek,” dedim. “Evet, ölme ihtimalin yaşama ihtimalinden daha yüksek,” dedi. Hemen ameliyat olmazsam muhtemelen altı aylık ömrüm kalmıştı. İnsan böyle bir durumla karşılaşınca hayatı baştan aşağı değişiyor. Biraz can sıkıcı olan vajina ve mesane meselesi dışında, kanser başıma gelen en iyi şeylerden biri çünkü hayatımda yiyebileceğim en büyük tokadı yedim. Kendimi Warhol ile kıyaslayacak değilim ama Andy Warhol vurulduğunda hastaneden çıkmış ve doğrudan işe koyulmuş. Hemen bir masa almış, takım elbise almış, kendine çekidüzen vermiş. Tamamen işine odaklanmış. Kanserden sonra bende de biraz böyle oldu.
Eşimle ben de bu kanser yolundan geçtik ve deneyimlerimizi yazarken biz de hep aynı şeyi konuştuk. Elimizde işimizden başka bir şey yok.
Ameliyata kadar hep çalıştım. Ameliyattan sonra ise çalışmak imkânsızdı. Çaydanlık bile dolduramıyordum. Hiçbir şey taşıyamıyordum. Yürüyemiyordum. Yaklaşık altı ay yatakta kaldım.
Ama artık yeniden çalışıyorsun.
Hem Londra’da hem Margate’te hem de Fransa’da birer stüdyom var; gerçi çok hasta olduğum için Fransa’ya uzun zamandır gitmedim. Margate’teki stüdyom çok büyük. Her yerde devasa tuvallerim var. Gerçekten çok geniş ve harika ışık alıyor. Hâlâ şöyle korkunç bir şey yapıyorum. Çok iyi bir resim yaptım diyelim, mükemmel olmuş. Yatağa gidip “Şurayı değiştirmem lazım,” diye düşünerek uyuyorum, sabah kalktığımda değiştiriyorum ve resim mahvoluyor. Ya da diyelim işi asmak üzere tam kapıdan çıkarırlarken üstünü boyuyorum. Kreatif direktörüm Harry Weller’in[7] arkasını döndüğünde resmi tamamen kapatacağımı bildiğinden işin fotoğrafını çektiği bile olmuştur. Diyelim çok iyi bir Tracey tablosu olarak niteleyeceğim bir iş yaptım, birilerinin bunu isteyeceğini, duvarına asacağını biliyorum ama belki ben istemiyorumdur, onu duvarıma asmak istemiyor olabilirim. Veya kötü, berbat, boktan, çılgın, delice bir Tracey tablosu yapmışımdır, kimse onu duvarında görmek istemeyebilir ama ben istiyorumdur çünkü yıllardır yaptığım en ilginç iştir. Bu durum beni çok düşündürdü, her şeyi sorgulamama yol açtı. Belki çocukluğumdan bir şeyler uyandırdı bende, belki de korkuttu.
Geçen gün beni korkutan bir resim yaptım, içinde ölü insanlar vardı. Harry’yle ölü insanları görüp “Hassiktir, geri geldiler,” diyorduk. Resim yapmak çok ateşli bir şey. Bu konuda gayet ciddiyim. Çünkü resim artık bir varlığa dönüştü. Benim dışımda yaşayan, bazen bana eşlik eden bir tür ruh hâline geldi. İsteyen zırva desin, deli saçması desin, umurumda değil. Benim için gerçek.
Tek tek Amerikan müzelerine gidip “Sıra dışı bir sergi yapmak isterseniz Tracey Emin doğru adres,” diyesim var.
Müze sergileri hakkında bir şey anlatayım mı? 1995 yılıydı, Walker Sanat Merkezi’nde açılan “Mükemmel! Londra’dan Yeni Sanat” başlıklı karma sergiye katılmıştım. 1963-1995 Yılları Arasında Birlikte Uyuduğum Herkes isimli çadırımı sergileyecektim.[8] Walker’dakiler bana çadır için ne lazım, diye sordu. “Sessizlik,” dedim. İnsanların çadıra girip içeride yazanları okuması için sessizliğe ihtiyaç vardı, derin düşüncelere dalacaklardı. Sonra Walker’a bir gittim, ne göreyim, çadırı sikik otoyolun ortasına koymuşlar. Rezil bir durum. “Çadırım orada kalamaz,” dedim. Richard Flood diye bir küratör başka yer olmadığını söyledi. İşi binanın bir katına taşıdıklarını görünce bir hışım çıktım, çadırı kaptığım gibi merdivenlerde sürüklemeye başladım. Küratör, “Nereye gidiyorsun,” diye seslendi. “Otelime,” dedim. “O çadırı bu binadan çıkaramazsın,” “Neden?” “Sigortalı da ondan.” “Hayır, değil,” dedim, “çünkü onu buraya uçakta getirdim,” ki öyle yapmıştım. Richard Flood onca insanın önünde, “Bu tavırlarla bir daha hiçbir Amerikan müzesinde işini gösteremezsin,” diye bağırdı bana. “Asıl sendeki bu tavırlarla bir daha işimi nah gösteririm,” diye karşılık verdim. Sonra ne mi oldu? Hiçbir Amerikan müzesinde yer almadım.[9]
Margate’te yürüttüğün bir sanatçı misafir programı ve okul var.[10] Bu fikir nasıl ortaya çıktı?
Bir şekilde büyük bir emlak portföyü biriktirdim çünkü mülk sahibi olmayı seviyorum, çünkü evsiz kalmaktan korkuyorum, çünkü arkadaşlarımın evsiz kalmasından korkuyorum. Hayatımda üç kez evsiz kaldım. Evsiz derken iki kez ailemle birlikte, bir kez de yetişkin olarak tek başıma. Annemin tarafı İngiltere’nin Romanlarındandı, sürekli ruh çağırma seansları düzenler, el falı bakar, falcılık yapardık. Küçükken bir falcı bana yaptığım işle şöhret kazanacağımı, nam salacağımı ve olağanüstü derecede zengin olacağımı söylemişti. Ama bu zenginlik yaptığın işten değil, maldan mülkten gelecek, demişti.
Sanatla uğraştığım süre boyunca hep para biriktirdim, durmadan biriktirdim, biriktirdim. İlk evimi 2001’de aldım. Herkes kokain çekerken ben ev kredisi ödüyordum. Tutumlu biriyimdir. Gösterişçi değilim. Her zaman biriktiririm, çalışkanımdır. Şimdi gerçekten çok çok rahatım, ihtiyacım olan her şeye sahibim ama yine de mülk edinmeyi seviyorum. Margate’te çok büyük eski bir hamam ve eski bir morg satın aldım. Hamamı bir stüdyo kompleksine ve bir sanat okuluna, morgu da restoranlar için bir eğitim mutfağına dönüştürdüm. Geçen yıl misafir sanatçı programındaki on kişilik kontenjana dünyanın dört bir yanından Margate’e taşınmayı uman yedi yüz elli kişi başvurdu. Christie’s’de bir tablom 2.3 milyon sterline satılınca[11] her kuruşunu okula ve öğrencilere harcadım. Bir Munch’um olsun isterdim ama bunun yerine çok sayıda sanatçıya sanat yapma, sanatçı olma ve pratiklerinde kendilerine daha fazla güvenme şansı ve imkânı vermeyi yeğlerim.
Munch ile çalışmayı sürdürüyorsun. Geçen yıl Oslo’daki Munch Müzesi’nin önünde The Mother (Anne) adlı akıllara durgunluk veren, devasa bir kadın heykeli sergiledin.
Evet, dokuz metrelik bir heykel. Uçaktan bile görülebiliyor. Bronzdan yapılmış, anneme ait… bir bakıma.[12] Herkesin annesi gibi işte. Açık tuttuğu bacaklarının arasında güzel bir bahçe var. Çok yaşlı bir kadın figürü. Çekici görünmüyor diye hakkında kötü sözler edenler oldu. Ben de dedim ki, “Annen yaşlanmayacak mı? Karın yaşlanmayacak mı? Kız kardeşin, sevgilin, kızın? Kadınlar yaşlanır.” Her yer saygı duymamız beklenen yaşlı erkeklerin, toplumsal baba figürlerinin görüntüleriyle dolup taşıyor. Ama kadınları, ilkel ve gerçek hâlleriyle kadınları asla aynı şekilde göremiyoruz.
Bugünlerde kadınlar sanat dünyasında ne durumda?
Bence kadınlar erkeklerden çok daha iyi durumda. Erkekler kırk ilâ elli yaş arasında, kadınlar ise elli ilâ seksen yaş arasında zirve yapıyor. Erkekler tek bir devasa boşalma yaşarken kadınlar geliyor da geliyor, gelmeleri hiç bitmiyor. İşte bu yüzden elli yaşında iyi giden bir kadın sanatçıysanız, bilin ki altmış yaşında çok iyi gideceksiniz, yetmiş yaşında mükemmelleşecek, sekseninizde ise artık uçmuş olacaksınız. Louise Bourgeois New York’taki ilk ve en yakın sanatçı arkadaşlarımdandı. Aramızdaki elli yaşa rağmen büyük ilham kaynağı olmuştur bana. Doksan yedisinde hâlâ hovardalık ediyor, hâlâ kafayı çekiyordu; düşünmeyi hiç bırakmadı. Ben de onun gibi olabilirsem henüz kariyerimin yarısındayım demektir.
“Tracey Emin: Aşıklar Mezarı” sergisi 4 Kasım’da New York’taki White Cube’da açılıyor.
Çeviri: Jerry Saltz’ın Tracey Emin Söyleşisi, “Tracey Emin Is Serious”
Bağlam: 4 Kasım’da New York’taki White Cube’da açılan “Tracey Emin: Aşıklar Mezarı” sergisi
Kaynak: https://www.vulture.com/article/tracey-emin-interview-lovers-grave.html
Yayın Tarihi: 3 Kasım 2023
[1] Etrafa saçılmış kıyafetler ve kondomlardan oluşan darmadağınık bir yatak. Hemen hemen herkese rahatsızlık veren, aşk ve kayıp üzerine bir çalışma.
[2] “Nineni şok edecek şeyler.” (Ç.N.)
[3] Lucas ve Emin’in 1993’te altı ay boyunca birlikte işlettiği, Doğu Londra’da yer alan “The Shop” adındaki mağaza sanatçıların buluşma noktası olmuştu. Düzenli çalışma saatlerine sahip dükkânda “Fucking Useless” (Hiçbir Sike Yaramaz) yazan elle boyanmış tişörtler ve Damien Hirst’ün yüzünün basılı olduğu kül tablaları gibi ürünler satılıyordu.
[4] İngiliz tabloitlerinde çıkan haberlere göre Emin sürekli partilerde sarhoş olup taşkınlık yapıyor, kendini insan içinde rezil ediyor, kötü sözler savuruyordu. Bu haberlere rağmen İngiltere’de başarılı oldu. Görünen o ki Amerikan sanat dünyası sanatçıların olduğu gibi olmasına daha az müsamaha gösteriyor —yahut sadece erkeklerin buna izni var.
[5] Yirmi üç çocuğu olan Kıbrıs Türkü bir baba ile İngiliz bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelen Emin erken yaşta yabanileşti. Üç yaşına kadar konuşmadı ve on üç yaşında okulu bıraktı. 2005’te çıkan anı kitabı Strangeland’de yazdığına göre, tecavüze uğradığında olanları annesine anlatır, ancak annesi hiçbir şey yapmaz. “Çocukluğum sona ermişti,” der. “Fizikselliğimin bilincine varmıştım, artık vardım ve dünyanın çirkin gerçeklerine açıktım.”
[6] Yaptırdığı bir kürtajdan sonra acilen hastaneye kaldırılması gerekti. Hastanede ikizlere hamile olduğu ve fetüslerden sadece birinin alındığı anlaşıldı.
[7] Birlikte çalışmaya başladıklarında Weller on sekiz yaşındaymış. Artık Emin’in eli kolu olmuş durumda. Emin resim yaparken Weller orada; ona ulaşmak istediğinizde Weller’ı aramak gerekiyor. Sergileri düzenleyen o, kuran o; iyisinden bir fincan çay getiren de o. Emin’in öteki yarısı, derin bir ruh.
[8] Elle dikilmiş minik bir çadırdı ve içinde Emin’in birlikte uyuduğu kişilerin adı yazıyordu. Birçok kişi bunu Emin’in seks yaptığı kişilerin listesi sanmıştır. Bu iş 2004 yılında bir depoda çıkan yangında yok oldu.
[9] İnanılır gibi değil ama Emin içinde bulunduğumuz yüzyılda ABD’de tek bir müzede tek bir kişisel sergi açtı. O da 2013-14 yıllarında Kuzey Miami’deki Çağdaş Sanat Müzesi’nde neon işlerinden oluşan sergiydi.
[10] Emin bu rezidansa TEAR (Tracey Emin Artist Residency) adını vermiştir.
[11] Like a Cloud of Blood (2022). Emin’in müzayede rekoru bu değil. Jay Jopling 2014 yılında 2.54 milyon sterlin ödeyerek Charles Saatchi’den My Bed‘i satın almıştı.
[12] Yüz kırk iki parçadan oluşan, daha sonra kaynakla birleştirilen yirmi tonluk bu heykel görünmez bir çocuğu teselli eder gibi görünen diz çökmüş, golem benzeri çıplak bir kadını tasvir ediyor. Heykel müzenin önündeki su kenarında bakım veren hayırsever bir ruh gibi durmaktadır.